Jean-Christophe Grange – Kaiken

Yağmur. Tüm zamanların en boktan haziran ayı. Birkaç haftadan beri aynı gri gökyüzü, aynı yağmur, aynı soğuk hava, yani aynı nakarat. Ve daha da kötüsü hâlâ gece. Başkomiser Olivier Passan, namlusuna mermi sürdükten sonra Px4 Storm SD’sini emniyet mandalı açık bir şekilde dizlerinin üstüne koydu. Sol eliyle yeniden direksiyonu kavradı, diğer eline iPhone’unu aldı. Dokunmatik ekranda GPS programı çalışıyor, alttan vuran ışıkla aydınlanan yüzü bir vampirin yüzünü andırıyordu. – Neredeyiz? diye homurdandı Fifi. Lanet olsun, burası neresi? Passan cevap vermedi. Arabanın farlarını söndürmüş, etrafı güçlükle görerek ağır ağır ilerliyorlardı. Borgesvari dairesel bir labirentte gibiydiler. Sayısız girişe, geçide, dolambaçlı yola açılan, gizemli bir merkezi koruyormuşçasına kendi çevresinde dolanan bir Çin Seddi gibi, davetsiz misafirleri dışarı püskürtmeye hazır tuğla örülü, pembemsi sıvalı, eğri büğrü duvarlar. Labirent, SKB (Serbest Kentsel Bölge) olarak sınıflandırılan semtlerden biriydi. Stains’de, Le Clos-Saint-Lazare’daydılar. – Burada bulunma yetkimiz yok, diye mırıldandı Fifi.


Seine-Saint-Denis Bölge Polisi öğrenirse… – Kapa çeneni! Passan dikkat çekmemek için koyu renkli giysiler giymesini istemişti. Ama sonuç ortadaydı: Polisin üzerinde bir Hawaii gömlek ile kaykaycıların giydiği kırmızı bir şort vardı. Olivier onunla buluşmadan önce Fifi’nin neler yuttuğunu bilmemeyi tercih ediyordu. Votka, amfetamin, kokain… Kuşkusuz üçü birden. Direksiyonu bırakmadan arka koltuğa uzanıp kurşungeçirmez bir yelek aldı; kendi ceketinin altında da aynısından vardı. – Giy şunu. – Gerek yok. – Geçir şunu sırtına diyorum. Üstündeki bu gömlekle seni Gay Yürüyüşü’ne katılan şu homolardan biri sanacaklar. Fifi, namı diğer Philippe Delluc, söyleneni yaptı. Olivier çaktırmadan ona baktı. Oksijenle rengi açılmış dağınık saçlar, sivilce izleri, dudaklarının kenarında piercing’ler. Açık yakasından, sol omzu ile kolunu kaplayan bir ejderhanın ağzı belli belirsiz seçiliyordu. Üç yıllık ortaklıktan sonra bile, böyle bir serserinin on sekiz ay boyunca Ulusal Polis Akademisi’nin kurallarına, motivasyon görüşmelerine, sağlık kontrollerine nasıl dayandığına hâlâ akıl erdiremiyordu… Ama sonuç ortadaydı. Geceler boyunca çalışarak tek bir satırı atlamadan telefon dökümlerini ayıklayabildiği gibi her iki elini de kullanarak elli metre uzaktaki bir hedefi 9 mm’liğiyle vurabilen bir polis.

Hiç tereddüt etmeden en az beş kere silahını ateşlemiş otuzundaki bir komiser. Bugüne kadar sahip olduğu en iyi yardımcı. – Bana adresi uzat. Fifi ön panele yapıştırılmış Post-it’i aldı. – Sadi-Carnot Sokağı, 134 numara. GPS’e göre oldukça yaklaşmışlardı ama sürekli başka isimlerle karşılaşıyorlardı: Nelson-Mandela Sokağı, Molière Meydanı, Pablo-Picasso Caddesi… Her on metrede bir üzerinden geçtikleri hız kesici tümsekler arabayı sarsıyordu. Sürekli yinelenen bu kasisler midesini bulandırmaya başlamıştı. Passan semt planının çıktısını alma fırsatı bulmuştu. Clos-Saint-Lazare Mahallesi Seine-SaintDenis’nin en büyük yerleşim yerlerinden biriydi. Büyük bölümü ağaçlı bir parkın içinde yılan gibi kıvrılan bir dizi binadan oluşan bu sosyal konutlarda yaklaşık on bin kişi yaşıyordu. Bunların çevresinde dümdüz uzanan heybetli bloklar nöbet tutan muhafızları andırıyordu. – Lanet olsun, diye dişlerinin arasından fısıldadı Fifi, ıslığı andıran bir sesle. Yüz metre uzaklarındaki bir sundurmanın altında, bir grup Siyah, yerde yatan bir adamın üstüne çullanmıştı. Passan frene bastı, vitesi boşa aldı ve gruba doğru arabayı kaydırmaya başladı. Yerdeki adam saldırganların tekmelerinden yüzünü korumaya çalışıyordu.

Darbeler yağmur gibi iniyor ve farklı, beklenmedik açılardan adamı buluyordu. Saldırganlardan biri, yırtık kot pantolonlu ve kasketli olanı, ayağını adamın ağzına bastırdı ve adamın kırılmış dişlerini yutmasına neden oldu. – Pabuçlarımı yala, Yahudi ibnesi! Yala onları, pislik! (Siyahi adam basket ayakkabılarını adamın kanlı dişetlerine biraz daha bastırdı.) YALA, GÖT VEREN! Fifi CZ 85’ini kavradı ve arabanın kapısını açtı. Passan onu durdurdu. – Yerinden kımıldama. Her şeyi berbat edeceksin. Bir bağırtı yükseldi. Kurban bir hamlede ayağa fırlamış, hızla basamakları tırmanmış ve bir binaya girmişti. Siyah derililer kahkahayı bastı, ancak adamın peşine düşmediler. Passan vitesi bire taktı ve adamların yanından geçti. Fifi yavaşça kapısını kapattı. Yeniden hız kesici tümseklerin üzerinden geçmeye başladılar. Subaru, derinlerde seyreden bir denizaltıdan daha fazla gürültü çıkarmıyordu. Passan iPhone’una göz attı.

– Sadi-Carnot Sokağı, diye mırıldandı. Burası… – Sen bir sokak görüyor musun? Sağda bir şantiyenin duvarlarının ardında gözden kaybolan bir yol vardı. Mahalle kentsel dönüşüm planın bir parçasıydı. Bir reklam panosunun üzerinde ciddi ciddi “Félins Parkı” yazıyordu. Dip tarafta, molozların ve inşaat malzemelerinin arasında binalar, boş araziler, kimsenin oturmadığı yapılar göze çarpıyordu. Banliyöde bu tarz yapılar depo olabileceği gibi, okul da olabilirdi. – 128… 130… 132, diye Passan alçak sesle saydı. Orada. Gözleri bir blokun kapısına doğru çevrildi. Passan motoru durdurdu, iPhone’unu kapattı. Sadece yağmur damlalarının vurduğu kapkara ve yağlı su birikintileri ayırt ediliyordu. – Ne yapıyoruz? diye sordu Fifi. – Gidiyoruz. – Kararından emin misin? – Hiçbir şeyden emin değilim. Gidiyoruz, hepsi bu.

Bir kadın çığlığı duyuldu. Gözlerini kısarak çığlığın nereden geldiğini anlamaya çalıştılar. Birileri geliyordu. Hıçkıra hıçkıra ağlayan ve yürümemekte direnen yeniyetme bir kızı itekliyorlardı. Adamlardan biri kızı arkadan tekmeliyor, diğeri ise ensesine şaplak indirip duruyordu. Şantiye alanındaki bir karavana doğru ilerliyorlardı. Fifi yeniden arabanın kapısını açtı. Passan onu kolundan tuttu: – Bırak gitsinler. Buraya bunun için gelmedik. Anladın mı? Punk öfkeyle ona baktı: – Ama bunun için polis oldum, öyle değil mi? Olivier tereddüt etti. Bir çığlık daha duyuldu. – Lanet olsun! diyerek pes etti Passan. Ellerinde silahlarıyla, aynı anda Subaru’dan fırladılar. Park halindeki birkaç araba boyunca koştular, sonra heriflerin üzerine atıldılar. Hiçbir uyarıda bulunmamışlardı.

Passan’ın kafa darbesiyle ilk adam bir kum yığının üstüne devrildi. Fifi ikinci herife çelmeyi takıp yüzüstü yere yıktı, kelepçelerini çıkardı. Üçüncü adam, bir iblis gibi avaz avaz küfrederek kaçtı. Aynı anda korkudan titreyen bir karaltı halindeki dağınık saçlı kız ortadan kayboldu. İki polis birbirlerine baktı. Her şey çok kısa sürmüştü. Ortada ne kurban ne saldırı, hiçbir şey yoktu. Duraksamadan yararlanan yerdeki herif Fifi’nin 9 mm’liğine uzandı ve ayaklarının üzerinde doğruldu. Bir el silah sesi duyuldu. Kelepçeler tangırdayarak bir yerlere fırladı. Herif gecenin karanlığında çoktan gözden kaybolmuştu bile. – Kahretsin! diye küfretti Passan. Gayriihtiyari hangara doğru bir göz attı, kapısı açılıyordu. Kel kafayı, bodur silueti, soluk mavi ameliyat eldivenlerini fark etti. Bu anı o kadar çok hayal etmişti ki, şu anda kafasında her şey çok belirgin, sarih ve milimetrikti.

45’liğini doğrulttu ve bağırdı: – Kımıldama! Adam olduğu yerde kaldı. Yarı aralık kapının ağzında yağmurdan ıslanmış kel kafası parlıyordu. İçerisi yanıyordu. Çok geç kalmışlardı. Aynı anda kafasında bir şimşek çaktı. Arkasına döndü ve mahalleye doğru kaçmakta olan ırz düşmanını fark etti. Fifi nişan aldı, parmağı tetikteydi. Passan onun kolunu tutup indirdi: – Ateş etmeyeceksin, değil mi? Tekrar arkasına döndü. Kel herif de ters yöne doğru hızlı adımlarla sıvışıyordu. Siyah muşamba üstlüğü yağmurun altında uçuşuyordu. Başarısız olacaklardı. Passan göz ucuyla Fifi’ye baktı. Yeniden atış pozisyonu almış, kaçmakta olan iki herife sırayla nişan alıyordu. – Bırak kuşu, kaçsın! diye bağırdı Passan. Guillard’ı yakala! Komiser şantiyeye yöneldi.

Passan depoya doğru koştu. Beretta’sını kılıfına soktu, beceriksiz hareketlerle eldivenlerini giydi ve raylara monte edilmiş kapıyı kaydırdı. Kendisini neyin beklediğini biliyordu. Bu çok daha kötüydü. Motorlarla, zincirlerle, aletlerle, birbirleriyle alakasız çeşitli parçalarla dolu yaklaşık yüz metrekare genişliğindeki atölyede, genç bir kadın yerden bir buçuk metre yüksekteki bir tanka asılmıştı. Kolları ve bacakları ayrık bir şekilde kayışlarla bağlanmıştı. Adidas marka eşofman giymiş bir Mağribi’ydi. Pantolonu ve külotu ayak bileklerine kadar indirilmiş, tişörtü yukarı sıvanmıştı. Karnı göğüs kemiğinden pubise kadar açılmış, bağırsakları yere kadar sarkıyordu. Tam önünde, alevli bir birikinti içinde bir fetüs yanıyordu. Her zamanki modus operandi. Birkaç saniye, birkaç yüzyıl gibi geçti. Passan artık yerinden kımıldamıyordu. Etler boğucu duman içinde kızarıyordu. Bebek alevden kavrulmuş gözleriyle ona bakar gibiydi.

Sonunda manzaranın etkisinden kurtuldu ve lastiklerin, krank millerinin, egzoz borularının arasında gezinmeye başladı. Bir halı aldı ve söndürmek için yaptığı birkaç denemeden sonra küçük bedenin üstüne örttü. Ayarlanabilir bir merdiven buldu. Düğmesine basarak mekanizmayı çalıştırdı ve sımsıkı bağlanmış kadının hizasına kadar çıktı. Öldüğünü biliyordu. Yine de teyit etmek için iki parmağını boynuna bastırdı. iPhone’u çaldı. Ceplerini yokladı, az kalsın merdivenden düşüyordu. Fifi’nin nefes nefese sesi duyuldu: – Ne cehennemdesin? – Onu yakaladın mı? – Bir sürü terslik oldu. Herif kaçtı! – Sen neredesin? – Bilmiyorum! – Geliyorum. Passan yere atladı ve elinde silahıyla kapıya doğru yöneldi. Beton karma makinelerinin arasında ilerledi; tuğla, çimento torbası, çelik çubuk dolu zeminde sendeleyerek yürüdü. Hiçbir şey görmüyordu. Birkaç metre sonra boylu boyunca yere serildi. Ayağa kalktı ve kendisini neyin düşürdüğünü görmeye çalıştı: Ayağı bir alçı levhaya takılan Fifi’ye çarpmıştı.

– Düştüm, Passan… Düştüm… Olivier gülsün mü ağlasın mı bilemiyordu. Ona yardım etmek için eğildi, ancak Fifi bağırdı: – Beni bırak! O göt vereni bul! – Herif nerede? – Duvarın orada! Passan arkasını döndü ve yüz metre ileride, birkaç yüz metre boyunca uzanan penceresiz duvarı gördü. Oranın biraz uzağındaki devlet karayolunda ışıklar titreşiyordu. Elinde Beretta’sıyla koştu, bir yokuş buldu, tırmandı, bacağını duvarın üstünden aşırdı. Diğer tarafa yuvarlandı, hemen ayağa kalktı. Birkaç hektar genişliğindeki karanlık bir arazideydi. Uzaktan arabalar geçiyordu. Araba farlarının sayesinde, Patrick Guillard’ın silueti karaltı halinde görünüyordu. Adam balçıklaşmış arazide sendeleyerek yürüyor, yola doğru güçlükle ilerliyordu. Passan Beretta’nın namlusuna mermi sürdü. Çelik yeleğinin altında soluk soluğaydı. Ayakları çamura gömülüyordu. Ayaklarını vıcık vıcık, yapışkan topraktan güçlükle kurtarıyordu. Yine de ilerlemeyi başarıyordu. Guillard yukarıdaki otoyola varmıştı.

Passan adımlarını hızlandırdı. Herif tam güvenlik bariyerini aşıyordu ki Passan onu bacaklarından yakaladı ve yamaçtan aşağı doğru çekti. Katil otlara tutunmaya çalıştı. Passan onu boynundan yakaladı, sırtüstü çevirdi ve kafasını birkaç kez beton su kanalının kenarına vurdu. – Kahrolası ibne! Guillard onu itmeye çalıştı. Passan silahının kabzasıyla herife vurmaya başladı; parmaklarının, gözlerinin, sinirlerinin kanla ıslandığını hissediyordu. Birkaç metre yukarılarındaki yol, geçen arabalardan dolayı sarsılıyordu. Passan birden durdu. Gözleri yuvalarından fırlamış bir halde ayağa kalktı, tabancasını kılıfına soktu, herifi yola kadar sürükleyerek toprak rampayı tırmandı. Araba farları karanlığın içinde patlıyordu. Bir yük kamyonu son hızla yaklaşıyordu. Polis, bir tekme darbesiyle Guillard’ı tekerleklerin altına atmayı düşündü. Ayağıyla sırtına bastırarak herifi olduğu yerde tuttu. TIR sadece birkaç metre uzaktaydı. Gözlerini kapattı.

O, Kanun’du. O, Adalet’ti. O, Adaletin Kılıcı ve Uygulayıcısı’ydı. Kamyon katilin kafasını ezmeden bir saniye önce Passan kendine geldi. Guillard’ı tutup ayağa kaldırdı. İkisi birlikte güvenlik bariyerinin üstünden aşağı düştüler ve rampanın dibine kadar yuvarlandılar. Kamyon uzunlarını yakarak, korna çalarak, birbirine dolanmış bedenlerinin birkaç metre uzağından şiddetli sarsıntılarla geçti. 2 – İşin boku çıkacak. Yemin ederim işin boku çıkacak! Passan cevap vermeden suç önleme birimi komiserine dikkatle baktı. Kot ceketinin içinde kıpırdanıp durdukça Sig Sauer tabancası görünen, kısa boylu, tıknaz bir tipti. Biriminin logosu –bir silahın gezinden görünen bir dizi bina– ceketinin koluna dikilmişti. Bir helikopter güçlü projektörleriyle çatıları tarayarak bölgenin üstünde uçuyordu. Passan bu tür semtlerde yeterince ayakkabı eskittiğinden devriyelerin ne aradığını biliyordu: Şişelerle, molotoflarla, taşlarla saldırmaya hazır, bir yerlere gizlenmiş sokak çeteleri. Asayiş polisi, taş dolu el arabalarını bulmak için çoktan mahzenlere inmişti bile. Olivier derisini kazımak ister gibi yüzünü sıvazladı, sonra birkaç adım atarak kalabalıktan uzaklaştı.

Çılgınlık düzeyindeki bu savaş ortamı ona hitap etmiyordu. Kendi çılgınlık krizinden kurtulmaya çalışıyordu. Kamyonun kör edici farları. Katilin cellat kütüğünü andıran asfaltın üzerindeki kafası. Adaleti uygulamak niyetiyle içinde uyanan öldürme arzusu. Yeniden Tom Pouce’un yanına gitti. – Bu acil bir durumdu, dedi sonunda. – Ve böylece benim bölgeme geldin, kimseye haber vermeden, öyle mi? – Son dakikada bir tüyo aldık. – 59. maddeyi hiç duymadın mı? – Lanet olsun! Suçüstü yapmamız gerekiyordu. Hızlı olmalıydık. Ve büyük bir gizlilik içinde hareket etmeliydik. Adli polis komiseri pis bir kahkaha attı: – Gizlilik uğruna havanı aldın! Çevrelerinde tepe lambalarından, polis şeritlerinden, üniformalardan, beyaz tulumlardan oluşan bir girdap vardı. Suç önleme birimi polisleri, yerel polisler, özel güvenlikçiler, asayiş polisleri, olay yeri inceleme teknisyenleri, herkes oradaydı. Bol tişörtleri ya da kapüşonlu ceketleri içinde kaybolmuş onlarca çocuk sarı polis şeridinin ardına yığılmıştı.

– En azından Doğumcu olduğundan emin misin? Olivier atölyenin kapısını işaret etti: – Bu senin için yeterli değil mi? Ceset kaldırılmış, götürülüyordu. İki cenaze levazımatçısı bir sedyeyi itiyordu – kurban plastik ceset torbasına konmuştu. Peşlerindeki bir başka görevli, üzerinde Kızılhaç işareti bulunan bir buzluk taşıyordu. İçinde kavrulmuş fetüs vardı. Adli polis komiseri pazıbendini düzeltti: – Tüm mahalleyi tehlikeye attınız, lanet olsun! – Zaten senin mahallen tehlikenin bizzat kendisi. – Ne yani, bu benim hatam mı? Passan onun bakışlarındaki yorgunluğu ve bıkkınlığı fark etti. Bir anda ona duyduğu kızgınlık geçti. O sadece, yıllarca hiçbir sonuç almadan şehir çeteleriyle uğraşmaktan yıpranmış, öfkesi burnunda bir polisti. Yeniden, ara ara yanıp sönen tepe lambalarının aydınlattığı çevreyi inceledi. Pencerelere çıkmış aileler, güvenlik çemberinin etrafına toplanmış genç kızlar, kapı eşiklerinde yerlerinde duramayan pijamalı çocuklar ve kaskları, gaz bombası atan silahlarıyla kitlenin üzerine ateş etmeye hazır güvenlik güçleri… “Etnik” kökenleri farklı –“polis” üniformalarıyla caka satan Siyahlar, Mağribiler– birkaç polis çevredekileri yatıştırıyordu. Passan, Batı Amerika’daki iz sürücüleri, gizemli ve düşman bir dünyada Beyazlara yol gösteren Yerlileri düşündü. Bu polisler de bir tür iz sürücüydü. Geri döndü, arabasına doğru yürümeye başladı ve onu cehennemin kapısına kadar getiren olaylar hızla gözünün önünden geçti. Yirmi sekiz yaşındaki, sekiz buçuk aylık hamile Leïla Moujawad’ın ortadan kaybolması. Birkaç saat önce mali şubeden alınan istihbarat ve asli şüpheli Patrick Guillard’ın, yöneticisi olduğu bir holdinge bağlı offshore şirketinin Stains’de, Sadi-Carnot Sokağı 134 numarada bir atölyesi olduğunun öğrenilmesi.

İlk üç cesedin bırakıldığı yerlere en fazla üç kilometre uzaklıkta bulunan, kimsenin bilmediği bir hangar. Fifi’yi aramıştı. Hemen yola çıkmışlardı. Ancak çok geç kalmışlardı. Leïla ile çocuğunun hayatları birkaç dakika önce son bulmuştu… Passan meslek yaşamında, bu adaletsiz düzene isyan edecek kadar çok sayıda olayla karşılaşmıştı. Birden bir çığlık bütün gürültüyü bastırdı. Genç bir adam asayiş polislerini itekledi ve cenaze arabasına doğru koştu. Passan onu hemen tanıdı. Mohamed Moujawad. Otuz bir yaşında. Leïla’nın kocası. Dün Saint-Denis’deki yerel adli polis merkezinde Passan onun ifadesini almıştı. Bu gecelik bu kadarı yeterliydi. Savcı birazdan gelirdi. Yeni bir sorgu yargıcı atanmıştı; seri cinayet davalarına bakan Yargıç Ivo Calvini’yle uğraşması gerekecekti.

Ama her halükârda bu soruşturmayı ona vermeyeceklerdi. En azından hemen vermeyeceklerdi. Öncelikle hatalarının bedelini ödeyecekti. Yasadışı arama. Başarısız suçüstü. Guillard’a iki yüz metreden fazla yaklaşmama emrinin ihlali. Masumiyet karinesini gözetmeksizin bir şüpheliyi darp. Pislik herifin avukatları onun ciğerini sökecekti. – Tüyüyor muyuz? Fifi, Subaru’da oturmuş, sigara içiyordu. İlkyardım görevlileri tarafından pansuman yapılmış ve bandajlanmış kıllı bacaklarından biri arabanın açık kapısından dışarı sarkıyordu. – Bana bir saniye izin ver. Passan suç mahalline geri döndü. Olayla ilgili delil bulma fırsatını kaçırmıştı. Olay yeri inceleme ve kimlik tespit şubesine bağlı bir sürü teknisyen iş üstündeydi. Bir fotoğrafçının flaşları duvarları aydınlatıyordu.

Pudralar, fırçalar, delil torbaları elden ele dolaşıyordu. Binlerce kez gördüğü, mide bulandırıcı aynı manzara. Her zaman adıyla hitap ettiği, operasyon koordinatörü Isabelle Zacchary’yi gördü. Beyaz tulumu içinde kurbanın iç organlarından kalan kapkara izlerin yanında ayakta duruyordu. – Şu an elinde ne var? – Davaya sen mi atandın? – Senin de çok iyi bildiğin gibi hayır. – Ben bilmiyorum, yani… – Senden sadece bir ilk görüş istiyorum. Zacchary kapüşonunu indirdi, bunalmış gibiydi. Boynunun çevresindeki yatay hava filtreli maskesiyle bir mutantı andırıyordu. Her hareket edişinde, buruşturulan kâğıt gibi bir gürültü çıkarıyordu. Ona mesafeli ve seksi bir hava katan gözlüğü gözündeydi. Ancak bu akşam, bunu düşünmenin sırası değildi. – Şu an için sana bir şey söyleyemem. Her şey laboratuvarda belli olacak. Passan gözleriyle çevreyi taradı. Kanlı tank, sarkan ipler, tezgâhın üzerinde kan içindeki cerrahi aletler… Yanmış etin pis kokusu hâlâ duyuluyordu.

Birden içini bir şüphe kapladı: – Parmak izi buldunuz mu? – Her yerde. Ama burası onun garajı, öyle değil mi? Kurbanın üstünde parmak izleri bulmaları gerekiyordu. Kadını keserken kullandığı bıçaklarda. Çocuğu yakarken kullandığı benzin bidonunda. Ya da kurbanın tırnaklarının altında katile ait deri parçaları bulmaları lazımdı. Onu avlarıyla ilişkilendirebilecek herhangi bir organik madde. – Elde ettiğin sonuçları bana e-postayla yolla. – Bu kurallara aykırı, ben… – Bu benim soruşturmam, anlıyor musun?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir