Gerard De Villiers – 79 Bagdat Mahkumlari

Malko güneşten kamaşan gözlerini kırpıştırdı ve bir an durdu. Omzunda Çekoslovak malı bir makineli tüfek bulunan nöbetçi sert bir hareketle iterek onu diğer mâhkumların bulunduğu kafeslerden birine itti. Kafesler, hayvanat bahçelerinde vahşi hayvanların kapatıldıkları türdendi, iki kafeste toplam on iki mahkûm bulunuyordu ve Bağdat’ın yirmi beş kilometre güneyindeki Bakuba hapishanesinin avlusunda bir köşeye yerleştirilmişti. Saat sabahın altı buçuğuydu. İdam edilecek bu on iki mahkûm, sanki hiçbir şey yokmuş gibi yarım saat önce kaldırılmışlardı. Ama idam haberi hapishanede bulunan siyasi diğer dört. yüz mahkûm arasında hemen yayılmıştı. Iraklı askerler Malko ile diğer idamlıkları koridordan geçirirken hapishanede büyük bir gürültü çıkmıştı. Mahkûmlar ellerine geçirdikleri sert cisimleri demir parmaklıklara vurmuş, avazları çıktığı kadar bağırmışlardı. Sesleri, güneşli avluda bekleyen idamlıkların bulunduğu yere kadar geliyordu. Yarım saattir aralıksız gürültü yapıyorlardı, idamlıklar elleri arkalarına bağlanmış bir durumda, güneşin altında ayakta bekliyorlardı. Malko, dostu Cemal ve diğer üç Iraklı ile aynı kafesteydi. Malko başını kaldırdı ve darağacına bakarak heyecanını bastırmaya çalıştı. Kalın keresteler- den oluşan bu tuhaf biçim onu hayli ürkütüyordu. ingilizlerden kalma bir ölüm şekli! Darağacı, bir buçuk metre yükseklikteki bir set üzerindeydi ve avlunun tam ortasına kurulmuştu.


Aylardan şubat olmasına rağmen güneş hayli yakıcıydı. Malko bakışlarını mavi göğe çevirdi. Bu yüksek duvarlar arasında dış dünyadan görebildiği tek şey buydu. Bakuba hapishanesi çöl ortasında küçük bir köyün yakınlarında kurulmuş bir beton yığınıydı. Biraz öteden Bağdat yolu geçerdi. Ama buranın mahkûmları için dış dünya diye bir şey yoktu. Malko bakışlarını Cemal Talani’nin üzerine çevirdi. Cemal tutukluluğu sırasında on beş kilo vermesine rağmen, gururundan hiçbir şey kaybetmemişti. Malko’ya gülümseyerek yanına sokuldu. — Fazla uzun sürmez, dedi İngilizce. Malko onca heyecandan sonra tuhaf bir rahatlık duyar olmuştu. İçinde bulunduğu duruma sanki bir başkasına aitmiş gibi umursamaz bakıyordu. Elinde olmadan güneye döndü. Yardım gelecekse o yönden gelecekti. Cemal düşüncesini okumuş gibi: — Boşuna umutlanma artık.

Gerçekten de gökyüzü bomboştu. Başıboş köpeklerin havlamalarından başka bir şçy duyulmuyordu. Birden, mahkûmların avluya çıkarıldığı koridorda bağırıp çağıran bir ses duyuldu. Az sonra da kapıda askeri mahkeme reisi Albay Abdül Muhlis ile diğer subaylar belirdi. Arkalarından avluya giren inzibat erleri belirli mesafelerle duvar dibine dizildiler. Hepsinin başında kırmızı kasklar, omuzlarında Rus yapısı AK-47 tüfekleri vardı. Maİko’nun yanındaki Iraklının ağzında bir tik belirmişti. Adam gözlerini dar ağacından ayırmıyordu. Bir Iraklı teğmen Maİko’nun bulunduğu kafese yaklaşarak mahkûmların suçlarını ve cezalarını okudu. Açıklama bir dakika sürmüştü. Malko hapishane duvarında bulunan büyük saate umutsuzca baktı. İçindeki rahatlama bir anda yok olmuştu. Yaşamak istiyordu. Saat altı kırkı gösteriyordu. İdamlar daha şimdiden on dakika gecikmişti.

Bu on dakika içinde pekâlâ kurtulmuş olabilirlerdi. Ama Cemal’in de dediği gibi artık umuda yer yoktu. Malko içini müthiş bir korkunun kapladığını hissetti. Burada, bu yabancı ülkede kurtarmaya geldiği adamla birlikte ölecekti. Bir hiç uğruna yok olacaktı. Saniyeler büyük bir hızla akıp gidiyordu. Avluya siyah elbiseli bir adam girdi. Cellat gelmişti. Ardında biri daha vardı. O da kolunda siyasi mahkûmların giydikleri kırmızı bir tunik taşıyordu. Cellat, Albay Muhlis ve cezaları okuyan teğmenle bir şeyler konuştu. Sessizlik öyle yoğundu ki, fısıldaşmaları kafeslere kadar geliyordu. Hapishanede çıt çıkmıyordu. Pencere parmaklıklarına üşüşmüş olan diğer mahkumlar sahneyi korkuyla seyrediyorlardı. Fısıldaşmayı anlamış olan Cemal Malko’ya döndü.

— Önce diğer kafesten başlayacaklarmış, 6 7 dedi. Gerçekten de iki inzibat eri diğer kafese yaklaşarak kapısındaki asma kilidi açtılar. Sonra grubun içinden zayıf bir tipi çekerek çıkardılar. Adamın üzerinde diğer mahkûmlar gibi gömlek pantolon ve terlik vardı. Aylarca önce tutuklanmış Iraklı bir Yahudiydi. inzibatlar adamı albayın karşısına getirdiler. Albay Muhlis bir şeyler söyledi, sonra iki askerin arasında dar ağacına sürüklendi. Cellat adamı karşıladı. Ayak bileklerini bağladı, sonra üzerine kırmızı tuniği geçirdi. Tam bü sırada idamlık yüksek sesle bir şey söyledi. Albay bile irkilmişti. Malko Cemal’e döndü. — Ne diyor? diye sordu. — Bir haham istedi. Cellat omuz silkerek ipi adamın boynuna geçirdi.

Aynı anda, yandaki kafeste bulunan diftn Yahudile r dini bir şarkıya başladılar, dikerlerden ikisi koşarak kafese geldiler ve •.il.dık n ıyl. ı adanda n tehdit ettiler, idamlıklar hemen sustu, ama birkaç saniyelik bir aradan sonra tekrar başladılar. Biraz sonra ölecek insanları neyle korkutabilirlerdi? Malko gözlerini saate dikmiş, saniyeleri sayıyordu. Birden, korkunç bir şekilde terlediğini hissetti. Sıcaktan değil, korkudan terliyordu. Korkudan daha kötü bir şey olamazdı. Sağ bacağı durduğu yerde titremeye başladı, düşmemek için parmaklıklara tutundu. Cellat düğümü kontrol ettikten sonra geriledi ve mahkûmun ayakları altında bulunan kapağa komuta eden Iövyeyi çekti. 8 Kapak açıldı, ip gerildi. Malko tepeden tırnağa titrediğini farketti. Bu sırada hapishaneden büyük bir uğultu yükseldi. iki üç dakika sonra, albay elini kaldırdı, ipin ucundaki adamda hiçbir kıpırtı yoktu. Cellat düğümü gevşetti, ölüyü çıkardı ve kapağı kapadı.

iki inzibat ikinci mahkûmu almak için harekete geçti. Bu kez hedef Malko’nun bulunduğu kafesti. Kilit açıldı. Kapı aralandı. Askerlerden biri Malko’nun koluna yapıştı. Malko içini rahatlatacak bir şeyler düşünmeye çalıştı, ama bulamadı. Elinde olmadan direniyordu. Elini uzatıp Cemal ile tokalaşmak istedi, eli kımıldamadı bile. Cemal gözlerini yummuştu. Yüzü bembeyazdı. Birden, çok uzaklarda bir motor sesi duyuldu. Malko birden gerildi. Bir uçak gürültüsüydü bu. Hayal görüp görmediğini anlamak için kulak kabarttı. Evet, bir uçaktı bu.

Ses gitgide yaklaşıyordu, içinde belli belirsiz bir coşku doğdu. — işte geliyorlar, dedi Cemal’e ingilizce olarak. Malko’nun direnmesini farkeden inzibat eri daha hızlı çekmeye başlamıştı. Kafesten çıktı mı, otuz saniye sonra darağacındaydı. Ama direnmek de neye yarardı? Şuan ölmek çok aptalcaydı. Güneyden gelen ses artıyordu. Umutsuzca Cemal’e baktı. Cemal inzibata Arapça bir şey söyledi ve Malko ile askerin arasına girdi. Malko’nun şaşkın bakışları altında inzibat9 lar Cemal’i süzdü. Cemal kafesten çıktı. İnzibat omuz silkerek Malko’yu içerde bıraktı ve kilidi vurdu. Cemal Malko’ya döndü. — Ben bir ağayım. İlk asılmaya hakkım var. Bu hakka kimse karşı çıkamaz.

Elveda! Motor gürültüsü artıyordu. Malko Cemal’in kendisine sağladığı birkaç dakikalık fırsatın önemini düşündü. Bunu kendi hayatı pahasına yapmıştı. Karşı çıkmak için ağzını açtı, ama Cemal çoktan uzaklaşmıştı. — İyi şanslar! diye bağırdı Cemal. Ağır adımlarla darağacının merdivenini tırmandı. Vakur bir ifadeyle yüzünü diğer mahkûmlara döndü. İp boynuna geçirildi ve kapak açıldı. Cemal bir anda öldü. Boyun kemiği kırılmıştı. Malko başım önüne eğdi. Bir ay önce tanıdığı bu adam ona bir fırsat tanımak için hayatını hiçe saymıştı. Kafesin kapısı yine açıldı ve az önceki inzibat Maİko’nun kolunu tuttu. Bu kez karışan kimse çıkmadı. Cemal’in kendini feda etmesi hiçbir işe yaramamıştı! Malko darağacına yürürken arkadaşı gibi vakur olmaya çalıştı.

Titremesi geçmişti. Farkında olmadan kendini darağacının dibinde buldu. İp iki metre yukarda sallanıyordu. Birkaç saniyelik hayatı kalmıştı. Güneyden gelen motor sesi daha da artmış gibiydi. Malko çenelerini sıkmaya başlayarak dişlerinin arasındaki siyanür hapını kırmaya karar verdi. Iraklılara kendisini asma zevkini tattırmayacaktı… II. BÖLÜM Bağdat’a Binbir Gece kenti adını veren kişi ya körkütük sarhoş, ya da deli olmalıymış. Yeryüzünde bundan daha sevimsiz bir yer zor bulunur. Dicle’nin iki yanında göz alabildiğine uzanan yeknesak, dümdüz bir kenttir burası. Irak Havayolları’mn uçağı biriketten yapılma şekilsiz ev yığınlarının üzerinden geçiyordu. Bu tekdüze renk içinde dikkati çeken tek canlılık, kentin güneyindeki sarı kubbeli ve altı minareli Hayyam Camisi idi. Malko lomboza yaklaştı. Garın yüz metre üstünden geçiyorlardı. Havaalanıyla garın karşılıklı bulunduğu tek kent herhalde Bağdat olmalıydı.

Jetin iniş takımları piste değdi. Beş dakika önce, uçak hostesleri yolculardaki bütün gazete ve dergileri toplamışlardı. Yabancıların ülkeye kendi basılı organlarını sokması yasaktı. Buna diplomatlar bile dahildi. Yabancıların okuyacağı tek ingilizce gazete Bağdat Observer idi ve o da Pravda’nın bir kopyasıydı. Ülkeyi yöneten Baas Partisi subaylarının kimseye göz açtırdığı yoktu. Partinin katı kurallarına uymayanlar hainlikle suçlanıyordu. Bir toplantıda viskiyi fazla kaçıran bir subayın Hava Kuvvetleri komutanıyla hükümet arasında görüş ayrılıkları var demesi, adamın kurşuna dizilmesine yol açmıştı. Tabii, subayın idam nedeni içki yasağını ihlal etmesi olarak gösterilmişti… Uçak durunca, ilk inenlerden biri Malko oldu. Zaten uçağın ancak yarısı doluydu. Bu dönemde Bağdat’a turistik geziye gelmek için insanın deli olması gerekirdi. Terminal binası bakımsız ve pisti, insanların yüzü asıktı. Silahlı bir asker uçaktan inenleri tek tek süzüyordu Pasaport kontrolunda bulunan bir diğeri Malko’nun evraklarını inceden inceye kontrol etti. Pasaportta “gazeteci” kelimesini görünce Malko’yu bir sivile teslim etti. Sivil adam, bıyıklı iriyarı bir tipti ve Baas Partisi gorillerinden olduğu belliydLMalko’nun pasaportuna iğrenerek baktı.

Avusturya ve Almanya da komşusuydu ve bu sonuncusu da Irak ile diplomatik ilişkilerini kesmişti. Bağdat’ta istenmeyen kişiler dışında kalanlar, sadece Ruslar ve Doğu bloku ülkeleri vatandaşla) rydı. Iı ak ‘a neden geldiniz? diye sordu sivil. Malko gülümsemeye çalıştı. — Viyana’da çıkan Kurier gazetesi buradaki sosyal hayat üzerine bir röportaj yapmamı istedi. Sanırım, ülkenizde iki, üç hafta kalacağım… — Sosyal hayat mı dediniz? Bu kelimeyi iğrenerek söylemişti. Hükümet emri olmasa, Malko’yu hemen geldiği uçağa ya da hapishaneye koyardı. — Kentte ve köylerde, yaşayan Iraklıların yaşam biçimlerini araştıracağım, diye açıkladı Malko. Bu sırada yanlarına Iraklı bir subay yaklaştı. Malko’nun pasaportunu alıp inceledi. Her şey düzenliydi. Pasaportu geri uzattı. — Basın ve Yayın Bakanlığı’na başvurmalısınız, dedi subay. Bunu yarın sabah ilk iş olarak yapın. Size kolaylık sağlarlar.

Malko teşekkür ederek pasaportu aldı. Subay gülümseyerek elinisıktı. — Umarım, Irak’ta iyi günleriniz olur. Biz yabancıları severiz. Yalanın böyle kuyruklusu da görülmemişti. Malko yanlarından ayrılarak gümrüğe geçti. Irak’a sokulması yasak olan şeylerin listesi, telefon rehberinden kabarık bir kitaptı. En başta da emperyalist propaganda taşıyan basılı yayın organları geliyordu. Gümrükçü Malko’nun bavulunda hiçbir şey bulamadı. Terminal binasından çıkan Malko bir taksi çevirip Bağdat Oteli’nin adını verdi. Artık Bağdat’taydı. Bir hafta önce New York Herald’da Bağdat’ta asılan Yahudilerin fotoğrafını gördüğünde, buradan binlerce mil uzaktaydı ve buraya geleceğini aklının köşesinden bile geçirmiyordu. Ama CIA sayesinde bu da olmuştu. Malko’nun New York Eyaleti’ne bağlı Pöughkeepsie’deki villasında telefon çaldığında, karşısında CIA’nın Ortadoğu şefi Walter Mitchell i bulmuştu. Adam kendisinden derhal Langley’e gelmesini istemişti.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir