Gerard De Villiers – 91 Kabil Ates Hatti

Kuyruğuna kırmızı. Sovyet bayrağı boyanmış, iki büyük îlyuşin 96 uçağı göz kamaştırıcı beyazlıklarıyla Kabil’in üzerinden yavaşça havalanıyordu. Mücahitlerin uzun menzilli füzelerini aldatmak için, havadan attıkları sahte hedefler arkalarında havai fişekler gibi beyaz bir iz bırakarak yere düşüyorlardı. Sovyet hava ulaşım köprüsünün bu iki uçağı, Afgan Havayollarına ait Delhi’den gelen Tupolev 154’ün inişinden birkaç dakika önce havalanmışlardı. Uçak yolcuları, yırtık pırtık üniformalar içindeki askerlerin aptal bakışları altında, acınacak durumdaki hangarın girişinde koşturuyorlardı. 100 frank değerindeki aylıkları ancak açlıktan ölmemelerine yetiyordu. Kıvırcık saçlı, omuzuna fotoğraf malzemeleriyle dolu bir çanta asmış, kot pantolon, uzun bir ceket giymiş sarısın bir kadın, birkaç Hintli ve türbanlı Afganlılar salonda bekliyorlardı. Bir asker kadına sıradan 5 çıkmasını işaret etti ve pasaportunu alarak polise verdi. Ahşap bir kabinde belgeleri kontrol eden polis bir kâğıda not aldı: Jennifer Stanford, Avustralya vatandaşı, gazete fotoğrafçısı. Vizeyi de kontrol ettikten sonra gülümseyerek pasaportu geri uzattı. Haftalardan beri, Kabil’de oturan Hintliler’den başka, Afganistan’a gelen yabancılar sadece gazetecilerdi. Jennifer Stanford, Afgan Gizli Servisi Khad’a bağlı, yurt dışından gelenleri gözlemekle görevli ajanlar tarafından izlenirken bagajlarını aramaya koyuldu. İçlerinden tombul yanaklı, patlak gözlü olanı ona kurnazca gülümsedi. Bunu fırsat bilen genç kadın yaklaşarak İngilizce: — Bagajlar nereden alınıyor? diye sordu. Gizli polis onunla konuşabilmekten mutlu cevap verdi: — Buraya getirirler.


Nereden geliyorsunuz? — Avustralya’dan. — Afganistan’a ilk gelişiniz mi? — Evet. Genç kadın uzaklaştı. Gizli polis onu izlerken buyandan da yalan söylediğini düşünüyordu. Gazetecilerin çoğu Kabil’den mücahitlerin sığınaklarına giderlerdi. Bu da hiç kolay olmazdı. Mücahitlere ulaşmak için Pakistan’a geçmek gerekiyordu. Halbuki Kabil ile Pakistan arasında direkt uçuş yoktu. O yüzden Kabil – Delhi – lslamabad yolunu izlemek gerekiyordu. Jennifer Stanford bomboş binada dolaşmaya başladı. Ne para bozduracağı bir gişe, ne mağazalar, ne otel ya da araba kiralama büroları vardı. Hatta bir danışma bürosu bile yoktu. Üstelik dışarıya açılan pencereler havaalanındaki askeri araçlar görünmesin diye boyanmıştı. 6 İçerisi buz gibi soğuktu ve Afganlı yolcular, ellerinde çıkınlan bir bir gözden kayboluyorlardı. Birden Jennifer Stanford’un gümrükçülerin bulunduğu yerdeki tartışma dikkatini çekti.

Uzun boylu, kocaman burunlu, sert bir sesle konuşan bir adam, gümrükçüleri içeriye girmesine izin vermeleri için razı etmeye çalışıyordu. Sonunda gümrükçüler bıkkın bir şekilde kabul ettiler ve adam sinirle salona daldı. Birkaç Afganlı’yı süzdükten sonra bakışları Jennifer Stanford’a takıldı. — Afedersiniz siz Delhi uçağında mıydınız? diye sordu. Sevimli gülümsemesi eğri sakalını ve çirkin yüzünü unutturuyordu. — Evet, diye cevap verdi genç kadın. Niçin sordunuz? Adam sıcak bir hareketle elini uzattı. — Adım Elias Mavros, Rizopaktis gazetesinden. Bir arkadaşımı karşılamaya geliyordum, fakat bindiğim taksinin yolda benzini bitti. Dostum Esmer, iri yan biri… Jennifer onun sözünü kesti. — Uçaktaki tek yabancı bendim. Arkadaşınız herhalde uçağı kaçırdı… Zaten iki gün rötar yaparak geldik. Delhi’de bize burada kar yağdığı söylendi… — Bu doğru! diye onayladı Yunanlı. Çok sıkıcı, bana para getirecekti… Neyse! Kabil’e ilk kez mi geliyorsunuz? — Evet. întercontinental Oteli’ne nasıl gidileceğini biliyor musunuz? Bütün gazeteciler orada kalıyormuş, değil mi? Elias Mavros neşeyle güldü.

— Ben değil! Gazetem zengin olmadığı için ben Kabil’de kalıyorum. Kaldığım yere sadece on beş 7 dolar ödüyorum. Tabii sıcak su yok, pek de iyi ısınmıyor… Böylece kendimi bir devrimci gibi hissediyorum, gazeteci gibi değil… Genç kadın eğlenerek ona baktı. — Peki niçin? — Ben Yunan Komünist Partisi’ne üyeyim ve burada Afgan Demokratik Halk Parti’sindeki dostlarımızı cesaretlendirmek için bulunuyorum. Jennifer Stanford emeklilik yaşına gelmesine rağmen, hâlâ düşünceleri için savaşan bu sempatik ihtiyara gülmeden yapamadı. — Ben politikayla uğraşmıyorum, dedi. Elias Mavros gülümsedi. — Yine de sizi memnuniyetle Intercontinental’e götürebilirim. — Teşekkürler, diye kabul etti Avustralyalı. Fakat önce bavullarımı almalıyım. — Ben onlarla ilgilenirim, dedi Yunanlı gazeteci. Jennifer Elias Mavros’un taşımak için üstelediği büyük çantayı aldı. Bir sorunla karşılaşmadan birlikte gümrükten çıktılar. “Gazeteci” sözcüğü bütün kapıları açıyordu. 35000 muhalifi katletmekle suçlanan başkan Necibullah rejimi halkla ilişkiler konusunda .

büyük çaba harcıyordu. Dışarı henüz çıkmışlardı ki, uzun boylu bir adam onlara doğru gelip, Jennifer’ın elindeki çantayı almaya çalıştı. — Bu Khaled, şoförüm, diye açıkladı Elias Mavros, kendisi Dışişleri’nde çalışıyor, fakat aynı zamanda şoförlük de yapıyor. Adam diğer yolcuların yüklerini taşıyan hamallardan oluşan kalabalığı yararak önden ilerliyordu. Çantanın ağırlığından iki büklüm olmuştu. Havaalanı hemen hemen bir kilometrelik özel bir alanla çevrelenmişti ve taksilerin bile 8 girmesine izin verilmiyordu. Yolcular bagajlarını taşımakta güçlük çekiyorlardı. Arkasında taksilerin ve ziyaretçilerin bekledikleri bariyere geldiler. Gökyüzünün masmavi olmasına rağmen hava buz gibiydi. Bindikleri san renkli Volga güneybatıya uzanan geniş bir yola girdi. Boşaltılan Amerikan Elçiliği’nin önünde bir zırhlı araç bekliyordu. Sovyetler gelir gelmez bütün batı elçiliklerine bavullarını toplayıp, gitmek düşmüştü. Yalnızca doğu ülkeleri, Türkler ve Hintliler kalmıştı. Her yer omuzlanna bir önü atmış, başlan kulaklarına kadar türbanla örtülmüş yaya Afganlılar’la doluydu. Kerpiçten evlerin arkasında tek tük modern binalara rastlanıyordu.

Kabil’in büyük bir bölümü bu uzun ve geniş yollardan oluşmuştu. Yol kenarlarında cılız bir bitki örtüsü vardı. — Çok sakin, değil mi? diye sordu Jennifer. Elias Mavros ciddiyetle başını salladı. — Hem de çok. Başkan Necibullah kontrolü elinde tutuyor. Mücahitlerin tek yapabildikleri, her sabah birkaç roket atıp, tesadüfen çocuklan öldürmek. Şehir merkezine yaklaştıkça yayaların ve dükkânların sayısı artıyordu. Araba sayısı da pek az sayılmazdı. Hemen hemen her girintide bir zırhlı araç ve askerler bekliyordu. Halk sanki bunların farkında değil gibiydi. Khaled yavaşladı. Askerler şehir dışından gelen arabaları durdurup kâğıtlarını kontrol ediyorlardı. Yabancı olduklarını farkedince geçmelerini işaret ettiler. Elias Mavros birden saatine baktı.

— Otelinize gitmeden önce Çarşı’ya uğramamızda bir sakınca var mı? Bana yünlü bir üniforma satmaya söz veren biriyle randevum var. 9 Sovyet ordusunun üniformaları her zaman bulunmuyor. — Hiçbir sakıncası yok, dedi Jennifer Stanford. Yunanlı gazeteci şoföre istediğini anlattı ve merkeze giden yola saptılar. Şehrin içinden geçen Kabil ırmağına vardılar. Khaled, Char Chatta çarşısının yanındaki Pule Khesthti camisinin karşısında durdu. Bulundukları yer geçtikleri yolların aksine, çok kalabalıktı. Çarşaf giymiş birkaç kadının dışında, halkın çoğu erkekti. Maiwand Caddesi’ni geçip, Çarşı’nın camiye bakan kapılarından birine vardılar. Caminin bahçesini çeviren parmaklıklara bir sürü astragan kalpak iliştirilmişti. Kaldırıma çöken satıcılar bağırarak müşterilerin ilgisini çekmeye çalışıyorlardı, havaya ağır bir yağ ve baharat kokusu hakimdi. — Bizi burada bekle, Khaled! dedi Yunanlı gazeteci. Peşinde Jennifer, caminin arkasındaki daracık bir sokağa daldı. Geçtikleri yollar bir labirentten farksızdı. Baharat, pirinç, safran çuvalları arasından zikzaklar çizerek ilerlediler.

Jennifer bir ara arkasına döndü. Sanki dönüş yolunu bulmak olanaksızmış, kapalıçarşı üzerine kapanacakmış gibi bir duyguya kapılarak bunaldı. Oysa Elias Mavros hiç zorluk çekmeden ilerlemeye devam ediyordu. Yolda bir devriye birliği ile karşılaştılar. Askerlerden biri geçerken bir portakal kapıp cebine attı. — Portakallar Herat’dan geliyor, ülkenin güneyinden, diye anlattı Elias Mavros, fakat Afganlılar’ın pek çoğu için fazla pahalı. 10 Bir başka sokağa dalınca çevre birden değişti. Hâlâ baharat ve sebze satılan yerler vardı, fakat yol kenarlarında bu kez kuş kafesleri sıralanmıştı. Savaş bile Afganlılar’ın kuş sevgisini yok edememişti. Elinde kafes tutan bir adam, kafesi Jennifer’ın önünde sallayarak peşine düşünce, kadın neredeyse yere çömelmiş, türbanı gözlerinin üstüne kadar inmiş bir adamın üzerine düşüyordu. Adamın omuzlarına attığı örtü bile kalaşnikof u gizleyemiyordu. — Khad’ın ajanlarından, diye açıkladı Elias Mavros. Çarşıda bunlardan pek çok var. Çoğu öldürülüyor. Zavallılar ailelerinin karınlarını doyurabilmek için hayatlarını tehlikeye atıyorlar.

Kuşların satıldığı bölümden çıktılar. — İşte burası. Jennifer onu izledri. Yol boyunca sıralanmış, tahta kapılan maviye boyalı evler, yıkılmasınlar diye birbirlerine bitişik yapılmışlardı. Elias Mavros evlerden birinin kapısını çaldı. Kapı açılınca Yunanlı gazeteci kenara çekilerek, Jennifer Stanford’a yol verdi. İçerisi buz gibiydi. Hiç penceresi olmayan evi sarı bir ışık aydınlatıyordu. Elias Mavros kapıyı kapattı. — İşte arkadaşım Gulgulab, dedi neşeli bir sesle. Jennifer kısa boylu, geniş omuzlu, kahverengi bol bir kazak giymiş adamı farketti. Yüzü çok garipti. Gür, siyah saçları kirpiklerinin üzerine kadar iniyordu. Yanakları siyah sakalının altında kaybolmuştu. Jennifer sabit bakan, insanın içine işleyen gözleri görünce rahatsız olduğunu hissetti.

Yine de gülümseyerek elini uzatmak için kendini zorladı. 11 — Merhaba Gulgulab. Gulgulab uzatılan eli farketmemiş gibi öne bir adım attı. Jennifer, şimdi siyah saçlar ve siyah sakalın ortasında parlayan bir çift gözden başka bir şey göremiyordu. Birden adamın kollan havaya kalktı ve iki yapışkan el genç kadının boynuna kenetlendi. Jennifer Stanford şaşırarak arkasındaki duvara kadar geriledi. Fotoğraf aletlerini koyduğu çantası engellediği için bir süre karşı koyamadı. Deliye dönmüş, gözleri yaşla dolmuştu. Bakışlan Elias Mavros’u aradı. Yunanlı gazeteci ortadan kaybolmuştu! Herhalde sokağa açılan kapıdan dışan kaçmış olacaktı. Buldok köpeği gibi ona asılan, bu deli bakışlı sakallıyla tek başına kalmıştı. İlk panik anı geçtikten sonra, bu anlaşılmaz öfkenin sebebini araştırmadan, mücadele etmeye başladı. Beyni artık işlevini yapamaz hale gelmişti. Farkında olmadan adama bir tekme savurdu. Ümitsizce boğazını sıkan ellerden kurtulmaya çalıştı.

Kısacık boyuna rağmen Gulgulab’ın şaşılacak bir gücü vardı. Bakışlan karşılaşınca, Jennifer lambanın san ışığında Afganlı’nın onu öldürmekten büyük bir zevk alacağını farketti. Yeniden paniğe kapılarak bağırdı: — Elias! Elias! Duvara yaslanmış, gücünü yitiriyordu. Gulgulab bunu hissedince ona ani bir tekme indirdi. Genç kadın yere düştü. Yine de son bir çabayla adımın ellerindin birini boynundan çekmeyi başardı. Pek fazla ümide kapılmadan biraz nefes aldı. Gulgulab bir maymun gibi çevik, kontrolü yine eline geçirdi. Genç kadına kalkması için fırsat bırakmadan sol 12 eliyle saçlarından yakaladı. Sert bir hareketle kafasını bir irmik torbasına soktu. Jennifer burun deliklerine ve ağzına ince tanelerin dolduğunu hissetti. Taneler daha sonra ciğerlere indi ve genç kadının nefesini kesti. Bu kez öleceğini hissetmişti. Omuzlarında korkunç bir ağırlık vardı. Gulgulab sırtına binmiş, başını torbanın içine biraz daha sokabilmek için bastırıyordu.

Ciğerlerinde artık hiç hava kalmamıştı. Bir destek aramak için ellerini arkaya attı, fakat hiç kuvveti kalmamıştı. İrmik gözlerini yakıyordu. Bağırmak istediyse de, ağzından ancak zayıf bir inilti çıkabildi. Gözlerinin önünden siyah bir bulut geçti. Ümitsizlik içindeydi. Bunlar niye başına gelmişti? Gulgulab acımasızca bastırmaya devam ediyordu. Jennifer, onun düzenli nefesini ensesinde hissediyordu. Burada bir kedi gibi boğularak ölecekti. * * * Elias Mavros kafesteki iki güvercinin hareketlerini izlerken bir yandan da sigarasını içiyordu. Satıcı ilgiyle ona yaklaştı. — İki bin Afgan lirası, dedi, ya da on dolar, diye ekledi alçak sesle. — Benim kuşa verecek param yok. Önce karnımı doyurmam gerek. Satıcı uzattığı kafesi tekrar yerine astı.

Elias Mavros sokağa çıkarak gözden kayboldu. On beş dakika geçmişti. Bu süre, oldukça hızlı çalışan Gulgulab’a yetmiş olmalıydı. Biraz evvel çıktığı evin kapısına vurdu. Cevap gelmeyince tekrar denedi, fakat kapı yine açılmadı. 4 13 Acaba bir sorun mu çıkmıştı? * * * Gulgulab soluğu kesilmiş bir halde doğruldu. Jennifer Stanford onu tahmininden fazla uğraştırmıştı. Genç kadın, başı hâlâ torbanın içinde, hareketsiz yatıyordu. Afganlı gömleğinin cebinden çıkarttığı haşhaş sigarasını yakıp birkaç nefes çekti. Artık işin ikinci kısmına geçmesi gerekiyordu. Bunun gibi daha pek çok ceset görmüştü. Ölüm onu korkutmuyordu. İzmaritini yere atıp, cesedi odanın ortasına çekerek soymaya başladı. Daha sıcak olduğundan elbiseleri çıkarmak kolay oldu. Beş dakikadan daha kısa bir süre içinde Jennifer Stanford çırılçıplak kaldı.

Kurbanının vücudu bütün güzelliğiyle ortaya çıkmıştı. Birden aklına bir fikir geldi. Şalvarını çıkardı ve cesedin üzerine uzanarak kasıklarını kadının hâlâ yumuşak vücuduna sürtmeye başladı. Cinsel isteklerini tatmin etmek için her zaman fırsat bulamıyordu. Kabil’de çok fazla sokak kadını yoktu. Zaten o kadar komik bir görünümü vardı ki ve pisliği o kadar iticiydi ki, hiçbir zaman iyi bir müşteri olamazdı. Gulgulab bir dağ köyünde büyümüş ve ilk deneyimini otuz yaşındayken yaşamıştı. Elias Mavros soğuğa rağmen ter içinde kalmıştı. Kapıyı çalmaktan vazgeçip, bir omuz darbesiyle açmaya çalıştı. İlk denemesinde kilit kırıldı ve Yunanlı gazeteci kendini içeride buldu. Kapı aniden açıldığında, Gulgulab hâlâ cesedin üzerindeydi. Bir anda zevk tamamen aklından çıktı: Kolunu uzatarak duvara dayadığı tüfeğini aldı. Tecavüz ettiği cesetten aynlmadan, silahını kapıdan giren gölgeye doğrulttu. Sonra tam tetiğe basacakken Elias Mavros’u tanıdı. Kızgınlıkla homurdanarak silahı yere bıraktı ve eğlencesine 14 devam etti.

Arada sırada hoşça vakit geçirmeye hakkı vardı. O anda zevkin doruğuna eriştiğini hissetti ve inleyerek genç kadını kendine doğru bastırdı. * * * Elias Mavros bir bakışta yere uzanmış cesedi, Gulgulab’ın çıplak kalçalarını ve tüfeği kendisine doğrulttuğu andaki delice bakışlarını farketti. Afganlı’nın kalkmasını ve şalvarını çekmesini tiksintiyle seyretti. Cesedin önünde durarak öfkeyle bağırmaya başladı: — Gulgulab bu yaptığın çok iğrenç! Selim Han’a her şeyi anlatacağım. Gulgulab homurdanarak üstünü başını düzeltiyordu. Elias Mavros onunla Yunanca konuşuyordu. Gerçi bunun bir önemi yoktu. Gulgulab doğuştan sağır ve dilsizdi. Karşısındaki adamın öfkeli olduğunu anlıyordu, ama buna pek fazla aldırdığı söylenemezdi. Sadece, zalimliğini herkesin bildiği, Achakzay aşiretinin lideri ve efendisi Selim Han’a itaat ederdi. Bu kadını da onun için öldürmüş, üstelik daha önce de hayatını pek çok kez tehlikeye atmıştı. Yunanlı’yla daha fazla ilgilenmeyerek yerden bir kumaş parçası aldı ve cesedi içine sarmaya başladı. Elias Mavros hâlâ tehditler savurmaya devam ediyordi. Jennifer’in eşyalarını topladıktan sonra küçük bir odaya açılan kapıyı araladı.

Oda bir parça daha aydınlıktı. İçeride, masanın yanında bir kadın sakin sakin sigarasını içiyordu. San, kısa kesimli saçları, sert, fakat düzgün yüz hatları vardı. Üzerine sadece kısa bir kombinezon giymişti. Gazeteci ona Jennifer’in giysilerini uzattı. 15 — Çabuk giyin Natalya, dedi Rusça. Bu Gulgulab denen domuzun neler yaptığını bir bilseydin! — Ne oldu ki? diye sordu kadın. içine ne külot, ne de sutyen giymişti. Omuzlan son derece geniş, karnı dümdüz, göğüsleri dik ve iri, kalçaları yuvarlak ve kaslıydı. Elias Mavros onu pek fazla ilgilenmeden süzdü. — Ona daha sonra tecavüz etti! Kadın ölünün elbiselerini üzerine geçirirken, tiksinmiş bir şekilde omuzlannı silkti. Elias Mavros, karşılaştığı bu iğrenç olaydan dolayı iyici sinirlenmiş, odada bir aşağı bir yukarı dolaşıyordu. Natalya giyinmesini tamamladıktan sonra cebinden bir Avustralya pasaportu çıkartarak Jennifer Stanfor’unkiyle karşılaştırdı. Tek bir aynntı dışında ikisi de aynıydı. Elinde tuttuğu pasaportta yeni Jennifer Stanford’un fotoğrafı vardı.

Kimsenin anlayamayacağı kadar iyi bir taklitti… KGB’nin teknik servisi yine çok titiz çalışmıştı. Natalya biraz endişeyle Elias Mavros’a baktı. — Kadının daha önce kimseyle karşılaşmadığına emin misin? — Eminim, dedi Elias Mavros. Hazır mısın? — Evet.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir