Hakan Gunday – Zargana

Birbirlerine bakmıyorlar. Sadece karşılarındakini taklit ediyorlar. Yan ya na duruyor ve boşluğa yumruk atıyorlar. Bileklerini havada bir hilal kadar döndürdükten sonra hayaletlerin göğüslerine vuruyorlar. Birçoğunun elleri daha birkaç saat öncesine kadar en serin kadın vücutlarında gezerken, şimdi kemikleri çeliktenmiş gibi oksijeni azottan ayırıyor. On dört erkek sesi. Yan yana dizilmiş on dört hayat. Aynı anda adımlarını atıyor ve aynı anda bağırıyorlar. Kısa ve gür. Karşılarındaki aynayla kaplı duvarda kendilerini görüyorlar. Yüzlerindeki ter damlalarını sayıyorlar. Onlara dönük olan bir adam var. Bir sonraki hareketi tek bilen o. Kızıl bir dev. Çok uzak bir Doğu’nun en acıklı sanatını öğretmeye çalışıyor.


Ama onlar ilgilenmiyorlar. Ne Doğu’yla, ne de uzaklığıyla. Sokağın dilini anlamak için buradalar. Sahip olduklarını kendilerinden başka kimsenin koruyamayacağını bildiklerinden, ayrıntılarla zaman harcamıyorlar. Kreuzberg’de karşılarına çıkacak sıradan bir gaspçının kulağından kan akıtacak bir tekniğin felsefesinin olması ilgilerini çekmiyor. Bin yaşındaki bir tarzı, bir barda tereddütsüz küfredebilmek için tüketiyorlar. Büyük salonun içinde çıplak ayaklarının üzerinde tekrarladıkları vuruşların bir felsefesi olması gerekmiyor. Dünyanın da bir felsefesi olmas ı gerekmiyor onlar için. Çünkü sırtında yaşıyorlar ve bu onlara fazlasıyla yetiyor. Kastanienallee’deki Jeet Kune Do Akademie Berlin. Kısaca JAB. Bodrum katındaki beyaz salondalar. Asla kendilerini savunmanın değil, öldürmenin provasını yapmak için buradalar. Kendilerini ya da bir başkasını. Fark etmez çünkü onlar Batı’dalar… Koma, Zargana’yı ilk kez JAB’da gördü.

Dikkatini çekmesi için bir neden yoktu. Sadece bir saniye için duvardaki aynada göz göze geldiler. Saçlarının diplerinden çıkıp çenesine kadar sürünen ter damlalarının arasından onun kendisine bakan gri gözlerini yakaladı. Islak kirpikleri, sadece kafatasının rengini koyulaştıracak uzunluktaki sarı saçları, salondan çaldığı her nefeste açılan burun delikleri, çatlak ve kalın dudakları… Hepsi de Koma’ya bakıyordu. Benziyorlardı. Zargana’nın yaylı bir oyuncak gibi savurduğu ellerinin artık bir hedefi vardı. Benzerini dövüyordu. Koma umursamıyordu kendisine bakan gözlerden akan nefreti. Belki de en büyük yanlışı bu oldu… İki saatlik çalışmanın sona erdiğini, Pascal adındaki kızıl devin kapanış hareketine başlamasından anladılar. Tao tekniğine ait gösterişsiz bir gevşemeydi. Oysa Koma omuzlarından parmak uçlarına kadar gergindi. İki TIR’ı birbirine bağlayan çelik bir halat kadar keskindi. Bugüne kadar onu kimse rahatlatamamıştı. Çekik gözlülerin geleneksel danslarından alıntılarla süslenmiş bedensel yaylanmalar sayesinde mi gevşeyecekti? Tabiî ki hayır. İşi vardı onun.

Daha önce çalışma grubunda hiç görmediği, kendisinden en az bir telefon rehberi kadar uzun ve yine bir telefon rehberi kadar zayıf adamla göz gözeydi. Berlin’deydiler. Erkekleri tercih eden erkeklerin cennetinde. Grubun en solunda oturan adam o cennetin meleklerinden biri miydi? Düşünüyordu bütün olasılıkları. Bunun için buradaydı. İnsandı ve bir aklı vardı. İkisi bir araya gelince atom bombası ortaya çıkmıştı, dolayısıyla o da kimonosunun altında kalın bir ip gibi duran adamın gerçekte ne olduğunu anlayabilirdi. Zor değil, dedi kendi kendine. İnsanları anlamak zor değil. Hepsinin de doğum izleri gibi karakter izleri var sağlarında sollarında. Biraz dikkatli bakmak yeter. Haritalara benzerler. Ölçeklerinin nerede yazıldığını bulana kadar korurlar esrarlarını. Sonra bir güneş kadar bilinir hayatları. Sarışınlara benzeyen hayatları.

Güzel ama aptal hayatları… Ve arıyordu Koma da. Israrla bir iz arıyordu aynadan süzdüğü adamda. Ama kimonosu kadar beyazdı her yeri. Hareketleri, gözleri, elleri, sesi… Bir kar parçası gibiydi. Hiçbir hikâyesi yokmuş gibi. Olağandışı görüntüsüne rağmen bir karınca kadar sıradan duruyordu. Üç duvarı beyaz salonda gözden kaybolacak kadar beyazdı. Ama Koma görünüyordu, çünkü ruhu petrol kadar siyahtı. On sekiz dakika süren, kaslarını gündelik hayata alıştırma çalışmaları bittiğinde yerlerinden kalkıp salondan çıktılar. Jannick, Koma’nın yanına gelmekte gecikmedi. Konuşmaya başladı. İkisinin de tanıdığı bir kadından söz ediyordu. Hamile olduğunu ve doğacak çocuğun babasının belli olmadığını anlatıyordu. Koma dinlemiyordu. Sadece duyuyordu.

Jeet Kune Do’yu Jannick’in şahdamarını bir balığın kılçığını çeker gibi çıkarıp kopartmak için kullanabilirdi. Bir işe yaramış olurlardı. Jannick de, öğrendiği savunma sporu da… Duşlara kadar bir yanıt vermedi. Sadece başını salladı. Jannick okuldan tanıdığı biriydi. Büyük bir şanssızlık sonucu yedi ay önce JAB’da karşılaşmışlardı ve yine büyük bir lanetin eseri olarak çalışma saatleri de aynı çıkmıştı. Uzakdoğulu! Olamayacak kadar geveze, dövüşemeyecek kadar da korkaktı. Dediğine göre ruhunu temizliyordu JAB’a gelerek. Kıçını bile temizlemeyen bir Jannick’ti bunu söyleyen… Koma on yedi yaşındaydı ve gözlerinde büyüteçler vardı. Geçtiği her sokağa bir dinleme cihazı bırakıyormuş gibi, kentteki her şeyden haberdardı. Ona yabancı gelen tek yaratıksa iki kabin sağında kendisini ılık suya bırakmış olan adamdı. Bedeninde yeni yeni birikmeye başlamış olan dövmelere soyunma odasının aynalarında çeşitli açılardan bakarak giyindi. Jannick, çıkışta bir yere gidip gitmeyeceğini sordu. Koma, annesine cilt kanseri teşhisi koyulduğunu ve bazı testler için onu hastaneye götürmesi gerektiğini söyledi. Jannick’in yüzü buruştu.

Sağ elini Koma’nın sol omzuna attı. Çok üzüldüğünü söyledi. İçten bir duyguydu sağ elinden çıkıp karşısındaki sol omza kadar giden. Ama Koma daha üzgün ve daha içtendi, çünkü annesi bir dekatloncu kadar sağlıklıydı. Binadan çıkıp caddenin yukarısına doğru yürümeye başladı. Narin bir yokuştur Kastanienallee. Dengeli çıkılırsa asla yük olmaz baldırlara. Ancak hoyratlığa ve sabırsızlığa da tahammülü yoktur. Yine de her üç adınıda bir çekilen sigara dumanına izin verir. Koma da caddenin bütün kurallarına uyarak yürüyordu, parmaklarının arasındaki filtresiz Camel’ıyla. Biliyordu takip edildiğini. Biliyordu hayatının altüst olacağını. Ama hızlanmadı, koşmadı, kaçmadı. Tam dokuz nefes, yani yirmi yedi adım sonra durdu. Dinledi.

Yanından geçen 44 numaralı otobüsü, hemen arkasında yolu çiğneyen 1971 model Pontiac Grand LeMans’ı ve hepsinin ardından gelmekte kararlı olan ayak seslerini. Ayakların sesi vardır, ama Almanca’yla aralan iyi değildir. Konuşan, bir gölge kadar uzun olan ve tarafından takip edildiğini bildiği gri gözlü adamdı. – Bir sigaran var mı ? İşte böyle başladı. Her şey bu üç kelimeyle başladı. Bir sigaran var mı ? Yok, diyebilirdi. Belki de hiç yanıt vermemeliydi. Kalın dudakların arasından çıkan kelimeleri daha iyi dinlemeliydi. Aslında o gün Zargana Koma’dan bir sigara istememişti. Bir hayatın var mı, diye sormuştu belki de. Ve o, evet demişti. Sana verebileceğim bir hayatım var… Sigaradan sonra deri montunun sağ cebinden çakmağını da çıkaracaktı ki, zaten Zargana’da bir tane olduğunu fark etti. Penis biçimindeydi çakmağı. Yanınca ucu kızaran plastik bir çakmak. Sex shop’ların eşantiyonlarından.

Teşekkür etmedi. Zaten nezaket konuşmalarını dinleyecek zamanı yoktu Koma’nın. Evet, merak ediyordu tabiî ki, JAB’daki aynadan kendisini seyreden bir çift gri gözün arkasındaki beyni, ama kanser olmasa da bir annesi ve içinde oturduğu bir ev vardı. Koma oraya, evim diyordu. Olduğu yerde dönüp yürümeye devam etti. Gölge de yanındaydı. O an çantalarının aynı olduğunu fark etti. Turkuvaz renkte Rossignol marka tenis çantaları. Üç adım attılar ve Koma durdu. Zargana da durdu. Kızmıştı Berlin gibi bir kentte onun yanından başka yürüyecek bir yer bulamamış olan adama. – Ne istiyorsun? dedi. Dik harfler çıkmıştı ağzından. Saplanacak yer arıyorlardı. O yer geldi.

Ama o kadar yumuşak geldi ki, ağzından fırlayan iğneler içine gömülüp kayboldu. – Sadece yürümek. O kadar. Gözlerine yetişmek için kafasını yukarı kaldırması gerekiyordu. Uzun boyluydu. Hem de çok. Ama o eğilmiyordu. Sadece yuvalarında emanetmiş gibi duran gözleriydi eğilen. Normalde Koma tanımadığı insanlarla konuşmaz. İçinde beslediği hiçbir saygı yoktur adlarını bilmediklerine. Aslında kimseye saygı duymaz. Hayli sağırdır o konuda. Yanıt vermedi. Sessizlik ısrardır, derler mahkemelerde. Belki bir hâkimin karşısında değillerdi, ama yine de önünde diz çöktükleri bir hayat vardı ve o da sessizliği yalvarmanın bir biçimi olarak öğretmişti onlara.

Yürümeye başladılar. Zargana adımlarını Koma’nınkilere uydurmaya çalışıyordu. Zorlandığı belli oluyordu. Konuşmuyorlardı. Sigaralarının içinde kalan tütünü küle dönüştürmekle yetiniyorlardı. Yokuş, yerini zımparalanmış bir düzlüğe bırakmıştı. Caddenin bu tarafında başlangıcın ve sonun anlaşılamayacağı kadar düz bir kaldırım vardır. Su terazilerinin dengede kalacağı türden bir düzlük. Dünyanın yuvarlak olduğunu unutturacak kadar düz. – Zamanın var mı ? Ein’a gidip oturabiliriz istersen. Koma yanıt vermedi. Ein, herkesin bildiği ufak bir bardı. İçinde tilt makinelerinin olduğu, yüksek taburelerinde bir iki yaşlı fahişenin oturduğu sıradan bir bar. Dört adım daha attılar. – Hayır.

Eve gitmeliyim. Gri gözlü adamdan daha hızlı yürümek olanaksız gibiydi, ama Koma bunu başardı. Yanıt vermesine izin vermeden, bacaklarının yettiği kadar hızlı adımlar atarak ilerledi. Göz ucuyla yoldan gelen arabalara bakıp karşıya geçti. Kendisini karşı kaldırımda bulunca, gözleri ister istemez tekrar kaydı geldiği tarafa. Yaşlı bir kadın küçük beyaz köpeğinin özenle döşenmiş kaldırım taşlarını kirletişini bitirmesini bekliyordu. Gitmişti gri gözler. Yok olmuşlardı. Yanma gelen, kendisinden sigara isteyen ve sonra da bir bara davet eden adamı kaybetmişti. Sinirlendi. Yaşıtlarından daha büyük gösterdiğini ve olağanüstü yakışıklı göründüğünü biliyordu. Hiç tanımadığı bir kadının ya da bir erkeğin yanına yaklaşıp herhangi bir teklifte bulunması ilk kez başına gelmiyordu. Yüzünde ve vücudunda tek bir sivilce yoktu. Koma güzeldi. Çevresindeki böcekleri bir kavanoz bal gibi çekiyordu.

Dolayısıyla, sinirlenmesinin nedeni adamın garip daveti değildi. Sorun, davetinin nedenini anlayamamış olmasıydı. Hiçbir koku alamamıştı davranışlarından, ağız hareketlerinden. Sanki göğsüne yerleştirilmiş bir ses cihazı konuşuyormuş, o da dudaklarını oynatıyomuş gibi gelmişti Koma’ya. Elindeki çakmak kadar plastik bir tadı vardı konuşmasının. İşaret ve orta parmaklarının arasında bir sızı hissetti. İlgisizlikten erimiş sigara yakmıştı parmaklarının birleştiği yeri. İçinden kısa bir küfür çıkarıp sigarayla beraber attı kaldırımın üstüne. Yürüdü. Sol omzuna astığı çanta’ sallanıyordu her adımında. Çantanın içindeki kimonoyu giyip karşısına çıkacak ilk insana saldırmak istiyordu. Akşam saatlerinin ilk dakikalarını yaşıyordu Berlin. Kararıyordu hava. Eve gitmeliydi. Önceki geceyi bir kız arkadaşının evinde geçirdiği ve bunu haber vermediği için annesinin polisi, itfaiyeyi ve kentin bütün hastanelerini aradığını tahmin edebiliyordu.

Ama umursamıyordu. Geçen hafta Nollendorfplatz’daki sinemada seyrettiği Kanlı Hücum filmindeki Marlon Brando gibi yürüyordu çünkü. Bir karar verdi. Bu gece de eve gitmeyecekti. Montunun iç cebinde taşıdığı cüzdanda yüz yirmi mark vardı. Miktardan emindi, çünkü sabah sattığı iki amfetamin hapının fiyatıydı. Bir taksiye binip “Kreuzberg” dedi. Taksilere ve taksicilere olan garip nefretinden ötürü yine garip olan bir alışkanlığı vardı. Sol bacağını çok ağır bir sakatlığı varmış gibi abartılı bir biçimde aksatarak biner, inerken de yine aynı yavaşlık la, bacağını iki eliyle dışarı çıkararak kendisini taksiden kaldırıma atardı. Tabiî taksi gözden kayboluncaya kadar da küçük sakat oyununu devam ettirirdi. Topallayarak yürümekten zevk almıyordu, hayır. Ama taksiciye kaybettirdiği zaman onu rahatlatıyordu, çünkü Koma’yla geçirdiği her boş saniye başkasının cebinden çıkıp adamınkine girecek bir markı eksiltiyordu. Taksimetrelere karşıydı mücadelesi. Metre ve dakikaları sayanlara karşı sava şıyordu. Çünkü o hiçbir şeyi saymıyordu.

Ne içtiği sigaraları, ne de kalabalık bir caddede ayaklarına bilerek bastığı yaşlıları. Dünya üzerinde iki tür insan vardır: trafikte sarı ışığı görünce frene dokunanlar ve aynı san ışık karşısında gazı kökleyenler. İşte, arka koltuğundan kenti seyrettiği taksinin şoförü de bu ikinci gruba dahildi. Sanyı gördüğü anda verdi ayağının ağırlığını gaz pedalına. Siyah saçlarından ve gür bıyığından anlamıştı Koma aynı ülkeden geldiklerini. Cahil ile anarşist arasındaki fark tüy kadardır. O aradaki tüyün üzerinde durur bütün okunan kitaplar. Ama tarihçiler üflediği zaman tozlu arşivlerin üzerine ne tüy kalır, ne de aradaki fark. Cahil de geçmiştir sarıda, anarşist de. Konuşabilirdi kendi dilinde esmer şoförüyle, ama ikisi de yorgundu. Ve tabiî ki kızgın. Büyük hayalleri vardı şoförün, Mercedes 500SEC’le kasabasına dönmek gibi. Geniş lastikli hayaller. Koma’nın hayallerindeyse on dakika önce paketinden bir sigara eksilten adam vardı. Hangisi daha önce karşılaşacaktı hayalini kurduğuyla? Biliyordu Mercedes’in fiyatını.

Pek bir şansı yoktu bıyıklı şoförün. Geriye kendisi kalıyordu. Gri gözlü adamı tekrar göreceğini söylüyordu Koma’ya dikiz aynasında sallanan küçük nazar boncuğu… Kreuzberg’e varınca parayı ödeyip ağır ağır indi arabadan. Hatta taksiyi trafiğin en sıkışık olduğu anda durdurduğu için birkaç küfür bile duydu peşinden koşan. Topallayarak ve taksinin araba nehrine karışmasını seyrederek yürüdü biraz. Sonra birden sihirli bir değnek değmişçesine düzeldi vücudu. Orta yaşlarında bir kadın tanık olmuştu iyileşmesine. Göz göze geldiler. Sonra kadın gözlerini kaçırdı, üstüne gelen bir kamyona çarpmamak için arabasının direksiyonunu kırar gibi. Yürüdü ikisi de aksi yönlerde. Anlatsa kim inanırdı gördüğü küçük mucizeye? Üç köpekli karşı komşusu mu? Mucizelerin olmadığı bir kentin caddelerindeydiler. Batıyı gösterirdi burada bütün pusulalar. Batı da, mucize katili mantığı. Tıpkı Koma’nın sürekli kuzeyi göstermesi gibi. Ağaçların yosunlu tarafı gibi.

Hep kuzey. Soğuktur, çoraktır, ıssızdır kuzey. Ölüm gibi. Koma hep ölümü gösteren bir pusulaydı o yaşlarda. Hayatın yosun tutmuş tarafında yaşardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir