Hakan Gunday – Malafa

“Kozan!” Kendisini çağıranın kim olduğunu, göz kapakları yuvalarına çekilene kadar anlamadı. Tavanı gördü, sesi tanıdı. Konuşan kendisiydi. Çalan telefonuydu. “Kozan!” diye çalıyordu. Daha başka şeyler de yapabiliyordu ama o ilgilenmiyordu. Sadece piyasanın en pahalı cep telefonu olduğunu biliyor ve bu ona yetiyordu. Bir de metalik kasası, koyu renkler giydiğinde taktığı Omega Deville’in kadranına yakışıyordu. O sabah onu arayan kimse yoktu. Sadece sesi, sahibine saatin altı buçuk olduğunu haber veriyordu. Terlediğini fark edince evinde olmadığını anladı. Çünkü son iki aydır klimaları terletmemeye ayarlıydı. “Kozan!” Bu kez telefon değildi. Bir ahçik sesiydi. “Lütfen kapat şunu.


” Yarım saat sonra banyosundaki aynaya bakarak tıraş olurken, ahçiğin adını anımsayamadığını fark etti. Hatta geçirdiği geceye dair hiçbir şey anımsamıyordu. Gözlerini kapattığında, Kapadokyalı halıcılarla Zeytinköy’den koks aldıklarını ve Rusların işlettiği kulübe gittiklerini görebiliyordu ama belleğinin hiçbir yerinde sonrası yoktu. Eğer elindeki bir jilet olsaydı, o an mutlaka parmakları titrer ve yüzünü keserdi. Kozan’ı sinirlendiren anımsayamamak değil, tezgâhtar olduğunu bildiği adsız ahçikti. “Yapma!” dedi aynaya. “Bir daha dacik meterleme!” Bu kadar turist varken dacik ahçik meterlemek büyük abuşluktu. Çünkü dacik daima Antalya’daydı ve hiçbir yere gitmiyordu. Eğer tezgâhtarsa televizyon izlemiyor, sadece konuşuyordu. Kozan’ı sinirlendiren, Antalya’nın yirmi iki center’ında patasının tartışılacak olması ihtimaliydi. Tezgâhtar sadece tram ve meterden söz eder. Giyindi. Kol düğmelerini seçti. Birinin üzerinde K, diğerindeyse N harfi vardı. Nuruosmaniye çocukları sayesinde tanıdığı terziye diktirdiği mavi gömleğin cebinin üzerindeyse OZA yazıyordu.

Böylece adı ve Kozan tamamlanmış oluyordu. Kazandığı tramı nereye harcayacağını bilemeyecek kadar yalnızdı. Ütüsü yoktu. Çamaşır makinesi yoktu. Ev, bir mobilyacının vitrinine benziyordu. Kozan da, vitrin camına. Aklındaki her şeyi deşalayıp çıktı. Bir sitede yaşıyordu. On iki katlı üç bina. Ortalarında bir yüzme havuzu. Elli metre ileride de Akdeniz. Antalya’da, kazandığından fazla harcayan herkes o sitede yaşardı. Bu yüzden sürekli değişen komşuları vardı. Acente sahipleri, rehberler, Rus metresler, kulüpçüler ve kendine turizmci diyen herkes. Hepsinin de parlayan arabaları vardı.

Ama kullanan ile ruhsat sahibinin adı nadiren aynıydı. Hepsinin borçları vardı. Plazma televizyon, giysi, ayakkabı, klima, müzik seti ve deri kanepe taksitleri. Çoğunun taksicilere, pezevenklere hatta torbacılara bile borcu vardı. O kadar gösterişli hayatları vardı ki veresiyeyle koks alabiliyorlardı. Sitenin adı Beyaz Evler’di. Oysa Beyaz İflaslar olmalıydı. Eski Lara yolundaydı. Havaalanı yolu üzerindeki Topaz’a on beş dakika uzaklıkta. Ehliyeti olanlar için. Kozan’ın yoktu. Kaybetmişti. Potpotta değil, potpottan dönerken sarhoş olduğu bir gecede. On dakika sonra Topaz’ın otoparkında, dikiz aynasına bakarak gözlerine Visine damlatıyordu. Kırmızıyı beyaza, Kozan’ı insana çeviriyordu.

Otuz yedi kişiyle selamlaşıp üçüncü kata çıktı. Topaz’ın en ağır katı. Bir kare. Ortasında altı banko. Kenarlarında on iki kapı. On iki kapının ardında on iki oda. Bir kasa ve ardında iki kasiyer. Kırk bir kamera. Dört çırak. On iki banko elemanı. Yirmi dört düztop tezgâhtar. Dört joker. Üç şef. İki müdür yardımcısı ve bir adet Çınarcıyan. Topaz’da iki yüz elli dört çalışan ve bir patron vardı: Sami Çınarcıyan.

Şanslıydı çünkü ofislerden arta kalan katların sayısı kadar oğla sahipti. Üç Çınarcıyan, üç ayrı katın müdürüydü. Yukarıdan aşağıya: Hayko, Jojo, Cefi. İlk oğlan doğdunda, Sami’nin altınla ilişkisi sol elindeki alyans kadardı. Bir Ermeni adını uygun gördü: Hayko. Tramı bollaştıkça çocuk doğurttu. Kendi adını bile nasıl gerekiyorsa öyle telaffuz etmeyi öğrenmiş olan Sami’nin tramı bollaştıkça çocuklarının değil ama onlara koyduğu adların dini değişti. Yahudileşti: Jojo ve Cefi. Soyadları duyulana kadar Yahudi, adları duyulana kadar Ermeni. İkisi de duyulmamışsa Türk. Mutlaka biri işe yarardı. Ne de olsa Türkiye’de yaşıyorlardı. En ağır katı yöneten Hayko Çınarcıyan’dı. Erivan’ı su markası sanacak kadar Türk, pırlanta toptancılarını kazıklayacak kadar Ermeni. Dört yıl önce, dördüncü kattaki ofisinde, Topaz’da çalışmak istediğini söyleyen yirmi üç yaşındaki adama şöyle demişti: “Burası ananın bileziklerini bozdurduğu semt kuyumcusu değil.

Burası Topaz. Burada sarraflık gerekmez. Burada işletme diploması gerekmez. Ne kadar bildiğin değil, ne kadar sattığın önemlidir. Bu bir meslek değil, bir para kazanma yöntemidir. Kim olduğun, nereden geldiğin, nasıl sattığın beni ilgilendirmez. Ben vitrine malı koyar, müşteriyi önüne getiririm. Sen de satarsın… Satarsan, istediğin her şeyi satın alırsın. Bu kadar basit.” Kozan, Hayko’nun saygısı dahil, istediği her şeyi satın aldı. Daha doğrusu kiraladı. Turizmde sürekli mülkiyet hakkı yoktur. Saygı dahil her şey el değiştirir. Saygı dahil her şey kiralanır. Kozan, üçüncü katın üç şefinden biriydi.

Hayko’nun katında şeflik, herhangi bir center’da müdürlüğe eşitti. Kozan satıyordu. Aylık cirosu kırk beş bin yumoşun altına düşmüyordu. Satmak için her şeyi yapıyordu. Bir ikna makinesiydi. Her şeyi deniyordu. Hiç bıkmadan. Çünkü Hayko’nun da dediği gibi her şey bu kadar basitti. Yanına ilk yaklaşan Hicret oldu. Antalya’nın ağır tezgâhtarlarının kahvaltılarını yaptıkları Ceneviz Pastanesi’nde Golden Dreams’in martlarını gördüğünü söyledi. Golden Dreams, Antalyalı abuş seracı ailelerden birine aitti. O kadar abuşlardır ki şehrin en düzgün alışveriş merkezinin sahibine, adamın binasında bir köfte-piyazcı açmayı teklif etmiş, ancak onun yönlendirmesiyle Burger King bayisi olmuşlardı. Piyazdan hamburgere, domatesten mücevhere giden yolda kazıklanmaktan başka kaderleri yoktu. Mağazayı Cevat Demreli’ye emanet etmişlerdi. İlk duyulduğunda saygıdeğer bir ad ve soyadı gibi dursa da başlarına gelen lakapla her şey değişiyordu.

Orospu Cevat Demreli, Kozan’ın Antalya’daki tek ahpariğiydi. Hicret’in anlattıklarına o kadar yüksek sesle gülmüştü ki Nasıf’ın kendisini çağırdığını duyamamıştı. Müdür yardımcısı Nasıf. Tokarcı Nasıf. Kozan’dan nefret ederdi. Kozan’sa umursamazdı. Ama bunu da kimseye belli etmezdi. En az Nasıf kadar nefret dolu olduğuna herkesin inanması gerektiğini bilirdi. Nefrete kayıtsızlıkla karşılık vermenin Topaz’daki anlamı pörçlüktür. Nasıf ile Kozan birbirlerinin müşterilerini çalar, birbirleri hakkında dedikodular uydurur ve birbirlerinin ahçiklerini meterlemeye çalışırlardı. Nasıf, sabah sayımlarındaki bir sorundan söz ediyordu. Safir odasında bir bilekliğin eksik olduğunu söylüyordu. Hiç uğramasa da safir odasının sorumlusu Kozan’dı. Sabah ve akşam sayımını, oda ve mal temizliğini iki düztop tezgâhtar yapıyordu ama Nasıf’ın listesinde safir odasının karşısında Kozan’ın adı yazıyordu. Bilekliği bir önceki akşam sayımından sonra güvenlikçiler bir çekmecenin içinde bulmuş ve Nasıf’a vermişlerdi.

Nasıf’ın amacıysa bilekliği cebinden çıkarana kadar Kozan’ı üçüncü katta rezil etmekti. Ama Kozan’ın üçüncü kata çıkarken selamlaştığı otuz yedi kişinin arasında güvenlikçi çocuklar da vardı. Ve Kozan, onların canlarını asla yakmayan tefecileriydi. Ayrıca safir odasıyla ilgilenen tezgâhtarların ilkokul düzeyindeki matematik bilgilerine de güveniyordu. Her ne kadar, özel sektörün herhangi bir dalında böylesi konuşmaların ancak yönetici ve ilgili çalışan arasında geçmesi gerektiği bilinse de, Topaz’da geçerli olan tersidir. Birini alt etmenin yolu yüksek sesle suçlamalarda bulunup herkesin duymasını sağlamaktan geçer. Dinleyiciler işlerine devam ediyormuş gibi yaparak kulak kabartır ve gün boyunca ya da yeni bir söz düellosu başlayana kadar, tartışmanın kazananı ile kaybedeni hakkında konuşurlar. Topaz’da birinin ayağının kayması için hakkında aralıksız dedikodu yapılması gerekir. İki yüz elli dört kişinin dikkatini sürekli aynı noktada tutmak çok zordur. Ancak Topaz’da unutulması en uzun süren, günün ilk tartışmasıdır. Nasıf’ın amacı ilk tartışmayı başlatmak ve sonrasında da Kozan’ı saatlerce tezgâhtarların ağızlarında çiğnetmekti. Konuşma tam olarak şöyle geçti: “Ne olacak şimdi Kozan? Nereden çıkacak bu bileklik? Envanter yaptırdım. Girişi yedi bin dolar. Kim ödeyecek bunu?” Nasıf, kırk dokuz yaşındaydı. Kapalıçarşı çocuğuydu.

İstanbulluydu. Ama Kozan, İstanbul’a gerektiğinde Konstantinopolis diyecek kadar haindi ve Kapalıçarşı’daki bütün dükkânları satın alıp bir center kurmanın hayaliyle uyuyordu. Hiçbir şeye saygısı yoktu. “Dünün son tezgâhını o bileklikle sen attın. Ve bunu benim odamda yaptın. Tezgâhına kırk tane mal çıkardığın için benim bilekliği düşürdüğünü fark edemedin. Ayrıca gün içinde on dört ayar bankolarından, safirli bir bileklik bizim odaya karıştı. Dolayısıyla akşam sayımı doğru çıktı. Bu sabah sayımı da doğru çıktı. On dört ayar bankosunun malı çok olduğu için elemanlar dün akşam yanlış sayıp, sayımlarını doğru verdiler. Sabah da saymadan, akşamki rakamı yazdılar. Tabiî, senin bunlardan hiç haberin yok. Olsaydı, envanter yaptırdığını söylemezdin. Çünkü yaptırmış olsaydın bizim odadaki on dört ayar bilekliği bulurdun. Kaybolan malın yedi bin dolar olduğunu biliyorsun çünkü cebinde.

Hiç uğraşma Nasıf. Şu durumda benim odamdan kimse yanlışlık yapmamış. Yanlışlık yapan sensin ve on dört bankosundaki çocuklar. Bence o bilekliği ya sen öde ya da cebinden çıkarıp yerine koy.” Kelimeler taş, ağızlar sapan olduğunda sakin olmak şarttı. Kozan, on dört ayar bankosuna ait safirli bilekliğin, odasına karıştığını sadece tahmin etmişti. Bir potpottu. Ama Kozan da Antalya’ya geldiği geceden beri potpot oynuyordu ve dolayısıyla Nasıf’tan daha sakindi. Üçüncü kattaki her çift göz, müdür yardımcısının üzerindeydi. Center’lardaki en büyük eğlencelerden biri tartışma ya da kavga izlemektir. Televizyon yoktur. Nasıf’ın tek şansı vardı. Onu kullandı. Safirli malı olan tek on dört bankosunun elemanlarına doğru yürürken çoktan bağırmaya başlamıştı. Konu ilginçliğini kaybetti ve herkes işine döndü.

Kozan da işsizliğine. Topaz’da bazen on iki, bazen de on dört saat geçiriyordu ama sadece üç saat çalışıyordu. Müşterilerle geçirdiği sürenin toplamı ancak o kadardı. Üç saat boyunca mal, geri kalan saatlerde de kendini satıyordu. Her şeyi satın almak isteyen bir tezgâhtar, boş saatlerini iş arkadaşlarına kendini pazarlayarak geçirmelidir. Yükselmenin sırlarından biridir. Kanıtı olmayan şaşırtıcı iddialar sunmak, anlık hayranlıklar doğuran tezgâh anıları anlatmak ve gerektiğinde susmak. Satmak için ortada bir mal olması gerekmez. Satmak için bir alıcının olması yeter. Alıcı olduğunu bilmese bile. Safir odasının tezgâhtarları Kozan’ın yanına gelip kendilerine ait olmayan bilekliği bulduklarını söylediler. Sevinmedi ya da şaşırmadı. Çünkü Topaz’daki dördüncü yılında her türlü abuşluğu kanıksamıştı. Nasıf’ı kalabalık önünde soytarıya çevirmek Kozan için spordu. Omega Deville’in kadranında onu altı geçiyor ve Kozan’ın doping saati yaklaşıyordu.

Hayko ortalarda yoktu. Sabah toplantısı için diğer müdürlerle birlikte Sami’nin odasındaydı. İkinci müdür yardımcısı Muhammet, VIP odalarının vitrinlerini düzeltiyordu. Kozan, yanına gidip grup listesini istedi. Grup listesi tezgâhtarların arazi olmalarını engellemek için sadece müdürlere ve yardımcılarına dağıtılır. Gün içinde Topaz’a girecek müşteri gruplarının milliyetlerinin, geliş saatlerinin, bağlı oldukları acentelerin, rehberlerinin, paks sayılarının ve son olarak grubu karşılayan infocunun adının yazdığı liste, bu yüzden değerlidir. Grupların geliş saatlerini bilen bir tezgâhtar boş anları kovalar ve o aralarda ortadan kaybolur. Ayrıca center’lar birbirlerinin grup listesini ele geçirmek için her türlü girişimde bulunurlar. Çünkü acenteler müşterileri açık artırmada değil kapalı zarf usulü ihalelerle satarlar. Zarfların buharda açılıp içeriklerinin değişmesiyse sadece bir tram konusu olduğundan kimse kimseye güvenmez. Turizmde, en büyük acente sahibinden, Sultanahmet’te topaç satan çocuğa kadar herkes tezgâhtardır. Topaz’da çok az insan Kozan’a “Hayır” diyebilirdi. Listeyi aldı ve aradığını buldu. Onu ilgilendiren, on biri çeyrek geçe gelecek olan Asiltur’un yirmi yedi pakslık grubuydu. İçinde dört paks, Fransız kantonundan İsviçreli vardı.

Alman kantonundan gelenleri diğer tezgâhtarlara bırakacaktı çünkü üç gün önce birlikte Rus meterledikleri rehber, Kozan’ı uyarmıştı: “Herif köylü. Dağlardan. Hayatında ilk defa tatile çıkıyor. Yanında karısı ile kızı var. Bir de baldızı. O da daha on dört yaşında. Ama görsen, tam bir kevaşe. Uçaktan indiğinden beri aranıyor!” Kozan uyarılmıştı: “On dört yaşında bir baldız! Dükkânda zurnik çektirir, akşamında meterlerim!” Gülümsemesi bitişen dudaklarının ardında yok olan Kozan, grup listesini Muhammet’e uzattı. İsviçre’nin bir dağ köyünden Türkiye’ye tatil yapmaya gelmiş olan ailenin hayatını değiştirmesine bir saatten az kalmıştı. Kendisiyle göz göze gelmeye çalışan Hicret’e bakması yeterli oldu. Konuşmadan yürüdüler ve üçüncü katın merdivene açılan kapısından sırayla çıktılar. Kozan, sabah yatağında uyandığı ahçiğin adını anımsadı. Nasıf’ın karısının adı Banu’ydu. Tanışma Topaz Jewellery Center evrenin en büyük kuyumcusudur. Temeli Kapalıçarşı’da, çatısı Antalya’dadır.

Çatının altında dört kat yatar. Her biri yedi yüz metrekaredir. Topaz’ın penceresi yoktur. Havalandırma sistemi eşsizdir. Bina, var olmayan bir ülkenin büyükelçiliğine benzer. İçine adım atıldığında Türkiye’den çıkılır. Dışarıdan Kâbe’ye, içeriden ana rahmine benzer. Topaz, üç delikli bir kasadır. Her deliğin şifresi farklıdır. Birinci delik ana giriştir. Ön cephenin balina grisi rengindeki duvarı, hayat geçirmez camdan üretilmiş kapılar taşır. Girerken yüksek, çıkarken alçak görünmesinler diye doğu cephesinde ikizleri vardır. Topaz’ın ikinci deliği doğu cephesindeki siyah camdan kapılardır. Binanın bağırsağına denk düşen arka cephedeyse duvarla aynı renkte tokmak taşıyan balina grisi demir bir kapı vardır. Topaz’a giren birinci deliği, çıkan ikincisini kullanır.

Çünkü Topaz’a girmiş olan turistle, girecek olan turist karşılaşmamalıdır. Topaz’da çalışansa girip çıkmak için, duvara gömülmüş, görünmez delikten geçer. Topaz Jewellery Center, evrenin en büyük kuyusudur. Antalya, dünya üzerinde kendine ait güneşi olan tek kenttir. Bu güneş ısıtmaz ama ıslatır. Kanser yapmaz ama kan kusturur. Irkçı bir orospu çocuğudur. Turisti bronzlaştırırken, çalışanı buharlaştırır. O kadar erken doğar ki geceyi kimse anımsamaz. Güneş Antalya’ya, Isparta’dan yakındır. Kirpik terletir, dudak yapıştırır. Tatil köyüne doğuyorsa, kahvaltı sonrası için havuz kenarındaki şezlonga havlu atma, Topaz’ın bahçe girişindeki güvenlik kulübesine doğuyorsa beyin kanaması zamanıdır. “Dünden daha sıcak.” Dilaver konuşmamış, dişleri kelime sızdırmıştı. Sağ elinin tersindeki tüylerden alın teri damlıyordu.

Topaz’ın güvenlik müdürüydü. Serik adında, pehlivanıyla ünlü, karanlık bir kasabada doğmuş, on dokuz yıl sonra da Polis Akademisi’nden kovulmuştu. Serik’te Polis Dilo, Topaz’da Polidilo diye çağırılıyordu. Elli yedi yaşında, devrik adımlar atan, sadece esmer güvenlik çocuklarını korkutan bir korkuluktu. Serik kurtluğundan Antalya köpekliğine sadece dört saniyede geçebiliyor çünkü herhangi bir Çınarcıyan’ın yaklaştığını fark etmesi bu kadar sürüyordu. Dişleriyse kelime sızdırmaya devam ediyordu: “Fırat aradı mı?” Kulübenin kare camından sıyrılan bir ağız: “Yok ağabey” dedi. “Aramadı.” “Nerede kaldı bu herif? Bak bakalım, listede ne var.” Fırat koruma, şoför ve katildi. Süryani toptancıların, Sami Çınarcıyan’a verdikleri bir eşantiyon. Topaz’da Fırat diye bilinirdi çünkü kimse onunla göz göze gelemez ve adını uzatıp kısaltamazdı. “Asiltur. On bir çeyrek. Birazdan gelirler.” “Gözünü ayırma yoldan, bugün dükkân kalabalık.

” “Peki ağabey.” Kulübenin camından sarkan ağzın sahibi başını içeri çekti ve beyni, kaldığı yerden kanamaya devam etti. Polidilo, binanın arkasına doğru devrildi. Pafküf içen tezgâhtarları dağıtacak, geçmişini bildiği birini yakalarsa payına düşen nefesi içine çekecekti. Topaz’ın arka cephesinde bir otopark, arabaların arka cephesindeyse pafküf vardır. “Papi, ahçik hakimmiş. Öyle tokar çekmişim ki hamur gibi olmuş. Ne dayasam alıyor. Önce bir yüzük. Sonra bileklik. Sonra da bütün set. Hepsi de pırlı, en takozundan. Tabiî bir de martı var. Bizim Davut bakıyor. Martın kafa krem gibi.

Piyzden ne yaptığını bilmiyor. Tam yetmiş bin yumoş saymış. Platin kart. Davut tutturdu, marta da bir Vacheron sokalım, diye. Bir ara odadan çıktım. Saati getirmek için. Fazla değil, on dakika sonra döndüm. Kapıyı bir açtım, Davut ahçiği soymuş, tetaslarını okşuyor, mart da salyası akmış, miralıyor!” “Pörç müymüş?” “Ne bileyim, mart miralamaktan hoşlanıyormuş. Yüz bine tamamlayıp saldık vazyoları.” “Papi, öldür de camperleyelim. Pafküf çok cevizmiş.” Dilinden tütün toplayan ve akla karışan pafküfün kalitesini aşağılayan Kozan’dı. Otuz üç yaşındaydı ve yılda elli beş bin yumoş kazanıyordu. Yüz bin yumoşluk satış anısını anlatan Hicret’in anlattıklarının tek kelimesine bile inanmıyordu çünkü onun yıllık gelirinin sadece yirmi beş bin olduğunu biliyordu. Hicret’in esrarengiz izmariti topuğuyla çiğnemesini izledi ve duydu: “Beyler, burası yasak.

” “Tamam” dedi Kozan. Serikli pehlivan çok zeki değildi ama hayvanlara özgü bir yeteneğe sahipti. Güçlü olanı hissederdi. Gelecek sezon Kozan’ın Topaz’da yönetici olacağından emindi. Üstelemedi. Sadece hayattayken yetişemediği için yoksun kaldığı pafküf nefesine iç geçirdi. Kozan’ın “Camper!” demesiyle yürümeye başlayan Hicret’in arkasından seslendi. “Hicro, akşam görüşelim.” Hicret duydu ama durmadı. Yanıt da vermedi. Çünkü Polidilo’yla görüşmenin ne demek olduğunu biliyordu. İki ay önce yirmi dört gramlık, on sekiz ayar, panzer zincir çalarken yakalanmıştı. Sessizliği karşılığında Serikliye kadın teklif etmişti. Polidilo tereddütsüz “Tamam!” demişti çünkü hayvanlara özgü bir meter hayatı vardı. Hicret, borcunun kaçıncı taksitini ödeyeceğini anımsamıyordu.

Ama dört yıl önce Side’de Polonyalı bir martı meterlediği için ölen ahpariğini unutmamıştı. Polidilo’ya Örnekköy’ün en zehirli Rus ahçiğini ayarlayacaktı. Hepatit, AIDS, ne olursa. “Gebersin!” dedi. Olabildiğince içinden. Ancak pafküf, içten söylenenleri tersyüz ederdi. “Efendim?” dedi Kozan. Hicret ağzından döküleni toparladı. “Turistler, diyorum. Hepsi gebersin!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir