Jean-Christophe Grange – Koloni

Çığlık orgun içinde hapsolmuştu. Org borularında çınlıyordu. Kilisenin her yerinde yankılanıyordu. Güçsüz. Boğuk. Hırıltılı. Lionel Kasdan birkaç adım ilerledi ve yanan mumların yanında durdu. Koroyerine, mermer sütunlara, koyu frambuaz renkli deri taklidi kumaşla kaplanmış sandalyelere göz gezdirdi. Sarkis, “Yukarıda, orgun yanında” demişti. Kendi ekseni etrafında döndü ve üst balkona çıkan taş basamaklı sarmal merdivene yöneldi. Saint-Jean-Baptiste’teki orgun bir özelliği vardı; bir füzeatar bataryası gibi boruları tam ortadaydı, ama klavyesi, sağda tamamen ayrı bir yerdeydi ve kasayla dik açı oluşturuyordu. Kasdan mavi taş korkuluk boyunca uzanan kırmızı halıda ilerledi. Ceset klavye ile boruların arasına sıkışmıştı. Yüzükoyun yatıyordu, sanki sürünüyormuş gibi sağ bacağı kıvrılmış, elleri kasılmıştı. Başını koyu renkli bir gölcük çevreliyordu.


Çevresine partisyonlar ve dua kitapları saçılmıştı. Kasdan, gayriihtiyari saatine baktı: 16:22. Bir an, bu ölüyü, bu dinginliği kıskandı. Yaşla birlikte insanın ölüm karşısındaki kaçınılmaz huzursuzluğunun, endişesinin artacağına inanmıştı. Ama tam tersi olmuştu. Geçen her yıl, ölümün cazibesine biraz daha kapılmıştı. Nihayetinde, huzur. İçindeki iblislerin suskunluğu. Burada şiddet yaşandığına dair kan dışında bir iz yoktu. Adam kalp krizinden ölmüş ve düşerken kafasını vurmuş olabilirdi. Kasdan bir dizini yere koydu. Cesedin yüzü görünmüyordu, kolunun altında kalmıştı. Hayır bu bir cinayetti. Bunu hissedebiliyordu. Kurbanın dirseği orgun pedalına dayanmıştı.

Kasdan bu enstrümanın mekanizması hakkında hiçbir şey bilmese de pedala basıldığında kurşun ve bakır boruların açılmasının çığlığı daha da şiddetlendirdiğini tahmin edebiliyordu. Adam nasıl ölmüştü? Neden ulur gibi bağırmıştı? Kasdan doğruldu ve telefonuna sarıldı. Ezberden birkaç numara tuşladı. Her seferinde sesini tanıdılar. Her seferinde ona “OK” diye cevap verdiler. Damarlarındaki kanın ısındığını hissetti. Demek ki ölmemişti. Yani tam anlamıyla. Bir öğleden sonra, vakit geçirmek için Quartier Latin’deki Sanat ve Deneme Stüdyoları’nda seyrettiği şu siyah beyaz filmlerden biri, Alfred Hitchcock’un Gizli Ajan filmi aklına geldi. İki casus, küçük bir İsviçre kilisesinde, orgun klavyesinin önüne oturmuş, parmakları uyumsuz notalar üzerinde kaskatı kesilmiş bir ceset buluyordu. Korkuluğa doğru ilerledi, ayaklarının altındaki salona bir göz attı. Absidanın dibinde Aziz Matta’nın meleğiyle ve Aziz Yahya’nın kartalıyla çevrelenmiş bir İsa tablosu vardı. Parıldayan avizeler. Sunağın altın sarısı örtüsü. Erguvan rengi halılar.

Her şey Hitchcock’un filmindeki o sahneyi andırıyordu, ancak bu Ermeni kilisesi versiyonuydu. – Burada ne arıyorsunuz? Kasdan döndü. Dar alınlı, kalın kaşlı, tanımadığı bir adam merdivenin eşiğinde duruyordu. Yarı karanlıkta, karakalemle çizilmiş satirik bir deseni andırıyordu. Öfkeli görünüyordu. Kasdan, adama cevap vermek yerine susmasını işaret etti. Gitgide hafifleyen çınlamayı biraz daha dinlemek istiyordu. Ses tamamen kesilince adama doğru ilerledi: – Lionel Kasdan, Cinayet Masası başkomiseri. Adamın yüzünde şaşkın bir ifade belirdi: – Hâlâ görevdesiniz ha? Bu sorunun birçok cevabı vardı. Kasdan bir yanılsama değildi. Kırçıllı takım elbisesi, alabros gri saçları, boynunun çevresine sardığı kefiyesi ve izlerini taşıdığı altmış üç yılla görevdeki bir polisten çok, Çad veya Yemen’deki çakıllı patika yollarda unutulmuş bir paralı askere benziyordu. Diğer adam ise onun tam zıddıydı; genç, sağlıklı ve kendinden emindi. Blucininin kemerine takılmış Glock’uyla, parlak yeşil pilot montunun sardığı kalıp gibi bir beden. Sadece vücut yapıları birbirine benziyordu. Yüz kilo ağırlığında ve bir seksen beş boyunda deve gibi iki adam.

– Olduğunuz yerde kalın, dedi Kasdan. İpuçlarını yok edeceksiniz. – Komiser Éric Vernoux, dedi adam. Adli Polis. Sizi kim çağırdı? Öfkesine rağmen, bir seremoniyi kaçırmaktan korkar gibi alçak sesle konuşuyordu. – Saygıdeğer Vartabet[1] Sarkis. – Bizden önce mi? Neden siz? – Bu kilisenin cemaatindenim. Adam siyah kalın kaşlarını çattı. – Saint-Jean-Baptiste Ermeni Katedrali’ndesiniz, dedi Kasdan. Ve ben de bir Ermeni’yim. – Bu kadar çabuk nasıl geldiniz? – Zaten buradaydım. Avlunun diğer tarafındaki idari ofiste. Papaz Sarkis cesedi bulunca gelip bana haber verdi. Hepsi bu. Ellerini gösterdi.

Arabama gidip eldivenlerimi aldım ve ana kapıdan içeri girdim. Tıpkı sizin gibi. – Ve hiçbir şey duymadınız? Yani daha önce, demek istiyorum. Kavga sesi, itiş kakış gürültüsü? – Hayır. İdari ofisten kilisenin içinde olan bitenler duyulmaz. Vernoux elini montunun cebine soktu ve bir cep telefonu çıkardı. Kasdan adamın köstekli saatine, şövalye yüzüğüne baktı. Herif gerçek bir aynasızdı. Kaba. Sade. Bu ayrıntılar, adamla arasında kuşkusuz bir gönül bağı oluşturmuştu. – Ne yapıyorsunuz? diye sordu. – Savcıyı arıyorum. – Çoktan arandı. – Nasıl? – Benim çocuklarla da temas kurdum.

– Sizin çocuklarla mı? Dışarıda, Goujon Sokağı’nda siren sesleri duyuldu. Nefi bir anda beyaz tulumlular doldurdu, bazıları ellerinde krom renkli küçük valizleriyle üst balkona yöneldi. Ekibin başındaki kapüşonlu beyaz tulumlu adam Kasdan’a bakıp sırıttı. Bu Olay Yeri İnceleme Bürosu’nun sorumlularından Hugues Puyferrat’ydı. – Kasdan… Yorulmak nedir bilmez misin! – Hâlâ cesetler var, diyerek gülümsedi Kasdan. Ayrıntılı bir rapor istiyorum. – Merak etme. Vernoux’nun gözleri Olay Yeri İnceleme’nin adamı ile eski polis arasında mekik dokuyordu. Şaşırmış gibiydi. – Aşağı inelim, dedi Kasdan. Burada hepimize yer yok. Vernoux’nun cevabını beklemeden merdivene yöneldi; nefe indiğinde teknisyenler parmak izi almaya başlamıştı bile, kilisenin her yerinde flaşlar patlıyordu. Absidanın sağ tarafında Vartabet Sarkis belirdi. Üzerinde beyaz yakalı koyu renk papaz giysisi vardı. Siyah kaşları ve gri saçlarıyla Charles Aznavour’a benziyordu.

Kasdan ona doğru yaklaştığında mırıldandı: – Akıl almaz bir şey. Anlamıyorum. – Bir şey çalınmış mı? Kontrol ettiniz mi? – Burada çalınan bir şey yok. Vartabet Sarkis doğru söylüyordu. Ermeni inanışı putataparlığı yasaklıyordu. İçeride hiç heykel yoktu, sadece birkaç tablo vardı. Bu kilisede bir yağ kandili ile birkaç yaldızlı koltuk dışında pek eşya olduğu da söylenemezdi. Kasdan sessizce din adamını inceliyordu. Yaşlı adam daha önce de pek çok badire atlatmıştı. Siyah gözlerinde kaderine razı insanların ifadesi vardı. Zaten bizzat sürgün hayatı da yaşamıştı, ailesini Tehcir sırasında kaybetmişti. Arkasına döndü. Vernoux sırtını onlara dönmüş, birkaç metre ötede, telefonla fısır fısır konuşuyordu. Ona doğru yaklaştı ve kulak kabarttı: – Burada ne aradığını bilmiyorum… Yani… Nasıl nedir? Ne bileyim! Çetin cevize benziyor, öyle mi? Kasdan bir kahkaha patlattı: – Hayır, taşaklı! [1] Ermenicede papaz. (ç.

n.) 2 İlk tablo, 491 yılında Perslere karşı ayaklanan Ermenilerin Avarair Savaşı’ndaki şeflerini tasvir ediyordu. İkincisi Ermeni alfabesini bulan Aziz Mesrop Maştots’a aitti. Üçüncü tabloda ise 1915 Tehciri’nde hayatlarını kaybeden ünlü kişiler resmedilmişti. Éric Vernoux, avlunun duvarlarına resmedilmiş bu sakallı şahsiyetleri incelerken yirmi kadar çocuk çevresinde kovalamaca oynuyordu. Vernoux sanki Mars gezegenine ayak basmış gibi şaşkındı. – Bugün çarşamba, dedi Sarkis. Din eğitimi dersi yeni bitti. Normalde koro çalışmasının çoktan başlaması gerekiyordu. Ailelerine gelip onları almalarını haber verdik. Beklerken de burada oyun oynuyorlar. Vernoux başını anladım der gibi salladı. Aslında pek ikna olduğu söylenemezdi. Bakışlarını, freskin hemen yanındaki duvarı süsleyen tüften büyük haça yöneltti. – Siz… siz Katolik misiniz? Kasdan, tersler gibi cevapladı: – Hayır.

Ermeni Apostolik Kilisesi bir Doğu Ortodoks Kilisesi’dir. Ve Üç Konsil Kiliseleri’nin bir parçasıdır. Vernoux’nun gözbebekleri büyüdü. – Tarihsel olarak, diye devam etti Kasdan, çocukların bağırışlarını bastırmak için sesini yükselterek, Ermeni Kilisesi, en eski Hıristiyan Kilisesi’dir. I. yüzyılda İsa’nın iki havarisi tarafından kurulmuştur. Sonra diğer Hıristiyanlarla ayrılığa düşmüşler. Konsiller, çatışmalar… Mesela Monofizit görüşü benimsiyoruz. – Mono… Ne? – Bizim için İsa Peygamber bir insan değildir. Tanrı’nın oğludur, yani tamamen tanrısal bir doğası vardır. Vernoux susmuştu. Kasdan gülümsedi. Ermeni dünyasının diğer insanlar üzerinde yarattığı şokla hep eğlenmişti. Kuralları. İnançları.

Farklılıkları. Polis öfkeyle not defterini çıkardı. Ermeniler hakkında dinlediği bunca şeyden sıkılmıştı: – Güzel. Kurbanın adı… Defterden okudu. Wilhelm Goetz, doğru mu? Sarkis kollarını göğsünde kavuşturmuştu, başıyla onayladı. – Bu bir Ermeni adı mı? – Hayır. Şilili. – Şilili mi? – Wilhelm bizim cemaatten değildi. Üç yıl önce orgcumuz ülkesine döndü. Onun yerine birini arıyorduk. Koroyu da yönetebilecek bir müzisyen. Bana Goetz’den bahsettiler. Orgcu. Müzikolog. Paris’te birçok koronun da şefliğini yapmıştı.

– Goetz… Kuşkulu bir ses tonuyla yineledi Vernoux. Pek Şilili adına benzemiyor… – Alman adı, diyerek araya girdi Kasdan. Şili nüfusunun önemli bir kısmı Alman kökenlidir. Polis kaşlarını çattı: – Naziler mi?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir