H. R. Gurpinar – Muhabbet Tilsimi

Bir çocuk doğmazdan önce o çırıl çıplağı kabul için bazı şeyler yapılır. Kundaklar hazırlanır. Mini mini gömlekler, zıbınlar, pamuklu bezler dikilir. Her aile bütçesine göre, nereden geldiği belli olmıyan bu küçük yolcunun rahatmı sağlamağa çabalar. Fakat zavallı Ali Bekir için durum hiç de böyle olmamıştı. Çünkü doğurmakta bir maltız keçisi bolluğu gösteren anası, onu dünyaya ölen kalan çocukları arasında dokuzuncu olarak hem de bir kız kardeşle beraber ikiz getirmişti. Zaten evdekileri bes-leyemiyen zavallı kadın, Ali Bekir’i düşürmek için yapmadığı kocakarı ilâcı, tutunmadığı tırmalayıcı ot, yemediği keskin madde bırakmamıştı. Tanrı bazan türlü tehlikeler içinde kulunu öldürmediği gibi Ali Bekir de dölüt hayatının direnişi ile ana rahmine tutunarak vakti saati gelmedikçe bulunduğu yerden dışarı çıkmamıştı. Çocuk karnında oynadıkça, kadın vücudunun depreşen yerini hiddetle yumruklıyarak: — Nereye geleceksin arsız? Senin için sofrada yer yok, diye söylenirdi. Ne tuhaf kaderdi? Bu istenmiyen yaratık daha dünyaya gelmeden dayak yemeğe başlamıştı. Anası Kartal ilçesine bağlı köylerin birindendi. Dokuz çocuğu beslemek için kocası ile beraber tarla, harman işlerine rençberliğe gidiyordu. Bir gün gündelikçide bulunduğu bir tarlada ağrısı tuttu. Yanındakiler onu en yakın bir ahıra geçirdiler. Ali Bekir, Hazreti îsa gibi üç inekle bir eşeğin arasında dünyaya geldi.


Şakacı oğlan anasının isteksizliği ile alay eder gibi yalnız gelmedi. Sanki elinden tutarak beraber bir de kız kardeş getirdi. Köylü kadının sıkıntıdan sütü kaçtı. Ali Bekir hayatının ilk adımmda kıtlığa uğradı. Ananın işinin çokluğundan birer ot yastık gibi oraya buraya bırakılan çocuklar açlıktan ağlarlar, ağlarlar, nihayet yorularak susarlardı. Kız bu açlığa, bu bakımsızlığa dayanamadı. 8 MUHABBET TILSIMI Neresi olduğu belli olmıyan yine o geldiği yere gitti. Fakat oğlan ölmüyor, hayatın bütün yokluklarına, acılarına o yaşta dayanıyor, inanılmaz bir inatla yaşıyordu. Üç dört yaşma geldi. Soyunun babadan oğula çektikleri sıtmaya o da mirasçı oldu. Esmer ince bacakları şiş karnını taşıyamaz, yalınayak, başıkabak bir halde çirkefli kapıların önünde, fışkı yığınlarının arasmda sürünüyor, elinde kemirdiği bir dilim kara ekmeğe saldıran sineklerden, bir lokma dünya rızkına ne kadar ortak üşüştüğünü o yaşta vahşi bir deneme ile anlıyordu. O soluk benzi, zayıf vücudu ile yedi yaşında rençberliğe başladı. Köyde adına mektep demlen süprüntülüğün ortasında yıkık bir dam vardı. Orada çocuklar birkaç yaprak kâğıdın önünde mırıldanarak sallanırlar, sallanırlar, nihayet bir şey öğrenmeden köyün bu akan, kokan en sıkıcı yapısından kaçıp kurtulurlardı. Okumak bellemesi o kadar zor, o kadar zor ki, bunun iç yüzüne, özüne hâlâ Hoca bile erememişti.

Çünkü bir gün şehirden gelen ince yazılı bir mektubu koca sarığı ile kekelemiş kekelemiş, içinde ne olduğunu anlayıp da bir türlü söyliyeme-mişti. Sarıklının sökemediği bir şeyi sarıksızlar nasıl öğrenebilirlerdi? Okumak dünya için değil, öteki dünya içindi. Bunun için her kula nasip olan bir devlet değildi. Ezberden Namaz Surelerini öğrenmek yeterdi. Akşam güneş batar. Köyün etrafına kızıl bir sis çöker. Meyzin tahta minareden Tanrının admı bağırır. Etraftan böğü-rerek davarlar gelir. Bütün köylü alınları terli, kafaları üzüntülü, yorgun argın, sıkıcı, alçak, karanlık, yıkık evlerine dönerler. Bir saat sonra ışıklar söner. Sesler kesiilr. Zavallı Ali Bekir sanır ki, her yerde hayat böyledir. Her memleketin insanları böyle yazın sıcağmda, kışın soğuğunda çalışırlar. Bulgur çorbası içip yatarlar. Birkaç günde bir sıtma nöbetiyle titreyip yanarlar.

Yiyecek bir şey olmadığı vakitler sızlanınca analarından, babalarından dayak yerler. Evet, talihsiz oğlan fakir bir köylünün dokuzuncu çocuğu olarak dünyaya gelmek düşkünlüğünü hayatın genel biçimi sanırdı. Köyde arada bir birkaç torba tarhana ile istanbul’u dönüp dolaşarak gelen bir Güllü Kadm vardı. îşte o, son gelişinde Adnan Şemsi Paşanm konağından dokuz, on yaşında bir oğlan evlâtlık istedikleri haberini getirdi. Bu işde kadının hem köyden MUHABBET TILSIMI 9 hem konaktan kazancı vardı. Kendisine en büyük armağanı verecek olanın çocuğunu götürecekti, istanbul’un beygirsiz yürüyen arabalarını, denizin üzerine kurulmuş kaldırımlı caddelerini, yerin altından işleyen kara vapurlarım, karanlık bir yerde hayaller biçiminde çalgı ile gösterilen Ali Cengiz oyunlarını, eski zamanın ince yaşmaklarını, şimdi baldırlarına tutunan bir karış ökçeli yan çıplak hanımlarını, oğlan, kız diz kapaklarından yukarılara kadar donsuz gezen yetişkin çocuklarını, kuyumcu çarşısının elmaslarını, giyecek, yiyecek, içilecek malların bolluğunu, iyiliğini söyliye söyliye bitiremiyor, Başşehiri ancak eşi masallarda işitilebilen doğa üstü memleketlerin de daha üstüne çıkarıyordu. Oraya beslemelikle giden oğlanlar büyük mekteplerde okuyorlar, Bey, Paşa oluyorlar, kızlar vezirlere vararak Hanımefendi adını alıyorlardı. Ali Bekir’in annesi önemle yerine getirdiği her türlü korunma çarelerinin tersine onuncu çocuğuna gebe kalmıştı. Güllü Kadının bu tatlı anlatışlarını salyalı ağız, nemli gözlerle dinledi. Karnındaki dünyaya çıkmadan önce son oğlunu böyle yağlı ballı bir konağa yerleştirerek onun öğreneceği okuma yazma sayesinde kaderinde varsa ömrünün son yıllarında paşa anası olmak isteğine kapıldı. Güllü Kadına en büyük ikramiyeyi vermek için gözünü yumdu. Sandığında, sepetinde, zahireliğinde en iyi nesi varsa kıydı. Çocuğun değiştirecek üstü başı yoktu. Yırtık mavi şalvarı, kirli alaca mintanı, yağlı fesiyle bu büyük yolculuğa çıkarken oğlunun gözlerinden öperek: — Hadi göreyim seni Ali Bekir… Oku, yaz, paşa ol, dedi. Türkün köylüsünde de, şehirlisinde de bu delilik vardır.

Oğullarını paşa yapmak… Çünkü bu yüksek yere ermek için iyi şanstan başka eğitim ve öğrenime, bilime, erdemlere, doğuştan bazı niteliklere pek o kadar lüzum olmadığını herkes bir parça bilir ve bu rütbeye yeltenmekten kendini alamaz… II ^*LĐ Bekir Güllü Kadmla beraber trenlere, vapurlara bindin. Gözlerinde anasının, babasının, kardeşlerinin ayrılıklarından kalma birkaç damla yaşla şehire girdi. Türlü kıyafette erkek 10 MUHABBET TILSIMI kadın karışık o kalabalık neydi? Kıyamet mi kopmuştu? Burası Hocanın köy camiinde vaazda anlattığı mahşer miydi? Köyde Koca Mehmet’in düğününde bile bu kadar kalabalık halk toplanmamıştı. Küçük köylünün hayretten ağzı açık kaldı. Nasıl yürüyeceğini şaşırıp kılavuzunun eteklerine sarılarak: — Güllü Ana, bura nere ki? Ben korkuyom… Bir tatlı su kokonası Ali Bekir’in iki küreği ortasına bir yumruk indirerek: — Üzerime sürtünme… Yürüsene pis çocuk… Onda kazık kakmışsın? Köylü budalası… Mikrop yuvası… Herkes seni bek-liyecek bunda? Ah Bekircik ne fırtınaya uğradığını anlamadan sırtı yüklü iri yarı bir hamal koca nalçaları ile zavallıcığın ayağına bastı. Ali feryadı kopardı: — iş ana, ayağımı köpek kaptı sandım. Üzerimden yürüdü. Topukçuğum çürüdü. Hamal — Hadi de, hadi de, kapana sıkışmış fare yavrusu gibi cıyak cıyak bağırma. Ayağımın altında, sırtımda yüküm olmasa ben sana iti köpeği gösteririm köpekoğlu köpek… Ali Bekir ağlıyarak: — Ben gitmem gayrık… Güllü Ana, beni köye dönder… — Yürü oğlan yürü… Biz nerdeyiz, köy nerde? Ali Bekir yüzünün üç kaynağından sızan koyu, duru sıvılar birbirine karışarak küçük şalvarının içinde tepine tepine: — Güllü Ana, gitmem diyom sana… Yüreğime çöktü ayağımın acısı… — Hiç köylü oğlu acıdan, sızıdan ağlar mı? Anan sana şamar çalmaz mıydı? — Çalardı ama ağrısını duymasın diye ardından ağzıma da bir parmak bal vururdu. — Haydi yürü… Yürü oğul, sana ben de şuradan bal alırım. Görürsün şehirin balı köyünkünden daha tatlıdır. Daha yürek yakar… Đtile kakıla, çiğnene sıkışa yürüdüler. Đlerde dükkânların birinden Güllü Hanım kırmızı kâğıtlı bir tablet çikolata aldı. Çocuğun eüne verdi.

Ali Bekir — Ana bu ne olacak ? — Yinecek oğlan… Sana şehir balı alacağım demedim mi? MUHABBET TILSIMI 11 Đşte bu o. Bir elinle çarşafıma yapış… Birbirimizi yitirirsek artık bir daha bulamayız. Çocuğun tuhaf bir hali vardı. Eline geçen bir şeyi yenir mi, yenmez mi, diye o bir kere sorardı. Yenir cevabını alınca taş olsa dişleriyle öğüterek mutlaka yerdi. Köylü yavrusu bir eliyle Güllü Ananın sımsıkı eteğine sarıldı. Ötekiyle çikolata tabletini kırmızı kâğıdı ile beraber ağzına götürdü. Çünkü o tatlı kızıl rengini pek içi çekmişti. Dış al kabı ve iç beyaz varakiyle çikolatayı kemirmeğe başladı. Çikolatanın tadına katık ederek kâğıtları da beraber yutuyordu, istanbul balından hoşlandı. Onu çiğnerken ayağının acısını unutuyordu… Kabataş’a gitmek için tramvaya bindiler. Araba halkı Ali Bekir’in suratına bakıp bakıp gülüşüyorlardı. Güllü Hanım bu alayların anlamını anlamak için gözlerini dikkatle çocuğun yüzüne dikti. Elinde olmadan o da bu gülüşmelere katılmaktan kendini alamadı. Çünkü Ali Bekir’in yüzü Karnaval maskesi gibi yarı yarıya boyanmıştı.

Kadın şaşırarak: — Oğlan dişin mi kanadı? — Yooo… — Ya nedir o ? Ağzının etrafı şebek gerisine dönmüş… — Bilmem… — istanbul balını ne yaptın? — Yedim. — Üstünün kâğıtları ile beraber mi? — Ha!… — Hayvan, kâğıtlar yenir mi? — Ya sen bana kâğıtlar yenmiyecek demedin ki… — Nasıl yuttun kâğıtları oğlan? — Ana, o kadar tatlı idi ki bir daha alsan kalıbiyle beraber yine yerim… — Pisboğaz… — Pis değil, çok tatlı. Kırmızı boya ile çikolatanın şekeri çocuğu susattı. Kadının •çarşafmdan çekerek: — Ana… — Ne var? — Su… 12 MUHABBET TILSIMI — Nerde bulayım şimdi suyu? — Çeşme yok mu? Söyle arabacıya dursun da içelim… — Oğlan buna trampo derler. Köyün öküz arabası değil ki, istediğin yerde dursun… Araba Tophanede durdu. Şıkır şıkır bardak döğe döğe tramvayların etrafında dolaşan suculardan birini çağırarak Güllü Hanım bir bardak suyun yarısını çocuğa içirdi. Yarısı ile de mümkün olduğu kadra yüzünün boyalarını yıkadı… Çikolata, kırmızı boya, su üçü birleşerek Ali Bekir’in istanbul havasına yabancı midesinde etkilerini göstermeğe başladılar. Çocuk hafif bir ter ve sıkıntılı bir suratla eğilerek biraz, gizlice: — Ana… — Ne var? — Çişim geldi… — Hangisi? — Đkisi birden… — Şimdi ineceğiz… Sabret oğul. Bir dakikalık dayanmadan sonra çocuk renk daha solgun, gözler daha süzgün, ter daha bol bir bitkinlik içinde: — Ana, tutamıyorum, bırakacağım… — Çalarım şimdi tokatı… Ağzını yum, büzüğü sık… Kendini tut. Burası köy değil, rast geldiğin yerde sıçılmaz. Çocuk öyle burunuyordu ki, kadın kendilerini korkutan tehlikeyi vatmana anlattı. Herif en acı alaycılığı ile: — Ah bu istanbul halkı… Her şey için dur… Bir de … mak için, dedi. Hep gülüştüler. Yalnız Ali Bekir ağlıyarak: — Ana dermanım tükendi. Oluyor o iş ben istemeden… Tramvay durdu.

Güllü Hanım çocuğun başlamış iki akıntısını tamamlamasına vakit bırakmadan koltuklarından kavradı. En yakın sokak içine koşturdu. in I>-ABATAŞ sırtında kısa bir yokuşu çıktıktan sonra Güllü Kadın aşı boyalı, iri kanatlı bir kapının ziline bastı. Eünde meydan süpürgesiyle avluyu süpüren bir ayvaz kanadı açtı. AdMUHABBET TILSIMI 13 nan Semi Paşanın geniş evi ayvazlı, dönme dolaplı eski stilde bir konaktı. Giriş yerini örten tahta paravanayı geçtikten sonra Harem kapısını da çaldılar. Açıldı. Büyük mermer taşlıkta birkaç hizmetçi geziniyordu. Güllü Kadm başlarına gelen kazayı anlattı. Hela aralığında yirmi dakikalık bir uğraşmadan sonra çocuğu temizledi. Önce Kalfa Hanımın huzuruna çıktılar. Bu azatlı kırk beştik kart Çerkeş altı yüz lira parası ile bir hayli çeyiz eşyasının verdiği üstünlükle kendisinden beş on yaş küçük bir koca bekliyordu. Kendisi gerçekte çoktan kırkını geçmiş fakat nüfus kâğıdında resmî olarak henüz otuzunun içinde görünüyordu. Bulunacak kocanm temiz süt emmiş olması şart koşulmuştu. Bütün istenen nitelikler bu deyimde saklı idi.

Lâkin içilen sütün bu kadar yü sonra nerede bulunacağı ve temizlik derecesi hangi ölçü ile ölçülebileceği belli değildi. Sütlerin bozukluğundan korkan kalfanın kısmeti uzadıkça huyu titizleşiyor, yüzü buruşuyor, çenesi düşüyordu. Güllü Kadm içeri girer girmez lâkırdı olsun diye tramvayda geçirdikleri kazayı ve kendi becerikliliği sayesinde felâketin yarı yarıya önü alınmış olduğunu anlattı. Kalfa Hanım birden köpürerek: — A Güllü, buldun buldun da köyden bize bu altı tutmazı mı getirdin? Köylü kadm ettiği zevzekliğin yanlışını düzeltmek için: — A merak etme Kalfa Hanımcığım, onun altı köy yapısı sağlamdır. Her zaman böyle gevşekük etmez. Bugün kâğıdı ile beraber çikolata yedi de hazmedemedi… Güllü Hanımın bu sözüne orada bulunan hizmetçiler, halayıklar hep bir ağızdan gülüştüler. Çocuk şaşkınlık belirtisi olarak parmağının ucu dudağının bir köşesinde, birer alay sebebi aramak için yüzüne dikkatle bakan yüzleri bön bön süzüyordu. Kalfa Hanım — Çek parmağını ağzmdan, ayıptır. Alık mısın sen? Çocuk bu azarlama karşısında ağlamaklı oldu. Biraz da korktu. Şaşırdı. Parmağını ağzından çekti. Burnuna soktu. Kalfa Hanım şimdi sinirli bir tiksinti ile: — Terbiyesiz, çek elini burnundan… Ben öyle kaka şey istemem…

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir