Gerard De Villiers – 93 Sas Istanbulda

Soylu Serânissime Altesleri Prens Malko Linge pencereden Boğaz’ı seyrediyordu. İstanbul Hilton’un üçüncü katından görünen manzaraya gerçekten doyum olmuyordu. Asya yakasında, daha şimdiden tek tük ışıklar yanmaya başlamıştı. Bakışları Boğaz’dan aralıksız geçen gemilere takıldı: büyük bir Sovyet tankeri, paslanmış iki küçük yük gemisi, bir şilep, küçük takaları andıran, ağzına kadar yüklü derme çatma bir tekne. Karadeniz ile Marmara arasında karşılıklı süren bu yoğun trafik, insanların on üçüncü yüzyıldan bu yana, on beş kilometrelik bu dar geçit için ne diye hırlaştıklarını açıklamaya yetiyordu. Malko derinden bir iç çekti. Seyrettiği manzara ona, o çok sevdiği nehri, Tuna’yı anımsatıyordu. Otele ineli bir saat olmuştu. Eşyaları son derece düzenli bir biçimde yerleştirilmişti: Birbirinin aynı dört gri takım elbise gardıroba konmuştu. Malko değişik tip giysiden hoşlanmazdı. Gömleklerle çamaşırlar da raflara dizilmişti. Uzun meslek yaşamında Türkiye’ye ikinci gelişiydi bu. Fakat olağanüstü belleği sayesinde her şeyi olduğu gibi anımsayabiliyordu: Örneğin, şu an Hilton’un bulunduğu yerde, yapımından önce yer alan boş alanları ve tek tük göze çarpan ahşap evlerin her birini ayrıntılarıyla tarif edebilirdi. Birden, üstlendiği görevi düşünerek canı sıkıldı. Yine bir yığın tatsız sorunla karşılaşacaktı.


Bir çeyrek yüzyıla yakın zamandır haber alma ajanı olarak çalışmasına rağmen, bulaştığı olayların hiçbiri ilgisini derinlemesine çekmemişti. Aslında, ilgilendiği tek şey vardı: Şatosu. Daha önce masanın üzerine yaydığı bir metre genişliğindeki panoramik fotoğrafı incelemek için pencereden ayrıldı. İlerde, yaşamını sürdüreceği tarihi Linge şatosunun fotoğrafıydı bu. Yirmi küsur yıldır kazandığı tüm parayı işte bu eski taşlar yutuyordu. Şimdiye kadar silah bölümünü, salonları, batı kulesini onarabilmişti. Ortaçağa dek uzanan on yedi kuşaktan kendisine kalan tek şey, Yüce Roma Germen İmparatorluğu Prensi ve Soylu Serenimsime Altesleri gibi bir yığın sıfattı. Kullanmaya karar verdiği bu yukarıdaki sıfat, önceleri CIA’deki Amerikalı dostlarını çok etkilemişti. Fakat uzun oluşu kullanım zorluğu yarattığından, sonunda sıfat kısaca “SAS’a dönüştü. Dönüştü, ama kendisini bu sıfatla çağıranların çoğu bunun ne anlam taşıdığını hâlâ bilmezdi. Önünde daha çok iş vardı! Şatoyu onaran müteahhit çatının kışa girmeden bitirilmesi gerektiğini söylemişti; tutarı da 50.000 dolardı. İşte, Türkiye’de bulunmasının nedeni buydu. Şato bitse bile, ardından doğal çevreyi düzenlemek gerekiyordu. Zaten işin en zor yanı da buydu.

Çünkü Linge’lerin arazisi Avusturya ile Macaristan arasında çıkan bir sınır tartışmasının kurbanı olmuştu. Sonuçta şato Avusturya topraklarında, geniş arazisi de Macaristan’da kalmıştı. Şu an sahip olduğu arazi, bir banliyö kulübesinin bahçesi büyüklüğünde ve ancak duvar diplerini bir karış genişliğinde çevrelemeye yetecek kadardı. Malko bunu anımsayınca öfkelendi. Babadan kalma toprağım kurtarabilmesi için yeni bir savaşın çıkması ve yeni bir sınır düzenlemesi gerekiyordu. Oysa eskiden, bundan çok daha önemsiz sorunlar bir savaş nedeni olabilirdi. Ama şimdi, şu atom silahları yok mu, onlar her şeyi bozmuştu! Aynanın önüne geçip kendini inceledi. İlginç bir yüzü vardı. Özenle taranmış saçları, dudaklarının kenarında yer alan çizgiler yüzüne kendini beğenmiş bir hava veriyordu. Özellikle gözleri olağanüstüydü: İki altın damlası. Yırtıcı kuşlarınkini andırır koyu sarı renkli gözlerinin kimi zaman yeşile döndüğü de olurdu ve bu kötüye işaretti. Olağanüstü belleği nedeniyle CIA’de kendisini “IBM” diye çağırdıkları da olurdu. İki kez okuduğu kitabı ezbere tekrarlayabilir ya da on yıl önce yirmi saniye gördüğü birini bir anda tanıyabilirdi. Aynadan ayrılıp tekrar pencereye döndü. Vakit geçirmek için Boğaz’ın karşı kıyısındaki camileri saymaya başladığında tüyler ürpertici bir çığlıkla irkildi ve içgüdüsel olarak başını yukarı kaldırdı.

Aynı anda, hızla aşağı inen bir kütle fark etti. Yukardan biri düşmüştü. Yüzü korkudan kasılmış adam Malko’nun iki karış önünden geçti. Çığlığı göğü yırtar gibiydi… SAS bir anda bacaklarının halsizleştiğini fark etti. Pencerenin önünden bir saniye içinde geçen adamı tanımıştı. Ertesi gün buluşacağı kişiydi bu: Yüzbaşı Carol Watson. *** Memphis’in uzun, kara gövdesi hızla Marmara’nın mavi sularına gömülüyordu. Periskopları su yüzünde bir süre daha köpüklü izler bıraktı, sonra birbiri peşi sıra silinip kaybolan hava kabarcıkları görüldü. Memphis’in bağlı olduğu, komutanlık gemisi Skylark’ın köprüsünde, denizaltı kurtarma uzmanı Üsteğmen Bob Rydell telsize uzanarak Memphis’e bağlı kanalın düğmesini çevirdi. Alıcıdan önce bir uyarı sinyali geldi, ardından Harvey’in emri duyuldu: Dalıyoruz! Rydell mikrofonu açtı: Harvey! Harvey! Beni nasıl duyuyorsunuz? Sesiniz dört dörtlük. Kuzeydoğu yönünde ilerliyoruz. Hızımız, maksima… Derinlik, maksima… Su yüzüne gün bitiminde çıkacağız. Her on beş dakikada bir size “durum raporu” göndereceğim… Tamam! Anlaşıldı… Tamam! Skylark tam yolla ilerliyordu. Hava nefisti. Ne bir bulut, ne bir çırpıntı vardı.

Keyiflenen Rydell bir sigara yaktı. Aslında bu tür tatbikatların hiç de kötü bir yanı yoktu. Ayrıca bu küçük tekne üzerinde insanın. Amerikan 6. Filosu tarafından korunduğunu bilmesi güzel bir duyguydu! Rydell gözlerini ufka çevirdi. Teknesiyle Türk kıyıları arasında, filonun en büyük uçak gemisi Enterprise’ın yassı ve gri kütlesi yer alıyordu. Çevresinde, sahibinden ayrılmayan iyi yetiştirilmiş bekçi köpeklerini anımsatan bir dizi destroyer, ikmal gemisi ve torpido seyrediyordu. Üstlerinden portakal renkli bir helikopter havayı titreterek geçti. Gemiler arasında irtibatı sağlamakla görevliydi. Rydell arkasında birinin varlığını hissederek döndü. Sarışın bir subay kendisine gülümsüyordu. Watson! Ne halt ediyorsun burada? Seni ektiler mi yoksa? Diğeri gülerek başını salladı. Yok, yok, ekmediler… Yalnız, bir süre için yerimi bir başkasına verdiler. Washington’dan gelen bir sivile. Sonar cihazında bir şey denemek istiyormuş.

İyi de oldu hani! Hiç değilse öğle güneşinden yararlanıyorum. Akşama yine yuvama döneceğim. Carol Watson, Memphis’in sonar subayıydı. Teknesinde, su altından ya da su üstünden olsun, yaklaşabilecek her türlü cismi kesinlikle saptayacak güçte, son derece geliştirilmiş elektronik bir cihaz bulunuyordu. O sırada telsizin cızırtısı duyuldu, ardından gür bir ses: Ben Harvey! Dedi… Hızımız maksima… Az önce “G” derinliğini aştık. Her şey yolunda… Tamam! Anlaşıldı… Tamam! Rydell gözünde komutan Harvey’i canlandırdı: Şu anda, üç serdümenin ortasında, gösterge tablosunun karşısına kurulmuş oturuyor olmalıydı. Kendisi de denizaltı subayı olmak istemiş, fakat Deniz Kuvvetleri’ne girdiği ilk günden itibaren onu denizaltı kurtarma branşında uzmanlaştırmışlardı. Watson denizaltının derinliğini hesapladı. “G”nin karşılığı 250 metreydi. Yani tekne daha da dalabilirdi. Memphis çok gizli bir alaşımdan yapılmıştı. Birleşik Devletlerde hizmete giren sekizinci atom denizaltısıydı ve düşman denizaltılarını bulup imha etmekle görevliydi. Bilinen 83 metrelik uzunluğu ve 100.000 kilometrelik hareket menzilinin dışında, tüm özellikleri bir sırdı. Dünyada ondan daha hızlı ve daha derine dalan bir ikinci denizaltı yoktu… Dalış ve çıkış hızı dakikada 300 metreydi.

Donatıldığı ultrasonik sonarı ve radyoaktif tarama cihazlarıyla herhangi bir denizaltıyı, varlığını hissettirmeksizin çok önceden saptayabilirdi. Kısacası, Akdeniz’e uygun tam bir bekçi köpeğiydi. Anadolu kıyılarını izleyen 6. Filo şimdi Marmara Denizi’ne geçmek üzere Çanakkale Boğazı‘na giriyordu. Memphis’in durum raporları her çeyrek saatte bir düzenli olarak Skylark’a ulaşmaktaydı. Rydell bez koltuğuna oturmuş, gözleri yarı kapalı, komutan Harvey’in sesini dinliyordu. Denizin derinliklerinden gelen sesi son derece sakindi Derinlik “M” noktası. Bazı araştırmalar için bir süre duracağız. Sizi daha sonra haberdar ederiz. Rydell aldığı raporun saatini kaydetti: 10.45… Skylark güneşin altında salınarak ilerliyordu. Deniz yüzeyini yalayarak geçen altı Sea Wolf avcı uçağı Enterprise’a doğru uzaklaştı. 6. Filo’nun bu dost sularda bulunmasının nedeni, Türkiye ile NATO çerçevesi içinde yapılan her zamanki tatbikatlardan biri gereğiydi. Harvey’in sesi yeniden duyuldu: Sonarla başımız dertte gibi.

Zorunlu olarak bulunduğumuz yerde bir süre hareketsiz kalacağız. Durum hakkında daha sonra bilgi vereceğiz. Watson kaşlarını çattı. Bu sersem sivil, cihazıma bir haltlar etmiş olmalı. O sonar bebek kadar naziktir. O olmadı mı da, bu karanlık sularda bir adım bile atamazsın. Sağır, dilsiz ve kör birinin sokaklarda dolaşmasına benzer bu… Bu bölgede korkacak bir şey yok, dedi Rydell. 1956 yılından bu yana tek bir Rus denizaltısı görülmedi buralarda. Murmansk ya da Vladivostok’tan kalkıp buralara gelecek değiller ya! Senin dediğin… Harvey’in sesi sözünü kesti: Hafif bir radyoaktivite artışı algılıyoruz. Nedenini araştırmaya başladık. Tamam! Rydell saati kaydederken kaleminin ucunu kırdı. Saat, 10.57 idi. İki subay şaşkın şaşkın birbirlerine baktılar. İmkânsız bu! Dedi Watson.

Rydell başını salladı. Rusların da atom denizaltıları var. CIA uzmanlarına göre altı, Deniz Kuvvetleri uzmanlarına göre dokuz adet. Eğer bu bölgede radyoaktivite artışı görülüyorsa bunun bir tek açıklaması var: Bizimkinin çevresinde bir başka denizaltı daha bulunuyor. Delirmişsin sen! İstanbul Boğazı‘nın girişindeki ağları, mayınları aşacak ve 6. Filo’nun burnunun dibine, o küçücük Marmara Denizi’ne girecek, olacak iş mi bu? 6. Filo’nun önünde karakol görevi yapan Skylark Çanakkale Boğazı‘ndan çıkmış, bir süreden beri ağır yolla Marmara’da ilerliyordu. Watson elini uzatıp ufku gösterdi. Şuraya baksana… Yabancı bir denizaltı için burası tam bir kapan. Gerçeği nasıl olsa birazdan öğreneceğiz. Ben yine de Enterprise’ı uyaracağım. Rydell telsizciyi arayıp amirallik gemisi Enterprise a şifreli bir mesaj göndermesini emretti. Watson düşünceliydi. Bakışlarını ufka çevirmiş, 129 arkadaşının görev yaptığı Memphis’in bulunması gereken noktalarda bir şeyler görmek ister gibi çırpıntılı suları seyrediyordu. İçinde belli belirsiz bir korku vardı.

Şu anda gemisinde bulunmak için neler feda etmezdi! Sonarı gereğince kullanabilecek tek kişi oydu. Birden telsizin sesiyle sıçradı. Harvey konuşuyor. Radyoaktivite artışı kesinlikle saptandı. Fakat sonarımız sıhhatli çalışmıyor. Bizi nöbetten geri çekebilir misiniz? Tamam! Watson atılıp mikrofonu Rydell’ın elinden kaptı. Ben Watson. Sonarıma ne yaptınız? Bana sivil mühendisi verin. Kendisine yardımcı olabilirim… Faydası olmaz, diye sözünü kesti Harvey. Denediğimiz yeni bir cihaz sonarı devre dışı bıraktı. Radyoaktivitenin kaynağını bulduktan sonra tamirata girişeceğiz… Tamam! Birkaç saniye sonra telsizden tiz bir ses yükseldi: Memphis’in alarm sireni. Komutan Harvey gemisini savaş düzenine sokuyordu. Demek ki, bir tehlikeyle yüz yüzeydiler. Radyoaktivite yükselmesinin ne demek olduğunu Watson da çok iyi bilirdi… Rydell aceleyle durum raporlarını bloknotuna geçirdi. Bu sırada kendisine sarı bir kâğıt getirdiler.

Okuduktan sonra kâğıdı Watson’a geçirdi: “Tatbikat bölgesinde, Memphis’in dışında yabancı bir denizaltının varlığına rastlanmamıştır.” Watson derin bir soluk aldı. Bizimkilerin tarayıcıları da sonar gibi bozulmuş olmalı, dedi. Yoksa inanılacak gibi değildi bu. Aynı anda Harvey’in sesi telsizde gürledi: Radyoaktivite kaynağını saptadığımızı sanıyoruz. Kaynağa doğru ilerliyoruz. Derinlik “E”… Birazdan “L” derinliğine döneceğiz… Tamam! Rydell alıcıdan, boşalan su tanklarının çıkardığı o tanıdık gürültüyü duydu. Memphis yükseliyordu. Saati kaydetti: 11.13… Birden, alçaktan yaklaşan bir helikopter fark ettiler. Birkaç saniye sonra helikopter, Skylark’ın üstüne geldi ve alçalarak köprünün arka tarafındaki iniş pistine kondu. Açılan kapıdan aceleyle bir subay fırladı. Amiral Cooper bu, dedi Rydell. Köprüye tırmanan amiral doğru Rydell’ın yanına geldi: Durum ne? 593 ile irtibatınız var mı? Memphis’in kod numarası 593 idi. Enterprise’a bulunan Cooper’ın uzaklık nedeniyle denizaltıdan mesaj alması imkânsızdı.

İlişkiyi sağlayan tek gemi Skylark idi. İrtibatımız var, dedi Rydell. Sonra kısaca durumu özetledi. 593 ile hemen bağlantı kurun, dedi Cooper. Rydell vericinin düğmesini çevirdi. Harvey… Harvey… Burası Skylark… Yön ve yer bildirin… Cevap yok. Alıcıdan sadece hafif cızırtılar geldi. Daha iki dakika önce benimle konuştu, dedi Rydell. Üç subay bir süre sessizce alıcıyı seyrettiler. Amiral, beraberinde getirdiği emir subayına döndü: Uçak gemisini arayıp “C” ve “D” filolarının hemen havalanmasını söyleyin. Diğer gemiler de 593’ün saptandığı son noktaya gelsinler. Emir subayı elindeki kısa dalgalı telsizle dışarı çıkarken amiral, Rydell’a döndü: Tekrar arayın. Rydell vericiye eğilip bağırır gibi seslendi: Harvey… Yer bildirin… Hiç cevap yok. Amiral Cooper mikrofonu üsteğmenin elinden kaptı. Alnındaki damarlardan biri atmaya başlamıştı.

Amiral Cooper konuşuyor… Harvey, derhal yerinizi bildirin. Geminiz ne durumda? Cızırtılar duyuldu. Sonra gök gürlemesini andırır bir patlama sesi geldi. Rydell sapsarı kesildi. Harvey, diye bağırdı. Elini uzatıp önünde duran kırmızı düğmeye basmaya başladı. Aynı anda Skylark’ın güvertesini bir düdük sesi kapladı. Şaşkına dönen Watson sayıklar gibiydi. Olamaz… Olamaz… Bu sırada alıcıdan cızırtıların arasında kopuk kopuk, belli belirsiz sözcükler duyuldu: İmkânsız… Gövde… İsabet aldı… Başta, sancak tarafı… Su yüzüne çıkıyoruz… Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra üçü birden, gemi bölmelerinin parçalanmasını andırır bir gürültü duydular… Anlaşılmaz birkaç söz geldi. Çevrede bir yerde, Marmara’nın derinliklerinde, Memphis vasiyetini yazdırmaya çalışıyordu. Rydell afallamıştı. Bu gürültüyü çok iyi tanırdı. Mesleği boyunca çeşitli sualtı atış tatbikatlarında bu sesi çok duymuştu. Bir teknenin bomba ya da derinlik nedeniyle basınç altında ezilip parçalanması demekti bu.

Atış tatbikatlarında bu sesi duydu mu sevinirdi, çünkü hedefi vurduğu anlamına gelirdi. Şimdi ise durum bambaşkaydı. Yüz küsur arkadaşı, yanı başında bir yerde ve barışın göbeğinde yok yere, göz göre göre ölüyordu. Bütün helikopterler havalansın, emrini verdi amiral. Skylark tam yolla harekete geçmişti bile. Rydell vericiye eğilmiş, Memphis’e devamlı çağrıda bulunuyordu. Hemen arkasında ayakta duran Watson’un gözlerinde yaşlar birikmişti. Şu an onun da denizaltıda, arkadaşlarıyla birlikte olması gerekiyordu. Skylark’a su bombaları atış rampalarına yerleştirilmişti. Geminin üzerinden, denizaltı tahrip bombalarıyla yüklü bir F 100 filosu geçti. İlerde birkaç helikopter, Memphis’in bulunması gereken noktanın üzerinde dönüp duruyordu. Nedir bu olanlar? Diye yakındı Watson. Akıl alacak iş değil! Marmara’da bir Rus denizaltısı ha! Eğer Rus gemisiyse canına okuruz onun, dedi Rydell. Gerekirse üç ay kalırız burada! İki subay bir dizi hafif patlamayla irkildiler. Enterprise’a dönmüş olan amiral, Memphis’in hemen su yüzüne çıkması için işaret bombaları attırıyordu.

Rydell üzgün bir tavırla başını salladı. Hiçbir zaman su yüzüne çıkamayacak! Bu sırada, helikopterlerden birinden kırmızı bir fişek atıldı. Rydell ile Watson hemen dürbünlere sarıldılar. Bir süre izledikten sonra dürbünlerini indirdiler ve tek kelime etmeden birbirlerinin yüzüne baktılar. Skylark ‘in iki mil kadar batısında deniz yüzeyine geniş bir yağ tabakası çıkmıştı. Denizaltının battığına işaretti bu. Yaralanan Memphis kan kaybediyordu. İki eliyle duvara dayanan Watson sessizce ağlıyordu. Bir daha arkadaşlarını hiç göremeyecekti. Ne neşeli ve yürekli Harvey’i, ne de asık suratlı Smith’i… Bir anda içini sonsuz bir öfke kapladı. Ne yapacağız şimdi? Memphis torpillendiğine göre, burada yabancı bir denizaltının bulunduğu su götürmez bir gerçek artık. Rydell omuzlarını silkti. Filonun bütün sonarları onu arıyor. Bir balığın aksırmasını bile duyacak durumdayız. Eğer altımızda yabancı bir denizaltı varsa yakalanmamak için sessiz sedasız ve hareketsiz beklemesi gerekir.

Bu nedenle sabırlı olması gereken biz değil, odur… Peki, kaçıp kurtulma şansı nedir? Böyle dar bir alanda, yüzde on bile değil Kımıldadığı an yakayı ele verir. O zaman da sen şenliği seyret! Cooper herhalde avın kaçmasına göz yumacak değildir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir