Margery Hilton – Aski Arayis

Tek tük kar taneleri kurşuni gökten yere doğru süzülüyordu. Clara Crichton taksi parasını ödeyip, giriş kapısının önündeki merdivenleri çıktı.zili telaşla çaldı. Hemen aynı anda kapıyı açan koyu renk, temiz elbiseli,ince, uzun kadın, gözlerindeki tedirginliği alıp götüren bir gülümsemeyle Clara’yı içeri aldı. “Sonunda gelebildiniz, Miss Clara. Sürekli sizi soruyordu. Dr. Kingston, Mordaunt kliniğine kaldırmak istedi, ama o reddetti. Önce sizi görmesi gerekiyormuş. Durumu oldukça kötü ve kendini bir an önce toparlaması gerek” “Haklısın dedi, Clara ve bakıcı kadının elini üzülme dercesine sıktı. Mrs. Thurston, yirmi yıldan sonra, hala Sir Giles Crichton’ın dediğim dedik burnu büyüklüğüne alışamamıştı. “Haberi alıp hemen geldim. Nasıl? Durumu nasıl? “ Bakıcı kadın ümitsiz bir bakışla cevap verdi. “Bu aklıma getirmek istemediğim tek şeydi.


Son krizden sonra iyi gibiydi…” Mrs. Thurston’un başıyla onayladığını gördü. “Bu sefer kötü, Miss Clara, hepsinden kötü. Onun için Dr. Kingston, kliniğe yatırmak istedi.Burada gereği gibi bakılamayacağını yüzüne karşı söyledi” Yutkundu. “ Krizi geçirdiğinde yanındaydım, bu kez gerçekten onu kaybedebileceğimizi düşündüm.” “Zavallı Thursty” Clara’nın bakışları ümitsizde. “Senin için çok zor olmuştur. Keşke bende burada olsaydım… oyun bir hafta evvel bitti.” “ Bir şey değişmezdi.” Mrs. Thurston tedirginliğini üzerinden atmış gözüküyordu. Clara’nın paltosunu çıkarmasına yardım etti.”Sir Giles son zamanlarda hemen hemen hiç buralarda değildi.

Neredeyse her gün Londra’ya gidip geldi, hatta bazı akşamlar orada kaldı. Ve doktorun söylediklerinin ona hatırlatmaya çalıştığımda neredeyse kafamı kıracaktı. Ben de bir daha konuşmamaya karar verdim. Ama şimdi ‘keşke o kadar çabuk pes etmeseydim., belki önüne geçebilirdim’ diye düşünüyorum.” “Sevgili Thursty, bence yanılıyorsun. Ayrıca kendini suçlaman da gereksiz. Büyükbabamın ne kadarda inatçı olduğunu ikimizde biliyoruz.Benim merak ettiğim, Londra’da ne yaptığı.Bu konuda hiç ipucu vermedi mi?” “Hiç, Miss Clara.” Yaşlı kadın konuşmaya tereddüt etti. “Yalnız farklı gözüküyordu. Eski günlerdeki gibiydi. Ben. Mr.

Mark’la ilgisi olup olmadığını merak ettim.” “Sanmıyorum, Thursty. Ben şimdi yukarı kata çıkıyorum. Clara, katın merdivenlerinin çıkıp, koridorun sonundaki büyük kapıya doğru yürüdü.Tam o sırada kapı açıldı. Saçları aklaşmış bir adam belirdi. Yorgun ve tedirgin gözüküyordu. Clara’yı görünce sevinir gibi oldu. Başını odaya çevirip sessiz olmasını işaret etti. Clara alçak sesle sordu. “Andrew amca, iyi mi?” “Daha iyi değil, daha kötü de değil. Geldiğin iyi oldu, Clara. Şu anda teskin edici ilaç almış durumda. Hiç heyecanlanmaması gerek . Bu konuda sana güveniyorum.

Sen burada onun yanında kal., ben ambulans çağırmaya gidiyorum.” Yatak odası çok sıcaktı. Şöminedeki ateşin ölü ışığı ve başucu lambasının gölgeli aydınlığı odayı oldukça kasvetli gösteriyordu. Büyükbaba sırtı yastıklara dayalı, gözleri kapalı yatıyordu ve yüzü çok beyazdı. Ağzının etrafındaki mavimtrak leke Clara’yı korkuttu. Ses çıkarmamaya çalışarak yürüyüp, yatağın yanındaki sandalyeye oturdu. Onun, gizlerinin açıp kendisini görmesinin bekliyordu. Sonunda gözlerinin açtı. Mavi gözleri, eski parlaklıkları yoksa da, keskin bakıyorlardı. Sir Giles bir süre tanımadığını anlatan boş gözlerle Clara’ya baktı ve sonra -Nihayet gelebildin, dedi. Clara ise bu sözlerdeki sitem dolu ifadeye aldırmaz görünmeye çalıştı. Öyle ya, eğer Londra’ya bu kadar sık gidip gelmişse, Clara’yı görecek pek çok fırsatı olmuştu. İlk torun erkek yerine kız doğduğundan bu yana bu sitem kar tavrın hep varolduğunu da unutmaya çalıştı. Yatağa eğilip büyükbabasının yanağına bir öpücük kondurdu.

“Buradayım büyükbaba, bir şey ister misin, içecek veya…?” “Hayır çocuğum.” Konuşmaya gösterdiği çaba bütün gücünü alıp, onu nefes nefese bırakıyordu. “Sadece dinle…” Gözlerini kapadı, gücünü toparlamaya çalışıyordu. Tam Clara kaygılanmaya başladığı sırada, “Mark’tan haber aldın mı?” diye sordu. Clara’nın sesi yumuşaktı. “Hayır, canım.”dedi. “Hiç haber alamadım” Büyükbaba başını hafifçe öne eğdi. -Önemli değil. Ben… Ben biliyorum onun nerede olduğunu. -Biliyor musun? Clara sinirlenmişti. Ve bunca zamandır bana söylemedin. -Şimdi söylüyorum ya işte, diye itiraz edercesine sözünü kesti büyükbaba. Clara bir an doktorun uyarısını hatırlayıp sakinleşti. -Nerede olduğunu şans eseri öğrendim.

Koca Graigner’i görmeye Town’a gitmiştim. Kulüpte yemek yiyordum, Larry Forsyth içeri girdi. Onu hatırlıyor musun? -Sanırım. Clara hala duyduklarının etkisindeydi ve oldukça kızmıştı. -Dışişlerinde çalışmıyor muydu? -Evet.kaç yıldır Kolombiya’daydı. Üç hafta kadar önce Mark’ı orada görmüş. -Kolombiya’da mı? Gördüğünün Mark olduğundan emin misin? -Çok eminim. Sir Giles, Clara’nın şüpheci halinden alınmıştı adeta. -Birbirlerinin tanıyorlardı. Mark da onu görünce tanımış. Arvilles diye biriyle yemekteymiş. Larry’nin dediğine bakılırsa Senyor Arvilles, Bogota’daki en meşhur avukatlardan biriymiş. -Şimdi hatırladım.ark’ın üniversitede Miguel Arvilles iye bir arkadaşı vardı, dedi Clara alçak bir sesle.

Ama ne Kolombiyalı olduğunu , ne de Mark’la bu kadar yakın dost oldukalrını bilmiyordum. Bilmesine imkan yoktu ki. Mark dostlarından hiç söz etmezdi. Clara kendinin onun bu haline alıştırmış, merakını yenmeyi öğrenmişti. -Peki, Mr. Forsyth, Mark’ın orada ne yaptığını biliyor muymuş? -Hayır. Bütün bunlardan benim haberim olduğunu sanıyor adamcağız. Bunu bir aile sırrı olarak saklamayı uygun buldum ben de. Ak kaşlarının gölgelediği gözler parlar gibiydi. -Clara telaşla sordu. -Peki Mark sana hiç haber yollamadı mı? -Yollayacak haber bulamadı herhalde. Belki sana yollamıştır sana diye sordum. Nerede olduğunu bildiğimizi öğrendi. Bu yüzden haber vermeye çalışmış olabilir diye düşündüm. Büyükbaba sustu zor nefes alıyordu.

Clara da suskundu. Tiyatro okuluna gitmeye kalktığında evde çıkan kavgaları hatırladı. Hiç kimse o kavgaları fazla ciddiye almamıştı. Büyükbaba Clara’nın bu isteğinden oldukça rahatsız olmuş, şiddetle karşı çıkmıştı. Yine de Clara onun için eninde sonunda evlenip çoluk çocuğa karışacak bir genç kızdı.Ne meslek seçtiği o kadar önemli değildi. Ama Mark farklıydı. Büyükbabanın Mark için Planları vardı. Bunları açıkça konuşmakta da sakınca görmezdi. Onun planlarında Mark’ın Jeolojiye olan tutkusuna ve üniversitede kalma isteğine yer yoktu. Bu yüzden iki taraf da zaman zaman çok kırıcı davrandı. Ama Mark, her zaman olduğu gibi, sonunda bildiğini okumuştu. Büyükbaba, onun tutkularının, karşı çıkılmadığında sönüp gidiverecek birer delikanlılık hevesi olduğunu düşünmüştü. Gerçeğin bu olmadığı zamanla görüldü. Üniversiteden ayrılma medeni de aile şirketlerinden birinde çalışmaya karar vermesi değil, araştırma yapma tutkusuydu.

Gerçek kavga Mark’ın bu kararı üzerine başladı. Bir hafta sonu Abbots Field’daki evde kalıyorlardı. Büyükbabayla torunu arasında çıkan kavgaya Clara seyirci kalmaktan başka bir şey yapamamıştı. -Parasız kalacaksın oğul, duyuyor musun beni? Parasız!. Sir Giles masayı yumruklamış, sofradaki gümüş takımlar havaya fırlamıştı. -İkinci sınıf bir üniversitede üçüncü sınıf sözde ilim adamından başka ne olabilirsin? Tatillerini evde kalmış üniversiteli karılara fosil avlama gezileri düzenleyerek mi geçireceksin? Crichton ailesinden birine yakışır bir hayat mı bu? -Deli etme beni! Diye Mark ayağa fırlamıştı. Yüzü kızgınlıktan kıpkırmızıydı. -Sen bunca yıllık hayatında ne gördün ki? Şu bilmiş hallerin usandırdı beni!Sen… sen, birinci sınıf bir jeoloğun bugün petrol kuyularında kaç paraya çalıştığını biliyor musun? -Birinci sınıf… Sen mi? Sir Giles küçümseyerek bakmıştı. Senin herhangi bir işte birinci sınıf olman için kaç fırın ekmek yemen gerek, biliyor musun? Sen daha parlak bir öğrenci bile olamadın. Bir yıl sonra gelip, “bana para ver” diyeceksin. Peki, bekle ve alacağın cevabı gör. Mark’ın kıpkırmızı yüzü şimdi bembeyaz olmuştu. Büyükbabaya doğru eğilip gözlerinin dikip alçak sesle konuşmaya başlamıştı. -Eğer bir gün geri dönersem cebimde tomarla param olacak ve hepsinin sana yedireceğim. O parayı bulmadan da geri dönmeyeceğim.

Odadan büyük bir hışımla çıkmış, Clara da arkasından koşmuştu.Ricaları fayda etmemiş, Mark onu dinlememişti bile. -Mark, o yaşlı bir adam. Bunu yapamazsın ona. Böyle çıkıp gidemezsin. Mark boş boş yüzüne bakmış, sonunda -Benden büyük olman işime karışma hakkını sana veriyor mu? Hayır! Ona da vermiyor. Hayatımız böyle geçti, Clara. Anamız, babamız öldüğünden beri ikimiz için hazırladığı planları zorla kabul ettirmeye çalıştı. Ben onun kaprislerine boyun eğmeyeceğim artık. Zengin olmanın tek yolu Londra’da yaşamak değil. Bunu ona göstermek istiyorum, deyip Clara’nın yanağını okşamıştı. -Merak etme, Clara. Geri döneceğim. Bu olaydan bir hafta sonra büyükbaba ilk kalp krizine geçirince, Clara panik içinde Mark’ı aramı, ama hiçbir yerde bulamamıştı. Sanki yer yarılmış içine girmişti.

Yakın arkadaşları da haberleri olmadığını söylemişlerdi.Clara beklemişti.Bir telefon, bir mektup… Altı ay sonra, Sir Giles’in ikinci kriziydi. Bu kez durumu oldukça ağırdı. Yaşlı ve gurur dolu yüzündeki kemikler adeta dışarı fırlamıştı. Clara ona bakarken kendi ağzının kuruduğunu hissetti. Yoksa büyükbaba ölüyor muydu? Andrew amcailk kez hastaneye yatırmaktan söz etmişti. Clara şimdi başucunda yaşlı adamın söyleyeceklerini bekliyordu. Büyükbaba kıpırdandı ve gözlerinin açtı. Odadaki azıcık ışık bile gözünü rahatsız etmişti. Gözlerini kırpıştırdı. -Onu alıp getirecektim, Clara. Uçak biletim, rezervasyon çekim,hepsi, aşağıda çekmecede duruyor. Gelecek hafta iğneler etkisini gösterir göstermez gidecektim. Şimdi senin gitmen gerekecek.

Clara duyduklarına inanamadı.Büyükbaba tekrarlardı. -Senin gitmen gerek Clara. O çocuğu alıp buraya getirmeni istiyorum. Çok geç olmadan… İKİNCİ BÖLÜM Andrew Kingston hiddetle, -Duyduğum en saçma şey bu. Gerçekten gidiyor musun?, dedi. Clara çaresiz bir ifadeyle, -Tercih hakkım yok. Durumunun ne kadar ağır olduğunu bana söyleyen sizsiniz.bir üçüncü krizde ölebileceğini söyleyen de sizsiniz. Ölmeden önce Mark’ı görmek istiyor. Makul bir istek bu. Üstelik, biliyorsunuz, Mark onun varisi. Dr.Kinston ‘Ne yapalım’ dercesine Clara’ya baktı. Mordaunt kliniğinde doktorun odasında oturuyorlardı.

Sir Giles yarım saat önce getirilmiş, onu hemen yoğun bakım odasına taşımışlardı. Clara yanına gidip ‘iyi geceler’ dilemiş, ancak Sir Gales uyuşturucunun etkisiyle onu tanıyamamıştı.Yüzünü seçebildiğinde de “sevgili kızım” diye söze başlayıp gerisini getirememişti. Clara gülümserken sıkkındı. -Her şeyi ayarlamış, bulaşıcı hastalıklara karşı aşılar için yarına randevusu bile var. Onun yerine ben gideceğim.Pasaportum hazır. Doksan günden fazla kalmayı düşünmediğim için vize de gerekmiyor. Eh, bundan iyisi can sağlığı, dedi. Dr.Kingston kaşlarını çattı. -Ne iyisi bundan kötüsü olamaz. Giles’ın ne yapmak istediğini anlayamıyorum. Senin gibi güzel bir kadın tek başına oralarda… Clara alçak sesle “O Mark’ı düşünüyor” dedi. Andrew Kingston, Clara’yı süzerken odayı bir ümitsizlik havası sardı.

Pazar gazetelerinin birinde hakkında çıkan bir yazıyı hatırladı.Makalede, Clara’dan, İngiliz sahnelerinin ‘Buzdan Bakiresi’ diye söz ediliyordu. Donuk sarışın güzelliği ve mesafeli tavrıyla bıraktığı ilk izlenim buydu. Ama daha dikkatli bir göz o sağuk görünüşünün arkasında yatan inceliği, gölgeli yeşil gözlerinden ve ağzının yumuşak çizgilerinden anlayabilirdi. Dr.Kingston aniden, -Peki ya işin? Oynadığın oyun, televizyon programın? Diye sordu. Clara gülümsedi. -Oyun bitti. Televizyon programının da benim rol aldığım bölümü tamamlandı. Başka teklifler var, ama şimdilik öyle rol almayı çok istediğim bir oyun yok. Kolombiya’ya gitmek şu anda yapabileceklerimin en iyisi. Buranın soğuğundan da uzak dururum, fena mı? -Bak bunda haklısın Clara alçak sesle, -Ona gideceğimi söyledim zaten, dedi. -Ne? -Heyecanlanmasına engel olmamı istemiştiniz benden. İsteğini tereddütle karşıladığımı görünce telaşa kapıldı. Ben de kabul ettim.

Mark’ı görmek istiyor. Bu onun için her şey. Aralarındaki kavganın bitmesi için de tek yol. Mark, büyükbabanın durumunu öğrenince gelmeyi reddetmeyecektir. -Mark’ın buraya gelmesi için mutlaka senin mi gitmen gerek? Şu Forsyth denen adam… Mark’ı görmüş ya Bogota’da. O halledemez mi? Yoksa oğlan kayıp mı? -Clara derin bir nefes aldı: -Anlamıyor musunuz? Forsyth’tan bunu istemek, bir yabancıyı aile işlerine karıştırmak olur. Büyükbaba bunu kesinlikle istemez. Siz aileden olmayıp da olan biteni bilen tek kişisiniz. <üstelik bu işi o kadar da gözünüzde büyütmeyin. Zaten her şey ayarlanmış durumda.Bütün yapacağım Bogota’ya gidip, Arvilles ailesini bulmak ve Mark’ın nerede olduğunu öğrenip onu kolundan tuttuğum gibi buraya getirmek. Tabii eğer büyükbabayı ölmeden önce görmek istiyorsa… Yutkundu. Orada kırk sekiz saatten fazla kalacağımı sanmıyorum, dedi arkasından da. -Dr.Kingston kaleminin kapağıyla oynuyordu.

-Sevgili kızım, neyi kanıtlamaya çalışıyorsun? Diye sordu. Clara’nın bu soruya kızdığını fark edip “bu haksızlık” diye ekledi. -Gerçek buysa ne yapalım, dedi Clara.Koltuğundan kalkıp perdeyi açtı. Dalgın bir sesle, “Farkında mısınız ? Ne çok kar yağıyor! Dedi. Andrew amca, anlamıyor musunuz? Hayatında ilk kez benden kendisi için bir şey yapmamı istedi. Biliyorsunuz, annem, babam öldüğünden beri o hep karşılık istemeden verdi. Çünkü ben kız evlattım. -Ama seninle gurur duyar o. Her geçen gün daha başarılı bir oyuncu oluyorsun.bu onu mutlu eder. Clara perdeyi kapadı ve dönüp cevap verdi. -Büyükbaba, kadınların yerinin ne olduğu konusundaki kararını çoktan vermişti. Tiyatro değildi bu yer. Benim tiyatroculuğum onun için bir gün geçiverecek bir hastalık gibiydi.

Çocuk, daha doğrusu oğullar doğurunca geçiverecek bir hastalık. -Clara… -Sözümü kesmeyin, Andrew amca. Gerçek bu. Bunu ikimiz de iyi biliyoruz. Benim kız olarak doğuşum neredeyse bir utanç vesilesiydi. İşte ben büyükbabaya saçı uzun aklı kısa bir kadın değil, bir insan, adam yerine konması gereken bir insan olduğumu kanıtlayacak fırsatı elde ettim. Kendini bana borçlu hissetmesini istiyorum. İtiraf etmeliyim ki, Mark’ı bulmaya gidişimin asıl nedeni bu. Clara gülmeye çalıştı. Göz yaşlarını içine akıtıyordu. -Sizin bana destek olmanızı istiyorum, Andrew amca. Ne kadar korkak olduğumu bilirsiniz. Andrew Kingston, -Bana kalsa, ben sana korkak demem. Kararın kesinse benim söyleyecek sözüm yok. Clara ağrıyan başını taksinin camına dayadı ve yağmurla yıkanan sokakları seyretmeye koyuldu.

Yolculuk uzun ve yorucu olmuştu. Oteldeyken aklına ilk geleni yapmadığına çok pişmandı şimdi. Şu anda oteldeki rahat yatağına uzanmış, uyuyar olacaktı. Ama o telaş edip, otele kaydını yaptırır yaptırmaz Senyor Arvilles’in adresini öğrenmiş ve taksiye atladığı gibi yola koyulmuştu. Senyor Arvilles, Forstyh’ın dediği kadar meşhur olmalıydı. Zira resepsiyon memuru, bu adı duyar duymaz taksiyi çağırıp ‘Senyor Arvilles’e demiş, adres vermesi bile gerkmemişti. Clara, Bogota’nın kuzeyindeki lüks mahallelerden birine doğru hızla yol alıyordu şimdi. Solunda,And dağlarının yüksek tepeleri ürkütücü bir görüntü yaratıyordu. Hava beklediğinden soğuktu.Bej rengi yün elbisesini giydiğine memnun oldu. Güney Amerika iklimine ilişkin bildiklerinin Bogota için geçerli olmadığını görmüştü. Havanın burada bu kadar soğuk olması deniz seviyesinden yaklaşık iki bin beş yüz metre yüksekte olmasına bağlıydı. Gelmeden önce bu ülkeyle ilgili bilgi edinmek istemiş, ama günler fırsat vermeyecek kadar hızlı geçmişti. Aşılardan ötürü yatakta geçirdiği iki gün, büyükbabaya her gün düzenli olarak yaptığı ziyaretler, son bir iki gün bavul hazırlama telaşı bütün vaktini almıştı. Son ziyaretinde, Krizden sonraki tehlikeli sürenin atlatıldığını öğrenmiş, büyükbabanın odasına girip de fikir değiştirdiğini duyunca hiç şaşırmamıştı.

Sir Giles’in son kararı ayağa kalkar kalkmaz Kolombiya’ya gitmekti. Kararndan vazgeçmesi Andrew Kingston’ın neredeyse azarlarcasına onu uyarması sayesinde olmuştu. Böylece Sir Giles, Clara’ya yolculuk sırasında karşılaşabileceği tatsız durumlar konusunda uyarılarda bulunmakla yetinmek zorunda kalmıştı. -Muhafazakar yerlerdir oralar, deyip gözünü Clara’ya dikmişti. Öyle kadın özgürlüğü falan gibi saçmalıklar yoktur oralarda. Kadınların yeri bellidir.Hiç biride karşı çıkmaz buna. -Bende öyle yapmadım mı? diye sormuştu Clara alaycı bir tonla. Sir Giles bu sorudan rahatsız olmuştu. -Sen iyi bir kızsın. Bu söylediğine pek inanmış gözükmüyordu. Çok da güzelsin üstelik. Orada damarlarında konkistador kanı taşıyan erkeklerle karşılaşacaksın. Clara kaşlarını kaldırp, -Ben onların insanlardan çok altın peşinde olduklarını sanırdım, demişti. Korkma, kendimi koruyabilirm.

Üstelik bana ne ad taktılar biliyor musun? Buzdan Bakire. Sir Giles, kızmıştı. ‘Bir yığın saçmalık. Oyazıyı yazan adamla tartıştın mı? ‘ Clara cevap vermemişti. O yazının Leigh’le aralarında geçenlerle ilgili üstü kapalı bir cevap olduğunu büyükbaba gibi eski kafalı bir adama nasıl anlatabilirdi ki? Doğrusunu söylemek gerekirse Clara ondan çok hoşlanmıştı. Fleet Street’in en genç ve yakışıklı köşe yazarlarından biriyle birlikte görülmek hoşuna gidiyordu. Ama her şey bu kadarla kalmadı. Bir süre sonra Leigh onun için bir ihtiyaç haline geldi. Şimdi geriye bakıp Leigh’in ne kadar kurnazca davrandığını görebiliyordu.Clara’nın diğer kızlara benzemediğini fark edip oyununu ona göre oynamıştı. Clara’yı ona aşık olduğuna inandırmayı başarmıştı. Clara, onu bir hafta sonu Abbots Field’a davet etmişti. Leigh, modaya uygun şık giyimi, abartılı tavırlarıyla evin eski görünümüne pek uymamıştı. Sie Giles’ın de ondan hoşlandığı söylenemezdi. Clara ‘ümitsizliğe kapılmaya gerek yok’ diye düşünmüştü.

Farklı dünyaların insanlarıydılar. Üstelik, anlaşmaları için başka fırsatlar da yaratılabilirdi. Başka fırsat yaratılmasına gerek kalmadı sonunda. Ertesi hafta sonu Leigh, onu ailesiyle tanıştırmak üzere evden aldı. Clara’nın içinde bir şüphe belirmişti. Leigh’in tavırlarında bir değişiklik vardı. Üstelik hiç de bildiği bir eve gider gibi değildi. Birkaç defa yolu şaşırmış, sonunda Clara’yı ıssız bir yere getirmişti. Geldikleri ev boştu. Leigh’in evin niye boş olduğuna ilişkin uydurduğu neden onu kandırmaya yetmemişti. Ev ailesinin değildi, hafta sonu için kiralanmıştı. Leigh de gerçeğin bu olduğunu sonunda itiraf eti. Yine de Clara’yı kandırabileceğinden emin gözüküyordu. -Niye yaptın bunu Leigh? Çok adice bir şey bu. Beni sevsen böyle bir yalan söylemezdin.

Clara bunları söylerken avazı çıktığı kadar bağırmıştı. Leigh’in o bağırırken attığı kahkahayı hatırladıkça olanlardan tiksindiğini hissediyordu. Attığı o kahkaha ve söylediği sözler Clara’nın içindeki bütün güzel duyguları öldürmüştü. ‘Buzdan Bakire’ başlıklı makale bu olaydan iki hafta sonra çıktı. Mizah dozu iyi ayarlanmış ustaca bir yazıydı. Ama tam da kadınların sahnelerde kadınlıklarını bolca gösterdikleri bir dönemde kendisinden ‘Basit, saf ve soğuk,’ diye söz edinilmesi iyi düşünülmüş bir intikamdan başka bir şey değildi. Ne var ki, yazı geri tepmişti. Hiç beklemediği halde, televizyon oyunlarından birinde önemli bir rol için teklif almıştı. Bu yeni iş bütün zamanını alıyor, başından geçen tatsız olayın acısını unutmasına yardım ediyordu. -Evet, demişti Clara, dedesine alçak sesle ‘tartıştık sayılır’ Sir Giles homurdanarak: -Senin için kayıp sayılmaz. Ben de pek hoşlanmamıştım ondan.garip bir adamdı, demişti. Onunla başından geçenler bir ders olmuştu Clara için. Bu deneyden sonra yalnız kalmayı öğrenebilirdi. En azından, Mark ve büyükbaba vardı ona destek olacak.

Mark’ın evi terk edişini hatırlayınca birden umutsuzluğa düştü.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir