Gerard De Villiers – 84 Karaibler’de Tatil

Hindistancevizi ağacı gövdesinden oyulma balıkçı teknesi şafağın aydınlığında yavaş yavaş denize açılıyordu, içindeki iki zencinin tembelliği, kürek çekişlerinden hemen anlaşılıyordu. Tropikal bölgelerde olduğu gibi burada da güneş doğduğu anda etrafı anında aydınlatıve-riyordu. Teknenin önünde av peşinde koşan uçanbalıkların parıltısı tuhaf bir görünüm yaratıyordu. Büyük Bahama adasının yeşilliği denizin mavisinden kumsalın oluşturduğu beyaz bir çizgiyle ayrılıyordu. iki balıkçı sahilden bir mil kadar açıldıklarında küreklerini bıraktılar ve oyma teknenin kıçına üç beygirlik paslı bir takma motor taktılar. Biri gömleğinin cebinden çıkardığı sigarayı yakarken diğeri tekneyi yönetmeye başladı. Her ikisi de sabahın erken saatinde ıstakoz avına çıkan düzinelerle Bahamalı balıkçıdan farksızdı. On beş dakika sonra motoru durdurdular. Bulundukları yer koyun en sakin kısmıydı. Bu noktadan sonra, adayı çember gibi saran mercan kayalıkları başlardı. Istakoz bakımından burası çok zengindi. Motorun durmuş olmasına rağmen tekne kendi hızıyla kayıyordu, ön tarafta bulunan yerli çıpa vazifesi gören ipe bağlı demir parçasını suya salladı. Su çok berraktı ve on metrelik dip net bir biçimde görülebiliyordu. Tekne iki balıkçının bıraktıkları işaretli noktada durdu. Bu, su üstünde yüzen kırmızı bir süngerdi.


Öndeki yerli süngerin bağlı olduğu ipi çekmeye başladı. Biraz sonra, satha kafes telinden yapılma metalik bir sandık çıktı. Sandığın içinde ıstakoz ve balıkların çevrelediği koyu renkli bir kütle vardı. iki adam sandığı güçlükle teknenin üstüne çektiler. Sandığın boyu teknenin eninden fazlaydı. Adamlardan biri gözlerini ufukta gezdirdi. Çevrede onlardan başka kimse yoktu. Demir kafesten pis bir koku yayılıyordu. Motoru kullanan yerli kafesin bir yanını açtı. Şimdi, yosunların dolandığı kütle daha bir ortaya çıkmıştı: Bu sağı solu koparılmış ve şişmiş bir insan bedeniydi. Göğsünün büyük bir bölümü yoktu. Ciğerlere bağlanan soluk borusu farkediliyordu. Yüzü dehşet vericiydi. Burnu ve gözleri yerinde yoktu. Giysi olarak üzerinde gömlek ve şorttan kalma parçalar vardı.

iki yerli son bir gayretle cesedi çekerek teknenin dibine uzattılar. Sonra tel kafesi tekrar suya bıraktılar. Adamlardan biri cebinden çıkardığı kâğıda sarılı altın künye ile eski model Rolex saati cesedin sağ bileğine taktı, sonra arkadaşının yardımıyla cesedi kaldırarak tekrar suya attı. Ceset bir iki metre kadar dibe gitti, sonra ağır ağır satha yükseldi. Yerlilerden yaşlı olanı motoru çalıştırdı ve tekneyi döndürerek sahilin yolunu tuttu. Yolda diğer balıkçılara rastladılar. Birazdan onlar da ıstakoz sepetlerim kontrol edeceklerdi. Güneş hayli yükselmiş ve sıcak daha şimdiden dayanılmaz olmuştu. En ufak bir esinti bile yoktu. ilerde, mercan kayalıklarının bulunduğu noktada kuşlar birikmeye başlamıştı. Cesedin tam üzerinde uçuyorlardı. Adamlar o ana kadar hiç konuşmamışlar di. Yaşlı olanı göğe bakarak: —Yeni ay çıkmadan önce müthiş bir kasırga olacak, dedi. Diğeri başını sallayarak suya tükürdü. —Olabilir.

Her ikisi de aynı şeyi düşünüyorlardı: Tekneyi kumsala çekmek ve akşama kadar bir gölgede uyumak. Bu sıcakta daha fazla çalışılmazdı. II. BÖLÜM Bir pençesinde yıldırım, diğerinde zeytin dalı tutan Amerikan kartalıyla süslü kapı sert yüzlü bir askeri polis tarafından açıldı. Prens Malko Linge, kendisini Washington’ un uluslararası Dulles havalimanından alan resmi Cadillac’tan indi. Gelişini böylesine önemsediklerine göre, ona gerçekten ihtiyaçları olmalıydı. Genellikle CIA’ya havalimanı otobüsü ya da kendi arabasıyla gelirdi. Binadan içeri girer girmez sivil bir memur tarafından karşılanıp asansöre götürüldü. Kabin hemen hareket etti. Bürosunun kapısı önünde kendisini bekleyen William Clark, öğle yemeğinden sonra dinlenmeye çekilmiş bir timsah gibi gülümsüyordu. Görev için annesinin Kızıl Çin’e gitmesi gerekse, hiç düşünmeden gönderirdi. —Buyrun dostum SAS, ben de sizi bekliyor dum. Malko, Planlama Bürosu’nun “Karaibler” şubesi müdürü William Clark’ın çalışma odasına girdiğinde, koltuklardan birinde oturan kır saçlı bir adamla karşılaştı. William Clark hemen adamı tanıştırdı: — Size Georges Martin’i tanıştırayım. Kendisi Şirket’in şifreleme bürosundandır… Malko ile Georges Martin el sıkıştılar.

Adam Malko’nun şık kıyafetine kıskanarak baktı. 8 William Clark Malko’nun önüne bir deste fotoğraf atarak aradaki soğukluğu yok etmeye çalıştı. —Şunlara bir göz atın. Belleğinizin ne güçlü olduğunu bildiğim için bunları yanınıza almaya cağınızdan eminim. Georges Martin saldırgan bir tavırla ekledi: —Bütün bunların gizli kalacağını biliyor sunuz, değil mi? Malko soruyu aynı sertlikle cevapladı: —Başkalarına itimat etmiyorsanız, neden kendiniz bu işi üstlenmiyorsunuz? Gözlerinin sarısı yeşile dönüşmüştü. Bu kötüye işaretti. Georges Martin aksi bir ses tonuyla karşılık verdi: —Ait olduğum bölüm bir eylem servisi değildir. Adamın nedense Malko’yu çekemez bir hali vardı. Çalıştığı kısımda böyle züppe kılıklı kişilere pek rastlanmazdı. —Dostumuz SAS şaka yapmak istedi, diye söze karıştı Clark. Malko’yu gerçekten beğenirdi. CIA’da onun gibi soylu kim vardı? Gerçi, çalışma yöntemi kendilerininkinden hayli farklıydı, ama inanılmaz belleği birçok güçlüğe anında çare bulurdu. Şiddetten hoşlanmadığı da bir gerçekti ve zaten CIA’nın alışılagelmiş yöntemlerle çözemediği sorunları ona devretmesinin nedeni de buydu. Malko fotoğrafları inceledikten sonra: —Ne oldu beye? diye sordu. —Kayboldu, dedi William Clark.

Malko şifreleme uzmanına döndü. 9 —Bu dostunuzu en son nerede görmüşler?. Kamçatka’damı, Pekin’demi?. — Karaibler’de Büyük Bahama adasının Freeport morgunda, karşılığını verdi suratsız Martin. — Harika! dedi Malko. Bugüne kadar beni dünyanın dört bir yanına gönderdiniz. Şimdi de cehenneme göndermeye kalkıyorsunuz, ama benim ruh çağırmayla ya da ruhlarla hiçbir ilgim yok… — Şakanın sırası değil, diye sözünü kesti. Gerçekten de Freeport morgunda Bernon Mitchell olarak belirlenen bir ceset var. Ama ceset uzun süre suda kalmış ve balıklar tarafından yenmiş. Yani, tanınmayacak durumda. Parmak izlerini bile almak mümkün olmadı. Cesedin Bernon Mitchell’e ait olduğunu kolundaki saat ile künyesinden çıkarıyoruz… — Anlıyorum, dedi Malko… Bunun sizin Mitchell olduğundan emin değilsiniz… —Evet, dedi iki adam. —Peki, neden? William Clark ses geçirmez odada sanki gizli mikrofonlar varmış gibi sesini iyice alçalttı. —Bernon Mitchell Freeport’da hafta sonu tatili için Lucayan Oteli’ne inmişti… Amerikalı takvime bir göz attı. — Bugün temmuzun üçü.

Yani adamın ortadan kayboluşu bir hafta oluyor. Uydu izleme merkezindeki işine 26 haziran pazartesi günü dönmesi gerekiyordu. Dönmeyince de Lucayan Oteli’ne telefon edilmiş… Bütün eşyalarını otelde bırakan Mitchell’i pazar akşamından sonra gören olmamış. Hemen yerel polise haber vermişler. Adamlar bütün uçak ve 10 gemi seferlerini kontrol etmişler. Sonunda, Mitchell geçen cuma bulunmuş. Sabah ava çıkan balıkçılar cesedini su yüzünde, adayı çevreleyen mercan kayalıkları civarında bulmuşlar… Oysa, Mitchell çok iyi bir yüzücü olarak biliniyor. Bu dalda madalyaları bile var. Sonra o civarda hiç akıntı yok. Oraya gelebilmesi için iki mil yüzmesi gerekirdi… — Olabilir, dedi Malko. iyi yüzücü olduğu nu söyleyen siz değil misiniz? William Clark başını salladı. —Size bilmediğiniz bir hususu açıklayayım… Mitchell bir süre önce düşüp bir kaza geçirmiş. Zor yürüyormuş. Bu durumda o mesafeyi yüzmesi imkânsız… —Anlıyorum, dedi Malko. Peki, ama onu orada kim ve ne nedenle öldürmüş olabilir.

Bildiğim kadarıyla Büyük Bahama adası KGB’nin ilgi alanı içinde değildir… Georges Martin bu alaycı konuşmaya aldırmadı. Aksine, sakin bir sesle: —Bernon Mitchell denen bu çocuk genç yaşına rağmen müthiş bir matematikçiydi, diye açıkladı. Hükümetin, Deniz Kuvvetleri’nin ve Havacıların bütün şifreleri onun buluşuydu. Bu konuda her şeyi biliyordu. Her şeyi!. —Hmm! Georges Martin’in yüzü sapsarı kesilmişti. —Bay Clark size güvendiğine göre, ben de şahsınıza açık kart veriyorum. Lütfen, bu olayı aydınlatın. Bu çocuk hayatımda tanıdığım en büyük dehaydı… Sözünü bitirdikten sonra kalktı, Malko’nun elini sıktı ve Clark’ı selamlayarak odadan çıktı. Kapı kapanır kapanmaz: ıı —Bu deli hikayesi de neyin nesi oluyor? diye sordu Malko. Clark gülümsedi. — Bu iş bizi de ilgilendirmese, canları cehenneme derdim. Şifreleme servisi elemanları kendi gölgelerinden bile kuşkulanır. Her şeyleri büyük gizlilik içindedir. Çalıştıkları bina iki sıra duvarla çevrilmiştir.

Ayda on bin dolar verseler; orada çalışmam… Malko fotoğrafları inceliyordu. Bernon Mitchell arkaya taralı açık renk saçları, düzgün yüz hatları, sempatik haliyle sevimli bir tipti. Fotoğraflardan birinde uzun boylu güzel bir kızla beraber görünüyordu. —Bu adam gerçekten önemli mi? diye sordu Malko. William Clark derin bir soluk aldı. —Maalesef! Askeri alanda Pearl Harbor olayı ne derece ciddiyse, haberalma alanında da bu iş o kadar ciddi. Yarattığı şifrelerin karşı tarafın eline geçmesi bir yana, adamlar onların şifrelerini bildiğimizi de öğrenmiş olabilirler. Yılların çabası bir anda boşa çıkabilir. Bilmem, sorunuza cevap verebildim mi? Malko durumu anlıyordu. —Peki, bu delikanlı Rusların eline geçmişse ne olur? —Bunu düşünmek bile istemiyorum, dedi Amerikalı. Bizi çıkmazda bırakmak için oğlanı bir, iki yıl gizlerler… Malko patronlarının korkusunu anlamaya başlıyordu. —Tabii, bu varsayımların en kötümseri, öyle değil mi? —Neyse ki öyle! dedi Amerikalı. 12 —Mitchell hakkında ne biliniyor? — Her şey, dedi Amerikalı. Evli. Karısı Boston’un en iyi ailelerinden birinin kızı.

Çocukları yok. Maryland’de, nefis bir villada yaşıyorlar. Oğlanın para sıkıntısı yok. Metresi yok. İçkisi, esrarı yok. Tehlikeli bir siyasi görüşü yok. Arkadaşlarına bakılırsa ortanın sağında… Annesi ve babası California’da yaşar. Evli bir kızkardeşi var… Bahama takım adalarına ilk kez gitmiş. Orada önemli bir uydu izleme istasyonumuz var. Mitchell’i özellikle istemişler. Askeri uydulara üç ayrı şifre hazırlayacakmış. İki aylık bir iş bu. MitchelFin karısı havanın sıcaklığım bahane ederek onunla gitmemiş… Uydu izleme istasyonu ormanın göbeğinde bulunuyor. Yapacak hiçbir şey yok yani. Personel hafta sonlarını Freeport’da geçirir.

Las Vegas bile oranın yanında bir kilise gibi kalır… Bernon Mitchell de oraya inmiş ve hafta sonunu Lucayan’da geçirmeye karar vermiş… Malko uzun boylu gencin fotoğrafına bir kez daha baktı. Delikanlı basit bir kazaya uğramış da olabilirdi. Mitchell gibilerinin bile başına gelebilirdi böyle bir şey. William Clark başını salladı. —Acele etmeyin, henüz size her şeyi anlat madım… Dün Nassau’daki adamımızdan bir haber aldık. Jack Harvey adında biri bu. Bize hayli yararı dokunmuştur. Lucayan’ın kumar hanesinde çalışan bir krupiyeyle ilişki kurmuş. Adam CIA’yı ilgilendirecek bir haberi olduğunu ve bunu on bin dolara satmak istediğini söylemiş… Biliyorsunuz, Mitchell en son defa Lucayan’da görülmüştü. Buna rastlantı da deseniz, garip bir rastlantı derim ben… Malko şaşkınlıkla Amerikalıyı süzdü. —Bana Freeport’danbir casus yuvasıymış gibi söz ediyorsunuz. Dost bir ülkeden, Miami’ den uçakla yirmi dakikalık bir mesafede bulunuyor. Bahama takımadaları bildiğim kadarıyla henüz Fidel Castro’nun emrine girmedi. Clark başını salladı. —Bahama takımadaları hakkında fazla bir bilginiz yok.

Orası yeni bir Havana olma yolunda. Bir metrekare içindeki gangster sayısı, orkidelerden çok… Freeport Kumarhanesi’nin kime ait olduğunu biliyor musunuz? —Hayır. —Bert Minsky, adında birine aittir. İşlediği suçların listesini okumaya kalksam, soluk yetmezliğinden boğulurum. Adam Amerikalı. Hangi eyalette kaldıysa, hakkında en az yarım düzine tutuklama emri çıkarılmış. Nevada’da bile istenmeyen adam… —Ama Bahama adalarının bir hükümeti var, değil mi?. Clark gülümsedi. —Ama ne hükümet ya! İçişleri bakanının adı Sir Frederic March’tır. Bu unvanı ona Kraliçe Elisabeth verdi. Karaibler’in en üçkâğıt çı adamıdır. Bert Minsky’nin de avukatlığım yapar. Kumarhane ruhsatını çıkartan da o zaten. Karşılığında bir milyon dolar aldı ve İsviçre’de bir bankaya yatırdı. Bütün sendikalar Minsky’ye bağlıdır.

Mafya onun elindedir. Malko kibarca öksürerek: —Konudan biraz uzaklaşmadınız mı? dedi. — Pek sayılmaz. Dost bilinen bir ülkede soruşturma yapmamız kolay olmalı, değil mi? Ama ne gezer! Bert Minsky denen o haydut ada polisini avcunun içine almış. Hepsini besliyor. Hükümet yoluyla harekete geçsek, karşımıza Sir Frederic March çıkıyor. Ona sorarsanız, Minsky gerçek bir beyefendi… —Peki, bu gangsterlerin Bernon Mitchell’ in kayb oluşuyla ne ilgisi olabilir? Clark elindeki sigarayı söndürdü. —Dilerim hiçbir ilgisi yoktur. Ama yine de bu kayboluş garip. —Kumar oynar mıydı? —Bilindiği kadarıyla hayır. —öyleyse neden korkuyorsunuz? Mafya’ nın CIA ile dalaşacağına pek ihtimal vermiyorum. —Ben veriyorum. Bize ya da karşı tarafa şantaj yapmaya kalkabilirler. —Yeni Mitchell’i kaçırdılar mı? — Buna da pek inanamıyorum. Bahama adalarında bile olsa, çok büyük bir suç bu.

Özellikle de onun durumunda olan birini. Martin’in halini gördünüz. Elinde olsa, Deniz Kuvvetleri’ ni oraya sevkedecek… —Peki, ne yapacağız? Amerikalı çaresizce kollarını yana açtı. —Bunu bilsem, sizi oraya göndermezdim… — Mitchell öyle ya da böyle özgürlüğü seçtiyse, bu süre içinde çoktan Pekin’e bile varmıştır. Hem de denizyoluyla… — Bunu biliyorum. Ama basına da haberi vermem gerek. Şifre uzmanlarımızdan birinin boğulduğunu söyleyebilmem için MitchelPin Moskova ya da Pekin’de bulunmadığından 14 15 emin olmalıyım… —Neden FBI’dan yardım istemiyorsunuz? —FBI ülke sınırları içinde çalışır. Bahama burnumuzun dibinde olmasına rağmen, bizim çalışma alanımıza giriyor. —işe nereden başlayacağım? —Jack Harvey size orada yardımcı olur. Onunla sözünü ettiği krupiyeyi ziyarete gidin. Jack’e on bin dolar teslim edemem. Parayı alıp sıvışabilir… —Beni şımartıyorsunuz… — Hayattaysa Mitchell’i kurtarmamız gerek. Onun gibi dehalar bir elin parmakların dan az. Bu işi başarın, biz şifrelerimizi kurta ralım, siz de şatonuzu… —Demek beni de düşündünüz bu arada.,.

—Niye olmasın. — Ben bu görev için elli bin dolarla yetineceğim. — Bu kadar acımasız olmayın. Alt tarafı sıradan bir casusun bile yapabileceği basit bir soruşturma… Benim ayda ne kazandığımı biliyor musunuz?. — Elbette, ama sizin yatağınızda ölme şansınız benden daha fazla! Clark omuz silk ti. —Boşuna bir tartışma. Pekâlâ, size üç saat sonra kalkacak bir Delta Airlines uçağında birinci sınıf bilet aldıracağım. Miami’de inince Nassau’ya giden ilk uçağa atlayın, Panam’ı tavsiye ederim. Havaalanına indiğinizde hemen Jack Harvey’i arayın. Numarası: 94131… Malko kapıdan çıkmak üzereyken, Amerikalı engelledi. 16 —Sakın Jack Harvey’e para teslim etmeyin. Peşin aldığı paranın karşılığını vermeye alışık değildir. Malko çeşitli güvenlik kontrollerinden geçtikten sonra kendini caddeye attı. ** Irina Malsen, Stokholm Arlanda havalimanının terminali önünde duran taksiden soluk soluğa atladı. Hamallardan biri valizini alırken o da iskandinav Havayolları’nın bürosuna koştu.

—New York uçağında bir yer istiyorum lütfen. Görevli yer hostesi, kadına gülümseyerek: —Henüz vaktiniz var, dedi. Uçağınız bir saat sonra, 13’de kalkıyor ve 17.45’de New York’a iniyor. Irina biletini uzattı ve her şey yirmi dakikada olup bitti. Genç kadın kalbi çarparak holde dolaşmaya başladı. Ancak uçağa bindiğinde kendini güven içinde hissedebilecekti. Bu kâbustan bir an önce kurtulmak istiyordu. Hoparlörden 921 sayılı sefer yolcularının uçağa davet edildiğini duydu. Yarım saat kadar sonra, Irina Malsen başını uçağın lombozuna dayamış, altında kayıp giden manzarayı seyrediyordu. Uçağın on bir bin metrede bulunduğunu hayal etmek bile güçtü. Irina’nın yanında oturan iriyarı sarışın Danimarkalı bir an olsun gözlerini genç kadından ayırmamıştı. Havalandıklarından bu yana, onunla ilişki kurmaya çabalıyordu. Irina uzun sarı saçları, kalkık burnu ve pürüzsüz teniyle bir lise öğrencisini andırıyordu. 17 Danimarkalı adam genç kadının ayakları dibinde duran mavi deriden makyaj çantasına bakarak içinden “bu bir manken olmalı” diye geçirdi.

Ağzını açıp bir şey söylemek üzereyken İrina başını öteki yana çevirdi. Emniyet kemerini çözdü ve koltuğunu yatırdı. Yanına yaklaşan kabin memuru: — Yemekten önce içecek bir şey alır mıydınız, matmazel? dedi. —Lütfen bir şampanya. Kadehi geldiğinde dudaklarını şampanyaya değdirerek gözlerini yumdu. Yanındaki adamın gözleri hâlâ üzerindeydi. Adam kim olduğunu bir bilse, yerini değiştirirdi. Irina’nın son sevgilisi NATO’lu albay Stokholm’de hapisteydi. Casuslukla suçlanıyordu. Irina’nın acelesi olmasa, onu orada ziyarete gidecekti. Çünkü KGB’nin Korzigs “Bürosu Şefi Albay Penkovski’nin ajanlarından ‘biri olması, bunu gerektiriyordu. KGB’nin bu bölümü, güzel kadınlar aracılığıyla bilgi toplamakla görevliydi. İrina bu göreve getirilmeden önce, Urallar’ daki bir merkezde iki ay staj görmüştü. Orada özel doktorlardan erkeklere maksimum zevki nasıl verebileceğini öğrenmişti. Sonra psikolojik denemelere tabi tutulmuştu.

Karşısına çıkardıkları birbirinden sevimsiz adama son derece aşıkmış gibi davranmayı sergileyerek becerisini göstermişti. En korkuncu kursu bitirme sınavıydı.Tek bir yatağın bulunduğu küçük bir odada, altmış yaşlarında pis mi pis, dilenci kılıklı iğrenç bir adamla yıllanmış aşığrymış gibi sevişmek zorunda kalmıştı. Onu uyarmış ve hatta orgazma bile ulaştırmıştı. Irina’nın kendine has özel tekniği, sınavı birincilikle kazanmasını sağlamıştı. Fakat o, Rus servislerinin sıkıcı havasından kurtulmak için elinden geleni yapmaya hazırdı. İrina Almandı. On iki yaşında Dresde’de genç bir politikacıyla tanışmıştı. On üç yaşındayken yetişkin bir fahişe kadar erkek tanımıştı. Sonra KGB tarafından Rusya’ya götürülmüştü. Orada yine o politikacıyla yaşamıştı, irina erkek değiştirdikçe yüzü inanılmaz bir masumiyete bürünüyordu. Birlikte olduğu her erkek, onun ikinci sevgilisi olduklarına inanırdı, Onları buna inandırmak irina için çok basitti… KGB’nin gösterdiği fotoğraflara göre sevgililerini seçer ve pençesine geçirirdi. Onları kontrol etmek elindeydi. Çeşitli özel ilaçlarla onları ya uyarır, ya da sakinleştirirdi. Bu ilaçların yanısıra, yararını çok gördüğü bir kaçda altın iğnesi vardı.

Ruslar aşk alanında akupunktura önem verirlerdi, irina erkeklerdeki üç önemli noktanın yerini ezberlemişti. Bu noktalara iki milim kadar sokulacak iğneler, en mızmız erkeklerin en bilinmedik seks duygularını bir anda su yüzüne çıkarı verir di. Aslında, Irina’nın bu gibi yan malzemeye hiç ihtiyacı yoktu. Güzelliği eşsizdi. Ama Ruslar hiçbir şeyi şansa bırakmazlardı. Irina’nın pençesine geçirdiği erkeği bütünüyle kontrol etmesini istiyorlardı. irina ayakları dibindeki mavi çantayı okşarken bunları düşünüyordu. Ne tatsız bir hayattı bu!. Son kurbanı olan albayı düşündü. Adam 18 19 onun bacakları arasında bütün şerefini ve itibarını kaybetmişti. Şimdi hücresinin dibinde, İrina’nın ilk sevgilisi olmakla gurur duyuyor olmalıydı. Irina derin bir iç çekti. Bu onun Avrupa dışına ilk çıkışıydı ve uçakla böylesine uzun bir yolculuk yapmamıştı. Beş dakika sonra önündeki yemek tepsisinden İskandinav mutfağının tadına bakıyordu. KGB çok uzaklarda kalmıştı.

Kendini çok mutlu hissediyordu. Uzun zamandır böyle bir duygu tanımamıştı. Hostes önündeki tepsiyi aldıktan sonra, İrina derin bir uykuya daldı. Gözlerini burnuna gelen keskin kolonya kokusuyla açtı. Hostes kendisine Chanel’in No 5’ine batırılmış bir peçete uzatıyordu. —Yarım saat sonra iniyoruz. İrina saçlarını düzeltti ve önüne getirilen kahveyi içti. Uçak Amerika topraklarına doğru alçalmaya başlamıştı. İniş takımları JF Kennedy Havaalam’na değdiğinde, hostesin sesi duyuldu: —Yerel saatle tam 18’de New York’a inmiş bulunuyoruz. İskandinav Havayolîarı sizlere iyi günlerdiler… İrina uçaktan çıktığında yanına yer hosteslerinden biri yaklaştı. — Matmazel Malsen, sanırım Nassau’ya devam edeceksiniz. Kopenhag’tan bir teleks aldık. Size gümrükten geçmenizde yardımcı olacağım. İrina sıkıntısını belli etmedi. Uzun zamandır New York’u görmek istiyordu, ama ne yazık ki, burada ancak birkaç saat kalabilecekti.

Kendine iler satın alacak ve hemen Nassau uçağına atlayacaktı. Bu ona verilen en önemli görevdi. Nassau’da Vassili Sarkov adında tanımadığı biriyle buluşacaktı. Adam şu sırada Küba’daydı ve resmi görevi elçilik şoförüydü. Uzmanlık alanıysa, adam kaçırmaktı. Görevleri zordu. İrina, Vassili Sarkov ve bir avuç DSS üyesi Kübalı zor bir görev başaracaklardı. İrina Nassau yolunda bunu düşünüyordu. Başını lomboza dayamış, kanatların altında kayıp giden değişik görüntüleri izliyordu. Bahama adalarındaki bu görev, KGB’ye bir milyon dolar kazandıracaktı. Vücudunu bu kadar pahalı bir fiyata hiç satmamıştı…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir