Gerard De Villiers – 80 Panama’da Kargasa

Üzerinde “Frontera-David” yazan bir minibüs, arkasında bambu yükü taşıyan bisikletliyi ezmemek için yavaşladı. Julio Chavarria uykusundan uyanarak dışarıya bir göz attı. Fakat göz alabildiğine uzanan yemyeşil ormandan başka bir şey göremedi. Kostarika ve Panama arasındaki Paso Canoa gümrüğünden geçtiklerinden beri manzara hiç değişmemişti. Minibüs radyosundan yükselen yöresel müziğe ve yolcuların gürültüsüne rağmen tekrar uyumaya çalıştı. Eli dizinin üzerine yerleştirdiği çantasının sapında yanından geçtikleri yeşilliği seyrediyor- du. Kostarika’nın başkenti San Jose’den taksi tutarak sınıra gelmiş oradan da David’e gitmek için bu küçük otobüse binmişti. David’den Perla Havayolları ile Panama City’ye gidecekti. Hafif hafif çiseleyen yağmur ön camı kirletmişti. Pencerelerin açık olmasına rağmen, minibüsün içi insanı bunaltacak kadar sıcaktı. Julio Chavarria cebinden bir mendil çıkartıp, boynunu sildi. Susuzluktan ölecek gibiydi, fakat bunun tek nedeni sıcak değildi, içgüdüsel bir hareketle çantasının fermuarını kontrol etti. içindeki kağıtları elde etmek için aylarca uğraşmış ve bir sürü tehlikeyi göze almak zorunda kalmıştı. Kostarika’ya yaptığı yolculuk en önemli noktaları açıklığa kavuşturabil5 mesine yardımcı olmuştu. San Jose’de saklanan bir adam yüzünden Panama’da başına ödül konmuştu.


Minibüs yokuşta hızlandı, sonra birden yavaşladı. Julio Chavarria yolun kenarındaki Land Rover ile yeşil üniformaları ve ellerinde silahlarıyla iki askeri farketti. içlerinden biri yolun ortasında minibüsün durmasını işaret ediyordu. Şoför denileni yaptı. Askerlerden biri kapıyı açıp, boğuk bir sesle içeriye doğru bağırdı: —Kağıtlar! Sadece yol kontrolü yapılıyordu. Kostarika’ da işsizlik oranı yüzde kırk, Panama’da ise sadece yüzde yirmiydi. Bu yüzden de kaçak isçiler her yerde cirit atıyordu. Julio Chavarria diğer yolcular gibi, kimlik kartını uzattı. Kontrol çabucak bitti ve araç tekrar hareket etti. Yirmi dakika sonra, Panama’nın ilk köyü olan Concepcion’un girişinde durdular. Şoför: —On dakika mola! diye bağırdıktan sonra aşağı indi. Az sonra Julio Chavarria da minibüsü terketterketti. Tam karşılarında “Cafe Los Mellos” vardı. Bazı yolcular hâlâ koltuklarında uyukla- maya devam ediyorlardı. Julio Chavarria çatısı bambudan yapılmış terasa girdi.

—Bir Perrier! diye seslendi. Garson içkisini verdikten sonra, vantilatörün karşısına geçti. Julio Chavarria sadece birkaç yudum içecek zamanı ancak bulmuştu ki, gözlüklü, kot pantolonlu bir adam hiçbir şey söylemeden karşısına geçip oturdu. Julio Chavarria’nın ilk gördüğü adamın incecik 6 dudakları ve altın dişleri olmuştu. Yabancı nazikçe sordu: —Senyor Julio Chavarria? Julio boğazında bir şeylerin düğümlendiğini hissetti. Burada onu kim tanıyabilirdi? —Evet, dedi tedbirli bir sesle. Adam cebinden bir kart çıkartıp ona gösterdi. —Fuerza Especial G2. Boğazındaki düğüm büyümeye başlamıştı. G2 polis örgütündeki siyasi şubenin adıydı. Julio Chavarria sesini kontrol etmekte güçlük çekiyordu. Polisin yüzünde yatıştırıcı bir gülümseme belirdi. —Önemli bir şey değil senyor… Sadece Kostarika’ya yaptığınız ziyaret hakkında gö- rüşmek istiyorum… —Fakat minibüs birazdan hareket edecek! diye itiraz etti Julio Chavarria. David’den kalkacak uçağa yetişmek zorundayım. —Fazla vaktinizi almaz, sadece birkaç dakika, dedi polis.

Benimle arabama kadar gelir misiniz? Orada daha rahat konuşuruz… Yerinden kalkmıştı bile. İçinden bir ses, Julio Chavarria’ya kendisini kurtarmasını söylüyordu, fakat korkuyla olduğu yere çivilenmiş gibiydi. Çevresine bakmıp, bu ıssız yerde kendisine yardımcı olabilecek bir şeyler bulmaya çalıştı. Eğer karşı gelirse polis onu zorla alıkoyabilirdi. O zaman da uçağı kaçırması kesinleşirdi. Bu da altından kalka- mayacağı zorlukların başlaması demekti. Pa- nama’da polis çok güçlüydü. Kalkıp garsona seslendi. —Hesap! 7 Garson yanına gelince parayı uzattı. —Al, dedi. Bu bey G2’den. Benimle konuşması gerekiyormuş. Minibüsün şoförüne söyle ben gelmeden hareket etmesinler. Polis biraz ileride bekliyordu. Az sonra ikisi de ahşap barakadan çıktılar.

Julio Chavarria’ nın boğazı kurumuştu. Elinden deri çantasını bırakmamıştı. Bir ağacın altına içinde iki asker bulunan bir Land Rover park edilmişti. —Bin! diye emretti polis Julio Chavarria’ya Land Rover’ı göstererek. Chavarria’nın her yanından ter boşanmıştı. Olduğu yerde kalakaldı. —Beni nereye götüreceksiniz? —Bin! diye tekrarladı polis. Sesi kuru, ve kayıtsızdı. Julio Chavarria birden geri dönüp yola doğru fırladı. Fakat elinde silahıyla dimdik duran bir askere çarptı. Arkasından G2 polisinin alaycı sesi duyuldu., —Ellerini kaldırmak zahmetinde bulunur musun? Julio Chavarria, çantasını bırakmadan yavaşça emre uydu. Polis yaklaşıp çabucak üzerinde silah olup olmadığını kontrol etti, fakat çantayı almaya kalkışmadı. İşini bitirince Julio’nun sırtına hafifçe vurdu. —Tamam, ellerini indirebilirsin.

Şimdi gel. Chavarria hem adamın ses tonu hem de çantasını almaya kalkışmaması sayesinde biraz sakinleşmişti. —Nereye gidiyoruz? —Uzağa değil, dedi polis. Biriyle buluşaca- ğız.—Ya uçağım? —Eğer minibüs giderse seni David’e kadar biz götüreceğiz. Chavarria arkaya oturdu. Polis de yanına yerleşti. Az sonra hareket ederek ormanın içine doğru uzanan yola saptılar. Land Rover, yola devrilmiş obir ağacın yanından geçti. Julio Chavarria tropikal ormanın temiz havasını ciğerlerine doldurdu. Dallar ön camaçarpıp duruyordu. Concepcion’ un son evleri de gözden kaybolmuştu. Çevredeki tek uygarlık belirtisi bir mısır tarlasıydı. Yol boyunca hiç konuşmadılar. Polis yolcusuyla ilgilenmeden gözlerini ileriye dikmişti.

Julio Chavarria saatine bakınca, minü- büsünü kaçırdığını düşündü. —Nereye gidiyoruz? diye sordu yine, boğuk bir sesle. Korku bütün benliğini sarmaya başlamıştı. Tek güvendiği üniformaların ve G2 kimliğinin üzerinde uyandırdığı etkiydi. Polis ona doğru döndü. —Ormanı sevmiyor musun? —Nereye gittiğimizi öğrenmek istiyorum, diye ısrar etti Julio Chavarria. Buralarda hiç resmi bina yok. Polisin siyah gözlerinde alay dolu bir parıltı belirdi. —Biraz sabır dostum. O kadar sakin görünüyordu ki, Julio Chavarria biraz rahatladığını hissetti. Panama’ nın El Salvador’a benzemediği, kesindi. Bura- daki askeri diktanın kan dökme eğiliminde olmadığını biliyordu. Ellerini sıkılganlıkla çantasının üzerine yerleştirdi ve kalp atışlarını 8 9 bastırmaya çalıştı. Orman birden seyrelmişti. Nereye gittiklerini tahmin etmeye çalıştı.

Birden Land Rover bir” açıkta durdu. Julio Chavarria, bej rengi bir Datsun gördü. Ön tarafta iki kişi oturuyordu. —Vamos! dedi polis. Sonra araçtan atlayıp, yolcusunun inmesini bekledi. Askerler hâlâ Land Rover’daydılar. Julio askerlerden birinin silahının ateş etmeye hazır bir durumda üzerine dikildiğini gördü. Gerçekten endişe verici tek hareket buydu. Julio Chavarria birden paniğe kapılmıştı. Aşağı ineceğine koltuğunda büzülüp kaldı. —Bu adamlar kim? diye sordu. —Seninle görüşmek isteyen adama götüre- cekler seni diye anlattı polis. —Kim o? —El Viejo, dedi polis yüzünde gizemli bir ifadeyle. Julio Chavarria damarlarındaki kanın don- duğunu hissetti. El Viejo, ülkenin en güçlü adamı,polis örgütünün şefi Emiliano Coiba’nın takma adıydı.

Kendisinin topladığı deliller de onun aleyhindeydi. Panama’nın bu en sözü geçen adamı, bu ormanın ortasında ona ne yapmak isteyebilirdi? Korkusu gitgide büyüyor du. —Yalan söylüyorsunuz! diye bağırdı. Beni kaçırmak istiyorsunuz! Hemen beni şehre götürün. —Yalan söylemiyorum dostum. Annemin başı üzerine yemin ederim. El Viejo seni görmek istedi… Buradan fazla uzakta değil. O arabanın içindekiler de özel muhafızları. —Niçin beni görmek istiyor? 10 G2’nin adamı bıkkınlıkla ellerini açtı. —Bunu kendisi söyleyecek. —Niçin burada değil? —David’den helikopterle geldi. Bu görüş- menin gizli kalmasını istiyor. Haydi gidelim! Tekrar bir sessizlik oldu. Arabadaki iki adam hâlâ onlara bakıyordu. Sonra polis sessizliği bozdu.

—Kararını ver! El Viejo beklemekten hoşlanmaz. Julio Chavarria’yı elinden yakalayıp, Land Rover’dan dışarı çekti. Chavarria çantasını daha sıkı kavrayıp, söylenilene uydu. Toprak o kadar yumuşaktı ki, sünger üzerinde yürüyor – muş gibi bir hisse kapıldı. Datsun’a doğru dönen polisin yüzü bir gülümsemeyle aydınlandı. —Hey Guapo buraya gel. Adamlardan biri, Datsun’dan çıkıp yaklaştı. Yanlarına gelince, Julio Chavarria’ya elini uzattı. —Tanıştığımıza sevindim senyor… Chavarria kendisine uzatılan eli sıktı. Birden uyanmıştı. Yeni gelen adamın Kolombi- ya aksanıyla konuştuğunu farketmişti. Kolom- biyalıları sevmezdi. Polis parmaklarını şaklattı. ___—Güzel, dedi. Hoşçakalın.

Dostlarımız seni David’e götürecekler. Az sonra Land Rover’a binmişti bile. Şoför sigarasını atıp, motoru çalıştırdı. Julio Chavar- ria itiraz etmeye zaman bulamadı. Onu getiren araç gözden kaybolmaya başlamıştı. Kolombiyalı gözlerini kısmış onu inceliyordu. Land Rover iyice uzaklaşınca sakin fakat aceleci bir tavırla konuştu. 11 —Gidelim senyor. —Nereye? Kolombiyalı yorgun bir sesle cevap verdi. —Size söylediler ya, senyor… Elini Chavarria’nm omuzuna koyup onu Datsun’a doğru yürüttü. Julio Chavarria şoförün yanma adam da arka tarafa yerleşti. Küçük araba yumuşak zeminde zorlukla hareket etti. Şoför radyoyu sonuna kadar açmıştı. Tıraş olmamış kaba bir yüzü vardı. Ülkenin en güçlü adamı için bunların pek uygun kişiler oldukları söylenemezdi.

Julio Chavarria yine paniğe kapılmıştı. Kimsenin almaya çalışmadığı çanta- sını, göğsüne bastırdı. Oysa başlangıçta endişe ettiği tek şey çantayı almak isteyecekleriydi. Datsun ormanda ilerlerken rahatlamak için kendi kendine daha önce de başına buna benzer şeyler geldiğini söyleyip duruyordu. Belgeleri alsalar bile, bildiklerini kendisi de anlatabilirdi. Kafasından kanını donduran bir düşünceyi silmeye çalıştı. —Daha çok var mı? —Hayır dedi El Guapo denilen adam arkadan. Sonradostça omuzuna vurdu. —El Viejo’yu görmek için sabırsızlanıyor- sun galiba? Yüzündeki gülümseme iyi niyetliye benziyordu. Ağaçlar seyrelmeye başlamıştı. Datsun düz bir yere vardığında Julio Chavarria yaklaştıkla- rını anladı. General Coiba sık sık helikopterle yolculuk ederdi ve bu aletlerin de nereye konacaklarını kestirmek zordu. Herhalde 12 general yeni ortaya çıkan düşmanı Julio Chavarria ile birlikte görülmek istemiyordu… Acaba ona ne söyleyecekti? Para mı verecekti? Yoksa tehdit mi edecekti? Datsun durdu. Julio çevresine bakındı. Ormanın kenarına gelmişlerdi.

Yol bir mısır tarlasıyla içi yeni kesilmiş dallarla doldurulmuş bir hendek arasında kalmıştı. Şoför motoru susturup, arabadan çıktı. Julio Chavarria’nm boğazına yine bir şeyler düğümlenmişti. El Guapo’ya döndü. —El Viejo nerede? Kolombiyalı da arabadan inmişti. —Gelecek, dedi nazik bir sesle. El Guapo, Julio Chavarria’nm kapısını açtı. Chavarria adamın elindeki upuzun bıçağı farkedince bacaklarının tutmadığını hissetti. Julio Chavarria müthiş bir mide bulantısıyla sarsıldı. Bir süre yerinden kıpırdayamadı. Bu kez karşı karşıya bulunduğu basit bir tehdit olayı değildi. İçindeki huzursuzluğun boşuna olmadığını anlıyordu. Hafif bir çığlık atarak eünde hâlâ sımsıkı tuttuğu deri çantasıyla mısır ı tarlasına doğru koştu. El Guapo onun yolunu kesmek için fırladı. SonraÜa bıçağını çekerek Chavarria’ya savurdu.

Bıçak sağ eline isabet edince, Julio Chavarria acının etkisiyle çantasını bıraktı ve dengesini kaybetti. Kendisim toparlaması uzun sürmedi. Hâlâ kaçma şansı vardı. Mısır tarlasıyla arasında sadece birkaç metre kalmıştı. Oraya varır varmaz uzun dalların arasında saklanması zor olmazdı. Fakat hemen kaçmak yerine, gözleriyle 13 çantasını aradı. Bulur bulmaz da yerinden fırladı. Ama artık çok geçti. O ağır vücudunu yerinden kaldırana kadar Kolombiyalı bir çelme takıp Chjavarria’yı yine boylu boyunca yere sermişti. Tam tekrar doğrulacakken, şakağına yediği tekmeyle kendinden geçti. Kolombiyalı onu kolundan yakalayarak hendeğe doğru sürükledi. Datsun’un şoförü tabancasını çıkarmış çevreyi gözlüyordu. Hendeğin yanına geldiklerinde, El Guapo tutsağının kolunu bırakarak aşağı atladı. Sonra da Chavarria’yı yanına çekti. Julio Chavarria sarsıntının etkisiyle kendine gelip inledi.

El Guapo bıçağını bırakıp onu koltuk altlarından kavrayarak kaldırdı ve büyük bir bir ağaç kütüğüne doğru fırlattı. Az sonra suç ortağı da elinde tabancasıyla yanlarına geldi. Kolombiyalı ani bir hareketle onu durdurdu. —Sessiz ol! diye homurdandı. Bıçağını tekrar eline alıp, tutsağına doğru yaklaştı. Gömleğinin yakasını arkadan tutup hızla asıldı. Gömlek yırtılmış boynunu açık bırakmıştı. El Guapo Chavarria’yı hareketsiz kılmak için sol elini sırtına koyarken tabancalı adam da hayranlıkla nefesini tutmuş onları izliyordu. Chavarria başım çevirip bıçağı görünce, korkudan deliye dönerek kaçmak istedi. Fakat aynı anda Kolombiyalı bir refleks hareketiyle bıçağını adamın sırtına saplayıverdi. Julio Chavarria çamurun içine düşmüştü. Bağırıp duruyor, sırtından oluk gibi kan akıyordu. El Guapo çılgına dönerek bıçağım arka arkaya saplamaya başladı. Chavarria her darbede biraz daha yüksek sesle bağırıyor, acıyla kıvranıp duruyordu. Sonunda Kolombiyalı bıçağı ensesine daldırınca, çığlıklar birden kesildi.

El Guapo bir anda sakinleşerek doğruldu. Tabancalı arkadaşı mosmor olmuş ve geri çekilmişti. Kolombiyalı sakin bir tavırla bıçağı kurba- nından çıkartıp toprağa sapladı. —Yardım et de şunu kaldıralım. Cesedi çamurdan- alıp ağaç kütüğünün üzerine yerleştirdiler. El Guapo’nun deliliği geçmiş iyice sakinleşmişti. Julio Chavarria’yı saçlarından kavrayarak bıçak darbeleriyle basını gövdesinden ayırmaya başladı. Arkadaşı adamın öldüğünü bildiği halde yine de bu manzara karşısında fena olmuştu. El Guapo damarları, kıkırdakları,omuriliği tek tek kesti. Gözlerinde yine delice bir ifade belirmişti. —Salak! diye homurdandı. Ayağıyla hızla vurarak, cesedin başını bir futbol topu gibi hendeğin öbür tarafına fırlattı. Sonra yine sakinleşerek kenardaki otlarla bıçağını temizledi. Arkadaşı gözlerini parçalan- mış cesetten ve boyundan sarkan beyaz sinirlerden alamıyordu. Kolombiyalı onun bakışlarına şaşırarak bıçağının ucuyla bir et parçasını kaldırdı.

—Güzel! Herkes bir çapkınlık gecesinin sonucu olduğunu zanneder. —Öyle, öyle, dedi öteki yaltaklanarak. Kusmamak için kendini zor tutuyordu. —Git torbayı getir! Adam hemen hendeğin kenarından tırmanıp 14 15 arabaya koştu. Elleri titrediğinden eldiven kutusundaki plastik torbayı çıkarması kolay olmadı. Döndüğünde El Guapo parçaladığı cesedin yanına oturmuş, sigarasını tüttürüyor- du. Gençliğinde Kolombiya’daki şiddet olayları- na karışmış, kadın, çocuk erkek demeden bir sürü insanı bıçağıyla doğramıştı. Tek darbede bir bebeğin kafasının nasıl uçurulacağım iyi öğrenmişti. O yüzden o anda yaptığı şey pek fazla önemsenecek türden değildi. Dirseğindeki hafif bir ağrıdan ve susuzluktan başka bir şey hissetmiyordu. —Çabuk ol, dedi, şu hainin kafasını al da kaçalım. Arkadaşı, Kolombiyalı’nın tekmeleyerek fırlattığı yerden ölünün başını aldı ve mavi plastik torbaya koydu. Yerdeki başı saçların- dan tutabilmek için korkunç bir çaba harcaması gerekmişti. El Guapo ona horgörüyle bakıyor,bu cansız şeyin onu hâlâ korkutabilmesine şaşıyordu. —Haydi, çabuk ol! Isırmaz seni… Öteki acıyla gülümseyerek torbayı kapattı.

Birlikte hendekten çıktılar Yoldan bakınca ceset görünmüyordu. Geçerken El Guapo Julio Chavarria’mn çantasını alıp arabaya attı. Sonra kopardığı kafayı ayaklarının dibine yerleştirip gülerek arkadaşına döndü. —Aslında ona yalan söylemedik! El Viejo’ yu gerçekten görecek. 16 II. BÖLÜM Malko, uçağın penceresinden Panama Körfezi’ ne demir atmış kanala çıkmak için sıra bekleyen gemilere baktı. Pasifik-Atlantik yönündeki geçişler öğlen birde başlıyordu. Paris’te, Tahiti üzerinden gelen Fransız Havayollarının uçağına binmediğine pişman olmuştu. Güney Pasifik bu gri renkteki okyanusla karşılaştırınca çok daha güzeldi. Ormanlarla kaplı tepeler arasından son derece modern yapılarıyla, Miami’nin küçük tir kopyası olan Panama City’yi gördü. Daha sonra uçak alçaldı ve kanal bölgesinde bulunan Amerikan topraklarındaki Howard Hava Üssü’ne doğru inişe geçti. Aynı anda, büyük bir Chinook helikopteri de o yöne doğru alçaldı. Panama kanalı 1979’da Panama Devleti’ne devredilmiş fakat korunması 1999 yılma kadar Amerikalılar’a verilmişti. Uçak, sarsılarak piste kondu ve hangara kadar ilerledi. İndiklerinde, Malko’yu beyaz gömlekli bir adam karşıladı.

Gömleğinin cebine iliştirdiği rozette “Lt Martinez” yazıyordu. Elini saygıyla Malko’ya uzattı. —Günaydın, efendim. Bir helikopter sizi Güney Bölgesi Komutanı General McAuliffe’e götürecek. Havada nemli bir sıcaklık vardı. Malko helikoptere varana kadar ter içinde kalmıştı. Teğmen Martinez misafirini helikoptere 17 yerleştirdi. Pilot da dostça bir selam vererek, kemerlerini bağlayıp bağlamadığını kontrol etti. Kanalı sollarında bırakarak askeri baraka- ların bulunduğu yasak bölgeye doğru uçuşa geçtiler. CIA burada kendi evindeymiş gibi rahat davranabiliyordu… Kanalın öbür yanında, Amerikalıların gerilla savaşları için özel timler eğittikleri bir okul bulunuyordu. Helikopterin kapısı açıldığında, Malko filmlerden fırlamışçasına gerçek dışı bir görünüşü olan bir deniz teğmeni gördü. —Güney Bölgesi Komutanlığı’na hoşgeldi- niz, “Sir”! “Sir” kelimesini özellikle bağırarak söyle- mişti. Malko çevresine bakındı. Bölgeye yabancı- ların girmesine izin verilmiyordu. Görünürde askeri.

polislerden başka kimseler yoktu. Tesis mükemmel bir güzellikteydi. Küçük bungalovların yerleştirildiği yemyeşilçimenlerinüzerinde uzun, ince hindistancevizi ağaçları vardı. Burada her şeye özen gösterildiği belliydi. Deniz bile tertemizdi. Malko adımlarını büyük bir villaya doğru yönelen teğmen uydurdu. Merdivenlerde Mal- ko’yu gözlerinden zekâ fışkıran, iriyarı bir adam karşıladı. —Ben Herbert Lawn, dedi. Sanırım bir içki size iyi gelir. Hava sıcak, değil mi? Teğmen valizi bıraktıktan sonra, topukla- rıyla selam verip aşağı indi. CIA’nın Panama Bölge Şefi buruşuk beyaz gömleği ve şekilsiz pamuklu pantolonuyla ihmal edilmiş bir ev erkeğini andırıyordu. 18 Malko, Amerikalı’yi verandaya kadar izledi ve karşısındaki koltuğa yerleşti. Büyük vantilatörler ılık ve nemli hava üflüyorlardı. Bir asker altın rengi bir içkiyle dolu iki bardak getirdi. Amerikalı kendisininkini alıp kalktı.

—İşte, tekila, portakal likörü ve buz! Panama’ya hoşgeldiniz. Malko bardağından bir yudum aldı. Nefis bir şeydi. Herbert Lawn bir dikişte hepsini bitirmişti. Asker hemen iki bardak daha getirdi. Amerikalı hoşnutlukla iç geçirdi. —Güzel değil mi? General Mc Auliffe, bu görüşme için evini emrime verme nezaketini gösterdi. Burası konsolosluktaki büromdan çok daha rahat. Deniz piyadeleri her yeri dikkatle kontrol altında tutuyorlardı. Çevrede yoldan çok seyrek geçen arabaların gürültüsünden başka ses duyulmuyordu. Herbert Lawn söze başlamak için Malko’ nun içkisini bitirmesini bekledi… —Sizi burada görmekten çok memnunum. Parlak bir siciliniz var ve şu günlerde sizin gibi birine rastlamanın zor olduğunu biliyoruz. David Wise iyi dostumdu. Sizden bana sık sık bahsederdi. Wise Malko’nun CIA’daki ilk patronuydu.

Dört sene önce kanserden ölmüştü. Planlama bölümünün başkanlığını yapıyordu. Malko David Wise’a karşı büyük bir hayranlık ve saygı duyardı. Şirket sayesinde kendisine lüks bir yaşama ortamı sağlayan oydu. —Niçin burada olduğumu bilmiyorum dedi Malko. 19 Herbert Lawn gürültülü bir kahkaha patlattıktan sonra bambu sehpanın üzerindeki ince, sarı bir dosyayı aldı. —Oldukça can sıkıcı bir görev dedi. Malko şaşkınlıktan dilini yutmuş gibiydi. Genellikle CIA hep moral düzeltici durumu hafifleten konuşmalar yapar ve birkaç ufak aksilik dışında sonuç hep iyi olurdu. Bu kez böyle bir giriş yapıldığına göre, iş gerçekten son derece tehlikeli olmalıydı. —Can sıkıcı demekten kastiniz ne? Herbert Lawn’un bakışlarında neşeden eser kalmamıştı. —Çıkarlarımıza zarar verebilecek bir eyle- min gerçekleştirilmesine engel olacaksınız. Başka bir deyişle Şirket’in her zamanki alışkanlığı doğrultusunda bir cinayet işlenmesi gerekiyordu. Bu gizli kalmış bir ihanet olayı olamazdı. Aksi halde kendisini çağırmazlar di.

Aslında biraz da şaşırmıştı, ne de olsa CIA’da bir katil olarak ün yapmamıştı. Tam aksine şiddetten nefret eder ve en kötü olayları bile zekâsı ve kendine özgü stiliyle karşılamaya çalışırdı. —Çıkarlarınız nelerdir? diye sordu vantilatörün rüzgârıyla yüzü kırışarak. —General Emiliano Coiba’dan bahsedildiğini duydunuz mu? —Tabii, dedi Malko. Ülkenin en güçlü adamı, değil mi? —Doğru, başkan bir kukladan başka bir şey değil. —İş onunla mı ilgili? —Tamamen. —Niçin? Amerikalı’nın kahverengi gözleri muzip bir ifadeyle parladı. —Neden daha önce harekete geçmediğimizi sorsanız daha iyi olur. Aslında 1972’de de bu çözümü önermiştik. General Coiba, boğazına kadar uyuşturucu işine batmış durumda. Kokain nakliyesi karşılığında para alıyor. Kübalılar’a askeri ve teknik bilgiler satarak fuhuş ve pasaport trafiğini kontrol ederek bize ihanet ediyor. Ayrıca M 19 tipi silahların getirilmesinde rol oynuyor. Üstelik son seçimlerde de işe hile karıştırmış. Malko kılını bile kıpırdatmadı.

Bu Güney Amerikalı yüksek rütbeli subayların hiç değişmeyen özelliğiydi. Aklına birden bir şey gelmişti. —Sanırım bu general kısa süre önce Pentagon tarafından kabul edilmişti, dedi. Yanlış hatırlamıyorsam Şirket’le de arası iyiydi. Sonra ne oldu? Herbert Lawn dosyadan bir fotoğraf çıkartarak Malko’ya uzattı. —Bu. Siyah-beyaz fotoğrafta çırılçıplak üzerinde 85100 yazılı bir masaya yatırılmış başı olmayan bir ceset görünüyordu. Fotoğrafı yerine bıraktı. —Kim bu? —General Coiba’nın sebep olduğu ilk korkunç olay dedi Amerikalı. —Yani? —Adamın adı Juilo Chavarria’ydı. Bizim tarafımızdan bir avuç senatörce desteklenen Panamalı bir politikacıydı. Ayrıca DEA (Uyuşturucuyu önleme Kurulu) ve Şirket 20 21 hesabına casusluk yapıyordu. Son olarak kendisine bir görev verilmişti. General Coiba’ ya karşı delil »toplayacaktı. Böylece onun üzerinde baskı uygulayabilecektik, iki hafta önce bizi arayarak istenileni yaptığım hatta beklenilenden fazlasını elde ettiğini bildirdi.

Ele geçirdiği belgelerle birlikte Kostarika’dan Panama’ya doğru yola çıkmak üzere olduğunu söyledi. —Peki ne oldu? —Parçalanmış cesedini Kostarika sınırının yakınında bulduk. Sanırım bir G2 polisi tarafından kaçırılmış. Tabii belgeler de ortada yok… —Fakat başını niçin kesmişler? diye sordu Malko. Tanınmasını engellemek için mi? Amerikalı nefretle yüzünü buruşturdu. —Hayır, galiba Coiba, Chavarria’mn ken- disinin aleyhine çalıştığını öğrenince öfkeden deliye dönmüş. Ve başını istediğini söylemiş… Dostları da sözünü dinlemişler… —Ya sonra? Bölge şefi içkisinden bir yudum daha aldı. —Bu yaptığı Coiba’ya pahalıya patlayacak. Basit bir cinayet olsa belki geçiştirilebilirdi, fakat demokrat senatörlerimizin sabrı taştı. Konu Beyaz Saray’a kadar ulaştı ve sonunda bize geldi. Bu arada New York Times ve televizyon var güçleriyle Coiba’ya yüklendiler. İşte karşılarına yine rahatsız edici bir dost çıkmıştı. Şah, Marcos, Somoza ve Bebek Doc derken şimdi de sırada Coiba vardı. Herbert Lawn ciddi bir tavırla başını salladı. —Coiba bundan önce de çok pot kırmıştı.

Bu vahşi cinayet bardağı taşıran son damla oldu. DG’ye haber verildi. Langley ile yaptığımız görüşme sonucunda, Emiliano Coiba’nın kariyerine son verilmesi kararlaştırıldı. —Kim kararlaştırdı? diye sordu Malko. —Milli Güvenlik Konseyi. Vantilatörler hâlâ sessizce dönmeye devam ediyordu. Pasifik, bir fırtınanın habercisi gibi kurşuni bir renk almaya başlamıştı. Malko koltuğunda kımıldandı. —Coiba’yi öldürmek için bana mı güveni- yorsunuz? diye sordu. Bunun benim uzmanlık alanımın dışında olduğunu bilmiyor musunuz? Herbert Lavvn’un yüzünde eğlenen bir ifade belirdi. Fok balıkları gibi nefes alarak öne eğildi ve dosyadan büyük bir fotoğraf çıkartarak Malko’ya uzattı. Malko bir önceki korkunç görüntüden sonra bu fotoğrafı görünce zevkten dört köşe oldu. Bu melez olduğu anlaşılan esmer bir kızın fotoğrafıydı. Kızın vahşi bir güzelliği vardı. Leopar desenli bir mayo giymiş, merdivenlerin üzerinde ayakta poz vermişti.

İri göğüsleri incecik beliyle büyük bir çelişki oluşturuyordu. Bukleli siyah saçları, iri dudakları ve kocaman badem gibi gözleriyle tipik bir Latin Amerikalı’ ydı. —Kim bu? diye sordu Malko. —Miranda Ochoa, dedi CIA’nın bölge şefi. 1984 Panama Güzeli. Yeni hedefiniz.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir