Gerard De Villiers – 82 Nasser Plani

Saronikos Körfezi’nin üzerindeki kurşun gri- si bulutlar arasından, yere doğru yaklaşan, gü- müş gibi parlak bir nokta göründü. Bu Atina Havaalanı’na inmek üzere olan bir uçaktı. Malko saatine bir göz attı. Bu, Tripoli’den ge- len Libya Havayollan’nın uçağı olmalıydı. Ya- ni beklediği uçak. Atina Havaalanı’nın büyük salonu, sonuna kadar açılmış olan klimaya rağ- men, boğucu sıcaktı. Güneş, bol buzlu “Uzo” içmeyi, kahramanlık göstermeye tercih eden, te- peden tırnağa silahlı ter içindeki Yunan polisle- rinin yumuşak bakışları altında, tüm salonu doldurmuştu. Birçok terörist saldırısından sonra, Atina Ha- vaalanı kötü bir şöhret yapmış, Yunan Hükü- meti de, sorumlularının büyük bir olasılıkla Araplar olduğu bu hareketler karşısında güven- lik önlemlerini artırmıştı. CIA’nın Atina’daki bölge şefliği de, Ortado- ğulu teröristlerin geçiş yeri olarak Yunan baş- kentini kullandıklarını rapor etmeye devam ediyordu… Malko çevresini saran kalabalığı inceledi. Bu masum yolculardan hangisi bir bomba yerleştir- meye ya da uçak kaçırmaya teşebbüs edebilirdi? Yolcularını indirmek üzere olan Fransız Ha- vayollan’nın bir uçağı bir polis kordonuyla sa- rılmıştı. Halbuki Fransızlar, teröristler tarafından en az tehdit altında bulunanlardan- dı. Malko dikkatini yaklaşan uçağa yöneltti. Bo5 eing 727 henüz milliyetinin anlaşılabilmesi için çok uzaktaydı. Uçağın denize paralel piste inip, salona doğru yaklaşması için, bir süre daha bek- lemek zorunda kaldı. Sonra dümenin üzerinde- ki, Libya Havayollarının amblemi olan üç kırmızı oku farketti.


O zaman yanındaki çok za- yıf, sıcağa rağmen koyu renk takım elbise giy- miş adama döndü. Göz çukurları yorgunluktan daha da derinleşmiş, yüz hatları iyice gerilmiş- ti. — Sanırım o, doktor, dedi Malko. — Çok şükür! dedi Mark Scargill dişlerinin arasından. Frankfurt’tan Amerikan Hava Kuvvet’lerinin bir uçağıyla iki saat evvel gelmişti. Gizli operas- yonlar için özel olarak yetiştirilmiş, askeri bir doktordu. Amerikalı rehinelerin fotoğrafların- dan, sağlık durumlarını anlamayı başaran oy- du. Libya Havayolları’na ait 727 salonun karşı- sında durmuştu. Az sonra yolcular inmeye baş- ladılar. İçeriden çıkanların çoğu erkekti. Hepsi bir otobüse doluştular ve 727 beş dakika içinde tamamen boşaldı. — Gidelim, dedi Mark Scargill. — Daha vaktimiz var, diye cevap verdi Malko, Yunanlılar pek acele etmiyorlar. Yolcuları taşıyan otobüs giriş kapısına yöne- lirken uçağın ambar kapakları açılmıştı. Mal- ko’nun kalp atışları birden hızlandı.

Bu seferki olağanüstü gizli bir görevdi. O kadar ki Yunan topraklarında bulunduğundan, Atina bürosunun bile haberi yoktu. Viyana’dan önceki gün gelmiş ve ancak işlerini ayarlamak, bir araba kira- lamak ve sıradan zengin bir turist gibi Büyük 6 Britanya Oteli’ne yerleşmek için zaman bulabil- mişti. Malko Libya uçağına bakarken, IPA’nın ge- lişini belirleyip belirlemediğini merak etti. Yunan Gizli Servisi aşın sol düşünceleri yüzünden ka- ralanmıştı ve teröristlerle işbirliği yaptığı yolunda şüpheler vardı. Yunan Haberalma Örgütü KYP’ye gelince CIA onları, olay kendi toprakları üzerinde geç- tiği halde, bu görevin dışında tutmaya karar ver- mişti. Görevliler, yürüyen bir halı sayesinde, Boeing 727’nin ambarını boşaltmak üzereydiler. Valiz- ler ve sandıklarla dolu bir yük arabası konvoyu daha uzaklaştı. Malko araçtan gözlerini ayıra- mıyordu. Yanında duran Doktor Scargill de nefesini zor tutuyordu. Yunanlı eğilip, yürüyen halıyı dur- durdu. Boşalma işlemi tamamlanmıştı. Doktor Scargill boğuk bir sesle bağırdı. — Himmel! dedi Malko da, bir yankı gibi. Nereye gideceğini bilmeden, pencerenin önün- den uzaklaştı.

Aynı anda, bir görevli yürüyen halıyı tekrar çalıştırdı. Bir süre ambardan hiç- bir şey çıkmadı. Sonra iki görevli tarafından ya- kalanan siyah bir şey göründü. Malko ekibin başındaki adamın aceleyle haç çıkardığını far- ketti. Siyah bir tabut yavaşça ambardan çıktı. * ** Sıcaktan bunalmış, kötü tıraşlı gümrükçü, kendisini öğle uykusundan uyandıran iki ya- bancıya pek de sevimli olmayan bir ifadeyle baktı. Garipbir uğultuyla çalışan, küçük vanti- latöre rağmen, içeride sıcaklık 50° olmalıydı. Yerler boş bira şişeleriyle doluydu. 7 — Ne istiyorsunuz? diye sordu görevli homurdanarak. —Tripoli’den gelen bir eşyayı almak için ne- reye başvurmamız gerekiyor. — Buraya, diye iç geçirdi gümrükçü, fakat akşam ya da yarın sabah erken bir saatte gelin. Bil- dirge henüz elime geçmedi… Almak istediğiniz neydi? — Bir tabut, dedi Malko. Gümrükçü şaşkınlıkla ona baktı. — Tabut mu? Boş mu? — Hayır, dedi Malko üzgün görünmeye çalı- şarak. Öteki beynini alkolün verdiği sersemlikten arındırmaya çalışarak doğruldu.

Malko adamın masasının üzerine, özenle bin drahmi bıraktı. — Arkadaşlarımızdan biri Tripoli’de öldü, diye anlattı. Ailesi kendi! ülkesinde, Avusturya’ da toprağa verilsin istedi. — Anlıyorum! dedi gümrükçü acıyan bir ses- le. Tabii tabutu da uçaktaydı. Bundan emin mi- siniz? Çünkü söz konusu olan Libyalılar olun- ca. — Tabutu gördük, dedi Malko. Yunanlı ona endişeli bir bakış fırlattı. — Fakat, onu nasıl götüreceksiniz? —Meraklanmayın, dedi Malko. Atina’da bir cenaze arabası kiraladık. Zaten pek uzağa da git meyeceğiz. Olympic Havaalanı’ndan özel bir uçak onu gömüleceği yere götürecek. Atina’da iki havaalanı vardı. Biri uluslara- rası uçuşlar için, diğeriyse Olympic Havayolları ve özel uçaklar için kullanılırdı. Aralarındaki uzaklık sadece iki kilometreydi.

Malko çantasından bir tomar belge çıkararak, gümrükçüye uzattı. Kağıtlardan biri Avusturya Konsolosluğu’nun, 14 Haziran 1986’da kalp kri- zinden ölen Joachim Frost’un ailesinin isteğini doğrulayan yazısıydı. Bütün belgeler Yunan makamlarınca onaylan- mıştı. Ayrıca tabutun, en kısa zamanda öbür ha- vaalanına gönderilmesini isteyen bir de emir vardı… Gümrükçü belgeleri bırakarak, şaşkın bir hal- de telefona yöneldi. İlk kez gümrükten bir tabut geçirilmesinden sorumlu olacaktı ve bunu nasıl yapması gerek- tiğine dair pek fazla bilgisi yoktu. * ** — Buyrun lütfen… Gümrükçü Malko’ya ve yanındaki adama hangara girmeleri için yol verdi. On dakika ka- ^ dar oraya buraya telefon ettikten ve birkaç binlik daha fazla aldıktan sonra tabutu götürme- lerine izin vermişlerdi. Malko, hangarın loş ışığında, sandıklar üze- rine yerleştirilen tabuta yaklaştı. Kapağı elleyince ılık olduğunu farketti. Üzerindekimühürler ta- butun açılmasını engelliyordu. — Mükemmel, dedi Malko, onu götürüyoruz. Cenaze arabası dışarıda bekliyordu. Malko iki Yunanlı cenaze taşıyıcısına gelme- lerini işaret etti. Adamlar yaklaşırken, gümrükçü bir kağıt uzattı. — Burayı imzalayın.

Sonra kağıdı cebine yerleştirerek, kendisi de tabutu bir ucundan tuttu. Mark Scargill cenaze arabasının yanında 9 8 ayakta durmuş, adamları inceliyordu. — Çabuk olsalar bari! dedi dişlerinin arasın dan Malko’ya. Tabut arabaya yerleştirilip kapılar kapatıldı. — Vassilios Georgiu Yolu’ndan gidin,dedi Malko. Biz sizi izleyeceğiz. Gümrükçü Malko’yıı son bir kez daha selam- ladı ve Malko kiralık arabadaki yerini aldı. Di- reksiyon insanın elini yakıyordu. Cenaze arabası havaalanının demir parmaklıklarına doğru yö- neldi. Kapıdaki koruma polisleri ve gümrükçüler belgeleri kontrol edip, tabutun gerçek bir tabut olup olmadığını anlamak için, cenaze arabası- nın kapısını açtırdılar. , Malkö’nun canı iyice sıkılmıştı. Sonunda de- mir parmaklıklı kapı açıldı. Korna çalarak ha- vaalanının önünde bekleyen turistlerin ve taksilerin arasından kendilerine yol açtılar. Ce- naze arabası daha fazla saygı bularak, biraz öne geçti. Malko endişelenmedi… Kalabalıktan kur- tulduğunda, cenaze arabası gözden kaybolmuş- tu.

Yanında oturan Mark Scargill, elinden hiç ayırmadığı siyah çantasını karıştırdı. Sonra bu- ruk bir gülümsemeyle, gözlerini Malko’ya çevirdi. — İyi iş başardık. Kıyı boyunca ilerliyorlardı. Tam sola döne- cekleri sırada içi adam dolu bir Mercedes, hızla onları geçti. Bu yöntem Yunanistan’da olduk- ça sık kullanılırdı. Yol, seyrek zeytin ağaçlarının arasında kıv- rılıp gidiyordu. Virajı aldığında hemen frene bas- mak zorunda kaldı. Cenaze arabası dar yolu 10 tamamen kaplayarak, yüz metre ötelerinde duruyordu. — Aman Allahım! Mark Scargill şaşkınlıkla haykırmaktan ken- dini alamamıştı. Biraz evvel kendilerini sollayan Mercedes’in, cenaze arabasının önünde durdu- ğunu daha yeni farketmişti. Tam o sırada arabadan, ellerinde otomatik si- lahlar olan dört adam fırladı. İçlerinden biri ce- naze arabasının ön kapısına koştu ve silahını iki cenaze taşıyıcısının üzerine tuttu. Diğer ikisi arka kapıya yöneldiler. Dördüncüsü yolun ortasında durup, silahını beli hizasında tutarak, Malkö’nun arabasına ateş etti.

Malko ve Mark Scargiil tam zamanında yere yatabildiler. Ön cam kurşunlar yüzünden bütün saydamlığını yitirmişti! — Bu da ne? diye bağırdı, Mark Scargill çıl gına dönmüş bir halde. Malko, tehlikeyi göze alarak doğruldu ve geri vitesetakarak yeni bir kurşun yağmuru altında zikzaklar çizerek virajın gerisine çekildi. Arabanın arkası tümseğe çarpmıştı. Bir omuz darbesiyle kapıyı açıp kendini dışarı attı. Mark Scargill de dört ayağı üzerinde, kızgın asfaltta duruyordu. Sinirli bir şekilde sordu. — Silahınız var mı? — Evet! dedi Malko çevresine bakınarak. Bulundukları yer pusu kurmak için çok elverişliydi. Görünürde hiçbir canlı yoktu. Malko ke- merinden tabancasını çıkardı. Elinde silahıyla virajda ilerledi. 11 Birden tekrar kurşun sesleri duyulmaya baş- ladı. Saldırganlardan biri, bir zeytin ağacının ar- kasına saklanmış, onu bekliyordu. Malko hemen siper almak zorunda kaldı.

— Onlara engel olun! diye bağırdı hemen ar- kasındaki Mark Scargill. Malko tabancasını ateşleyerek birkaç metre ilerlemeyi başardı. Cenaze arabası yine görüş alanına girmişti. Arka kapılar açıktı. Tabanca tehditi altındaki cenaze taşıyıcılar, tabutu ara- badan^ çıkarıyorlardı. Çabuk davranmadıkları için, adamlardan biri sinirle tabutu çekerek yere düşürdü. Cenaze taşıyıcıları korkuyla geri çekildiler. Malko iki kez üst üste tetiğe bastı. Tabutu çe- ken adam göğsünden vurulup diz üstü düştü. Az sonra zeytin ağacının arkasındaki adam yola fır- layarak, aracın yanına ulaştı. Malko dikkatle adamı inceledi. Hepsi genç, esmer, kıvırcık saçlı, bıyıklı, kot pantolonlu ve tişörtlüydüler. Birden üçü birlikte silahlarını ta- butun üzerine boşalttılar. Tahta parçacıkları ha- vada uçuşup duruyordu. Bu işlemi birkaç kez tekrarladıktan sonra, yaralı arkadaşlarını kol- tuk altlarından tutarak, kendi arabalarına ka- dar sürüklediler.

Malko şoke olmuştu. Saldırganlar aralarında Arapça bir şeyler konuştular. Emirleri veren Malko’nun yaklaşmasına engel olmak içinsilahı- nı ateşlemeye devam etti ve arkadaşları araba- ya binene dek tabancasını indirmedi. Sonra kendisi de hemen içeri daldı. Malko bulunduğu yerden çıkıp, cenaze ara- basına kadar koştu. Mark Scargill de hemen arkasından geliyordu. Tabut delik deşik olmuştu. — Çabuk, bir tornavidanız var mı? — Ne için? dedi içlerinden biri. — Açmak için, diye cevap verdi Malko. Mercedes gözden kaybolmuştu. Virajda bir otobüs belirdi ve kapalı yolu görünce durup kor- na çalmaya koyuldu. Taşıyıcılardan biri, sonun- da bir alet çantası getirmeye karar vermişti. Malko çantadan büyük bir tornavida bulup, tabutun kapağını açmaya koyuldu. Nihayet kapak açıldı. Mark Scargill sıkışmış tahta parçalarının çıkarılmasına yardım etti.

İki adam açılmış olan tabuta doğru eğildi. Gri ta- kım elbiseli, ellerini göğsüne kavuşturmuş olan bir adam, beyaz ipek kumaş üzerinde yatıyor- du. Mum gibi olmuş suratı hareketsizdi ve elbi- sesinin pek çok yerinde koyu renk lekeler vardı. Malko ve Mark Scargill onu omuzlarından tu- tarak tabuttan çıkardılar ve dikkatle asfaltın üze- rine yatırdılar. Cenaze taşıyıcılarından biri, nefesi kesilerek geri çekildi. Meslek hayatında ilk defa bir ölüden kan ak- tığını görüyordu. * —Yaşıyor! diye bağırdı Mark Scargill doğ rularak. “Ölü”nün yanında çömelmiş, kulağındaki steteskopla göğsünü dinliyordu. Otobüsteki yol- cular çevrelerinde dizilmiş, bu inanılmaz olayı seyrediyorlardı. — Emin misiniz? diye sordu Malko. — Evet. Hemen hastaneye götürmeliyiz. Hâ- lâ kurtulma şansı var. Yaklaşan bir polis arabasının sireni sessizliği 12 13 bozdu. Polise telsizle haber veren otobüsün şoförüydü.

Malko “ölü”nün yanına çömeldi. Adamın boynunda yavaş yavaş atan damar karşısında büyülenmişti. Vücudunda en azından on-beş tane kurşun vardı ve hâlâ nefes alabiliyordu. Yüzü çok sakindi. Anestezi yapılmış bir hastanınki gibi, acı çektiğine dair en ufak bir belirti bile yoktu. Yine de, yaralarından akan kanın, yakında damarlarını boşaltacağı da bir gerçekti. Mark Scargill elinde bir şırıngayla yaklaşıp, iğneyi yaralının göğsüne batırdı. Sonra nabzını kontrol etti. Birden doktorun yüzündeki bütün kan çekildi. — Elden gidiyor… Şırıngayı yaralının göğsünden çıkardığında, ilacın yarısı duruyordu. Boynundaki damar artık atmıyordu. Libya Havayollarının kaçak yolcusu ikinci kez ölmüştü. Cenaze taşıyıcılarından biri haç çıkardı. Malko ağzında acı bir tat hissetti. Bu olanları daha önce tahmin edebilirdi… II.

BÖLÜM — Onu çıkarmanın tek yolu buydu, dedi Charles Lawry ağır sesiyle. Kimliğini tespit etmişlerdi. Tripoli’den ayrılmasına asla izin ver- mezlerdi. Libyalı doktor arkadaşı, her şeyin yolunda gideceğine yemin etmişti. Hiçbir tehli- kenin olmadığını, kimsenin şüphelenmeyeceği- ni söylemişti. —Yalan söylemiş, ya da yanılmış, dedi Malko üzgün bir halde. CIA’nın Harekât Bölümü başkanı, başını sal- ladı. —Bilemiyoruz. Adam ortadan kayboldu. Telefonu cevap vermiyor. Karısı ve çocukları da ortadan yok oldu. Moukhabarat’taki Libyalılar onu mutlaka tutuklamışlardır.Belki de işkenceyle her şeyi itiraf ettirdiler. —Eğer öyleyse, çok hızlı hareket etmişler de- mektir, dedi Malko. Tripoli-Atina arası uçakla sadece iki saat sürüyor.

Daha önceden haberleri olsaydı, tabutun çıkmasına izin vermezlerdi. —Atina’da bu kadar karmaşa çıktığı yeter, dedi Charles Lawry. Libyalılar orada sürekli saldırı timleri bulunduruyorlar. Bir telsiz mesajıyla hepsini harekete geçirebilirler. —Ulusal Güvenlik bu tür şeyleri dinlemiyor mu? diye sordu Malko. Amerikalının yüzünda acı bir tebessüm belirdi. —Dinliyor elbette. Fakat Dışişleri’nin yaptı- ğı bir gaf yüzünden, mesajı yakalayamayız. Ge çen ay, Berlin’deki diskotek olayını hatırlıyor 15 14 musunuz? Dışişleri Kaddafi’yi gözden düşürmeyi o kadar istiyordu ki, Tripoli ile Libya’nın Berlin Konsolosluğu arasında geçen ve Libyalıların suikastin failleri olduğunu gösteren bir mesajı basına açıkladı. Hemen ertesi gün bütün şifre- leri değiştirdiler. Tabii onlar da çözülebilir, fa- kat bü zaman ister. İşte o günden beri neler olup bittiğinden haberimiz olmuyor. Malko hapşırdı. Odadaki güçlü klima, içeri- sini buz gibi yapmıştı. CIA’nın Langley’de bu- lunan eski binasının yedinci katındaydılar.

“Şirket”in Genel Başkanı WilliamCasey’in oda- sından sadece üç kapı uzaktaydılar. Casey Ro- nald Reagan’ın yakın arkadaşıydı ve bürosunda, hizmet ettiği bütün devlet başkanlarının fotoğ- rafları asılıydı. Malko’nun daha önce Londra’daki bölge şefi olarak tanıdığı Charles Lawry, şimdi her biri yürürlükte olan gizli operasyonları gösteren kalın dosyaların arkasına çekilmişti. Kırk-elli yaşların- daydı ve Şirket’teki herkes gibi Harvard mezu- nuydu. CIA’nın her iki yılda bir yenilenen ve William Casey ile doğrudan ilişki kurabilen üst düzey elemanlarından biriydi. Malko yol yorgunluğunu göstermemeye ça- lışarak esnedi. CIA ile kahvaltıdaki randevusuna yetişmek için Fransız Havayollarının Concorde uçağıyla, Sabah 11’de yola çıkmış ve yerel saatle 8.45’te New York’a gelmişti. Hava- alanında onu Şirket’in arabası karşılamıştı. Ati- na’daki başarısızlığından sonra Langley’e niye çağrıldığını bilmiyordu. Hatta gözlerinin önünde öldürülen, CIA’nın Libya’dan çıkmasına yar- dım ettiği adamın kimliğini bile bilmiyoıdu… Masadaki dört telefondan biri çalmaya başladi. Charles Lawry birkaç kısa cevapla geçiştirip, ahizeyi yerine bıraktı. —Başkan on dakika sonra sizinle görüşmek istiyor, dedi. Malko Casey’ın isteği karşısında şaşırmaktan çok, gururu okşanmıştı. —Ona verecek iyî haberlerim olmadığı için üzgünüm, dedi.

Charles Lawry’nın yüzünde sıcak bir gülüm- seme belirdi. —Dosyanız hakkında bilgisi var. Bu kazayla ilgili hiçbir suçlamayla karşılaşmayacaksınız. Za- ten hata bizimdi. Rakiplerimizin nasıl bir tepki göstereceklerini hesaba katmalıydık. Fakat Ati- na’da adamımız yoktu ve o kadar kısa zaman içinde bulmamız da olanaksızdı. — Joachim Frost hakkında hiçbir şey bilmi- yorum, dedi Malko. Kimdi o? Lawry koltuğunun kenarına yaslandı. —Asıl adı John Blake, dedi. Annesi Alman- dı, bu yüzden Avusturyalı olduğunu söyleyebi- liyordu. Üç yıl önce onu Libya’ya sızdırmayı başardık. Kaddafi’nin özel doktoruyla yakınlaş- mıştı, zira Arapçası mükemmeldi. Fakat kaçak durumunda olduğu için, onunla çok zor haber- leşebiliyorduk. —Tripoli’deki şubenizle bağlantısı yok muy- du? —Hayır. Üstelik Libya’yla diplomatik ilişki- lerimiz kesildiğinden beri, orada birkaç casus- tan başka adamımız yok.

Tripoli’de Blake’den haber alabilmemiz olanaksızdı. Onunla sadece yurt dışına çıktığında görüşüyorduk ve Kadda- fi ile yönetici düzeyindeki Libyalılar hakkında bilgi alıyorduk.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir