– Kırmızı. Anna Heymes gitgide kendim rahatsız hissediyordu. Deney en ufak bir tehlike içermiyordu, ama o anda beyninin içinin okunabilecek olması onu derinden etkiliyordu. -Mavi. Yan karanlık bir odanın tam ortasına yerleştirilmiş inox bir masanın üzerine uzanmıştı, kafası, beyaz ve yuvarlak bir makinenin ortasındaki deliğin içine yerleştirilmişti. Yüzünün tam karşısında, başının üzerine hafif eğik bir konumda tespit edilmiş bir ayna vardı, aynanın üzerinde, bir projeksiyon makinesinden yansıyan küçük küçük kareler görülüyordu. Tek yapması gereken, aynanın üzerinde beliren renkleri yüksek sesle söylemekti. -Sarı. Sol koluna bağlı serum yavaş yavaş vücuduna akıyordu. Dr. Eric Ackermann ona, bunun radyoaktif bir izotop çözeltisi olduğunu, beynin içindeki kan akışının yerini saptamakta kullanıldığını açıklamıştı. Farklı renkler birbiri ardına aynada beliriyordu. Yeşil. Turuncu. Pembe… Sonra ayna karardı. Anna hareketsiz yatıyordu, sanki bir lahtin içindeymişçesine kollan vücudunun iki yanındaydı. Sol tarafında, birkaç metre uzakta, Eric Ackermann ile kocası Laurent’ın durduğu camlı kabininin su yeşili ışığını görüyordu. îki adamı, monitörlerin karşısında, nöronlannın aktivitesini dikkatle takip ederken hayal ediyordu. Kendini gözetlenmiş, yağmalanmış, özel hayatının tüm gizli yanlarına tecavüz edilmiş gibi hissediyordu. Kulağına takılı küçük alıcıdan Ackermann’m sesini duydu: – Cok güzel Arına. Simdi kareler hareket etmeye başlayacak. 12 Sen sadece onların hareket yönlerini belirleyeceksin. Her seferinde tek bir kelimeyle: sağ, sol, yukarı, aşağı… Sonra geometrik şekiller yer değiştirmeye başladı, küçük balıklardan oluşan bir sürü gibi esnek ve akışkandı, alacalı, karışık renkli bir mozaiği andırıyordu. Anna kulağına bağlı mikrofona konuştu: – Sağ. Kareler, çerçevenin üst kenarına doğru yükseldi. – Yukarı. Bu uygulama birkaç dakika sürdü. Yavaş, tekdüze bir sesle konuşuyordu, kendini uyuşmuş hissediyordu; aynanın ısısı uyuşukluğunu daha da artırıyordu. Her an uykuya dalabilirdi, buna daha fazla engel olamazdı. – Çok iyi, dedi Ackermann. Sana bu kez, farklı biçimlerde anlatılmış bir hikâye sunacağım. Bu versiyonları çok dikkatle dinle. – Peki ne söylemem gerekiyor? – Hiçbir şey. Sadece dinlemen yeterli. “4 Birkaç saniye sonra, kulaklıktan bir kadın sesi duyuldu. Yabancı bir dilde konuşuyordu; seslerin kulağa geliş düzenine bakılırsa, bir Asya ya da Doğu dili olabilirdi. Kısa bir sessizlik oldu. Hikâye yeniden başladı, bu kez Fransızca olarak. Ama sözdizimi bozuktu: mastar halinde fiiller, uyumsuz tanımlıklar, uygulanmayan ulamalar. Anna bu bozuk ve biçimsiz dili çözmeye çalıştı, ama hikâyenin başka bir versiyonu başlamıştı bile. Bu kez cümlelerin içinde anlamsız kelimeler dikkat çekiyordu… Bütün bunlar ne demek oluyordu? Birden derin bir sessizlik oldu, içinde bulunduğu silindir biraz daha karanlığa gömüldü. Bir süre sonra, doktor yeniden konuştu: – Bir sonraki test. Her ülke adından sonra, bana o ülkenin başkentini söyleyeceksin. Anna, anladığına dair bir işaret yapmak istedi, ama ilk ülkenin ismi kulağında çınladı: – Đsveç. Düşünmeden cevap verdi: – Stockholm. – Venezuela. – Caracas. – Yeni Zelanda. – Auckland. Hayır! Wellington. – Senegal. 13 – Dakar. Her başkent en ufak bir zorlama olmadan, kolaylıkla aklına geliyordu. Cevapları refleks olarak ağzından çıkıyordu, ama sonuçtan memnundu; demek belleğini tamamen kaybetmemişti. Acaba Ackermann ile Laurent monitörlerde ne görüyordu ? Beyninin hangi bölgeleri harekete geçiyordu ? – Son test, diye uyardı nörolog. Birazdan karşında, aynada bazı yüzler belirecek. Yüksek sesle kim olduklarını söyleyeceksin, mümkün olduğunca çabuk tabiî. Bir yerlerde, basit bir uyarının bile -bir kelime, bir hareket, görsel bir ayrıntı- fobi mekanizmasını harekete geçirdiğini okumuştu; psikiyatrlar bunu, uyan kaygısı olarak adlandırıyordu. Uyan: terim kusursuzdu. Kendi durumuna gelince sadece “yüz” kelimesi bile kaygı duymasına yetiyordu. Birden boğulacak gibi oldu, midesi ağırlaştı, kollan ve bacakları uyuştu, yutkunmakta zorlanıyordu… Aynada, siyah beyaz bir kadın portresi belirdi. Kıvırcık san saçlar, kalın dudaklar, dudağın üstünde ben. Çok kolay: – Marilyn Monroe. Bu fotoğrafın ardından bir gravür belirdi. Karamsar bakışlar, karemsi bir çene, dalgalı saçlar: – Beethoven. Yuvarlak, bir şekerleme kutusu sibi düz ve parlak bir surat, iki çekik göz. – Mao Zedong. Anna, bu yüzleri bu kadar çabuk tanımış olmaktan şaşkındı. Başka yüzler birbirini izledi: Michael Jackson, Mona Lisa, Albert Einstein… Bir büyülü fenerden yansıyan parlak görüntüleri seyre-diyormuş gibi bir izlenime kapılmıştı. Tereddüt etmeden cevap veriyordu. Kaygısı ve heyecanı çoktan azalmış, hatta yok olmuştu. Ama birden, aynada behren bir portre onu güç duruma düşürdü; bu, kırklı yaşlarda, ama hâlâ genç görünen, fırlak gözlü bir adamdı. San saçları ve kaşlan, onun belli belirsiz yeniyetme havasım daha da güçlendiriyordu. Bir elektrik dalgası gibi, içini bir korku kapladı; vücudu acıyla gerildi. Bu yüz hatları ona yabancı gelmiyordu, ama ne bir isim ne de bir anı çağnştınyordu. Belleği karanlık bir tüneldeydi. Bu yüzü daha önce nerede görmüştü ? Bir aktör müydü ? Ya da bir şarkıcı ? Yoksa uzak bir tanıdık mı ? Görüntü yerini başka bir resme bıraktı, yuvarlak gözlüklü bir portreye. Anna cevap verdi, ağzı kurumuştu: – John Lennon. Sonra aynaya Che Guevara’nın resmi yansıdı, Anna yalvaran bir sesle konuştu: – Eric, dur. Ama geçit töreni devam ediyordu. Van Gogh’un bir otoportre-si, parlak ve canlı renkler. Anna mikrofonun sapını kavradı: – Eric, lütfen. Görüntü bu kez değişmedi. Anna, aynadan renklerin ve ısının tenine yansıdığını hissediyordu. Kısa bir sessizlikten sonra Acker-mann sordu: -Nevar?N’oldu? – O adam, tanımadığım adam: kimdi o? Eric cevap vermedi. David Bowie’nin biri başka, diğeri başka renkteki gözleri aynada titreşti. Anna hafifçe doğruldu ve bu kez daha güçlü bir sesle konuştu: – Eric, sana bir soru sordum: kim-di-o ? Ayna karardı. Bir saniye sonra Anna’nın gözleri karanlığa alıştı. Dikdörtgen aynada kendi aksini gördü: soluk, kemikli. Bir ölü yüzü. Sonunda, doktor, Anna’nın sorusunu cevapladı: – O, Laurent’dı, Anna. Laurent Heymes, kocan. – Ne kadar zamandır bu tür unutkanlıkların var? Anna cevap vermedi. Öğlen olmuştu: sabahtan beri bir sürü teste tabi tutulmuştu. Radyografiler, scanner’lar, MR ve son olarak da yuvarlak makinedeki bu testler… Kendini yorgun, bitkin ve içi boşalmış hissediyordu. Ve bu ofis insanı daha da karamsar yapıyordu: dar bir odaydı, penceresiz, iyice aydınlatılmış bir oda, etrafta bir yığın dosya göze çarpıyordu, bazıları çelik dolaplara yerleştirilmişti, ama çoğu yerlerdeydi. Duvarlarda insan beyinlerini, saçları kazınmış, üzerinde delikler bulunan kafataslarını gösteren çizimler, resimler vardı. Bir nörolog için gerekli şeyler… Eric Ackermann tekrar etti: – Ne kadar zamandır, Anna? – Bir aydan daha fazla. – Tam olarak ne zaman? Đlk seferi hatırlıyor musun, ha? Elbette hatırlıyordu: böyle bir şeyi nasıl unutabilirdi ? – Geçtiğimiz 4 şubattı. Bir sabah. Banyodan çıkıyordum. Koridorda Laurant’la karşılaştım. Giyinmiş, büroya gitmek için çıkmak üzereydi. Bana gülümsedi. Đrkildim: ne olduğunu anlamıyordum. -Hiç mi? – ilk anda hayır. Sonra yavaş yavaş her şey kafamda yerli yerine oturmaya başladı. – O anda neler hissettiğini bana anlat, tam olarak. Anna omzunu silkti, siyahlı kahverengili şalının altında yaptığı belli belirsiz bir hareketti bu. – Tuhaf bir duyguydu, çok kısa sürdü. Sanki daha önce yaşanmış bir şeydi. Bu tedirginlik, şimşek gibi geldi geçti (parmaklarını şıklattı), sonra her şey normale döndü. – O an ne düşündün ? iö – Çok yorgundum o günlerde, ona yordum. Ackermann önündeki bloknota bir şeyler yazdı, sonra yeniden sordu: – Laurent’a, o sabahtan söz ettin mi ? – Hayır. Bana fazla önemli gelmemişti. – Peki ikinci kriz, o ne zaman oldu ? – Ertesi hafta. Art arda birkaç kez. – Hep Laurent’ın önünde mi? – Evet, hep. – Ama bu krizlerin sonunda Laurent’ı hatırlıyordun, değil mi? – Evet. Ama her kriz bana… Bilmiyorum… sanki biraz daha uzun geliyordu. – O zaman Laurent’a bundan söz ettin mi ? – Hayır. -Neden? Anna bacak bacak üstüne attı, zayıf ellerini koyu renkli Lpek eteğinin üzerine koydu; tüylerinin rengi solmuş iki kuşu andırıyordu. – Ona bundan söz etmek, sorunu daha da büyütecek gibi geldi bana. Ve sonra.. Nörolog gözlerini önündeki bloknottan kaldırdı; kızıl sarı saçları gözlüklerinin camında yansıyordu. -Ve sonra? – Đnsanın kocasına bunu söylemesi kolay bir şey değil. O… Laurent’ın odada olduğunu hatırladı, arkasında ayakta duruyordu, sırtını çelik dolaba dayamıştı. – Laurent benim için her geçen gün bir yabancı oluyordu. Doktor, Anna’nm kaygılandığım fark etmişti; konuyu değiştirmeyi tercih etti: – Bu tanıyamama, daha doğrusu hatırlayamama sorunu, başka yüzler için de oldu mu? – Bazen, dedi Anna tereddütle. Ama çok nadir. – Kimler mesela? – Mahalledeki dükkân sahipleri. îşyerimde de başıma geldi. Bazı müşterileri hatırlayamıyordum, halbuki sürekli gördüğüm kişiler. – Pgia arkadaşların ? Anna belirsiz bir hareket yaptı: – Arkadaşım yok. -Ya ailen? – Annem ve babam öldü. Güneybatıda sadece birkaç amca ile 17 kuzen var. Ama onları görmeye hiç gitmedim. Ackermann hâlâ not alıyordu; yüz hatlarından tepkisi anlaşılmıyordu. Balmumundan bir heykel gibiydi. Anna bu adamdan tiksiniyordu: Laurent’ın bir aile dostuydu. Bazen onlara akşam yemeğine gelirdi, ama her koşulda buz gibi soğukluğunu sürdürürdü. Şüphesiz, araştırmaları -beyin, beynin yapısı, insanın bellek sistemi- hakkında konuşulursa başka, işte o zaman her şey değişirdi: öfkelenir, kendinden geçer, uzun kollarıyla havayı döverdi. – Demek senin için en temel sorun Laurent’ın yüzü, öyle mi ? diye sordu. – Evet. Ama, aynı zamanda bana en yakın olan. En sık gördüğüm kişi o. – Başka bellek bozuklukları da hissediyor musun ? Anna alt dudağını ısırdı. Bir kez daha tereddüt etti: – Hayır. – Zaman ve mekân içinde yönelme bozuklukları? -Hayır. – Konuşma bozuklukları ? – Hayır. – Bazı hareketleri yapmakta zorlanıyor musun ? Anna cevap vermedi, sonra hafifçe gülümsedi: – Alzheimer’den şüpheleniyorsun, değil mi ? – Teşhis koymaya çalışıyorum, hepsi bu. Anna’nın da düşündüğü ilk hastalık bu olmuştu. Bilgi toplamış, tıp ansiklopedilerini karıştırmıştı: yüzleri tanıyamama, hatırlayamama Alzheimer hastalığının semptomlarından biriydi. Ackermann, genellikle çocukları ikna etmekte kullanılan bir ses tonuyla ekledi: – Kesinlikle Alzheimer olacak yaşta değilsin. Zaten ilk muayenelerden itibaren bunu biliyorum. Nörodejeneratif bir hastalığa yakalanmış bir beyin çok spesifik bir morfolojiye sahiptir. Ama, hastalığını tam olarak teşhis edebilmek için sana tüm bu soruları sormak zorundayım, anlıyor musun ? Anna’nın cevabım beklemedi ve son soruyu tekrar etti: – Bazı hareketleri yapmakta zorlanıyor musun ? – Hayır. – Uyku bozuklukları ? – Yok. – Peki, nedenini bilemediğin bir uyuşukluk? – Hayır. 18 – Migren. – Asla. Doktor bloknotunu kapattı ve ayağa kalktı. Her seferinde aynı şaşırtıcı görüntü. Yaklaşık 1,90 metre boyunda, 60 kg civarındaydı. Beyaz önlüğünü, sanki kuruması için üzerine asmışlar gibi sırtında taşıyan bir fasulye sırığını andırıyordu. Kızıl saçlı, beyaz tenliydi; kötü kesilmiş dağınık saçları bal rengiydi; tüm vücudu gözkapaklarına kadar çillerle kaplıydı. Suratı köşeliydi, metal çerçeveli, ince camlı gözlükleri yüzünün bu köşeli görüntüsünü daha da belirgin kılıyordu. Onun bu fizyonomisi zamanın yıpratıcı etkisine maruz kalmamış gibiydi. Laurent’dan daha yaşlıydı, ellili yaşlarda olmalıydı, ama çok daha genç gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklıklar belli belirsizdi: keskin, sert, ifadesiz yüz hatları vardı. Sadece yanaklann-daki geçmişe ait sivilce izleri onun geçmişi ve yaşı hakkında bilgi veriyordu. Doktor odanın içinde birkaç adım attı, konuşmuyordu. Saniyeler akıp gidiyordu. Anna fazla dayanamadı, sordu: – Tamam, peki, neyim var benim? Nörolog, cebindeki metal bir nesneyi şmgırdattı. Anahtar olmalıydı; ama daha çok bir söylevin başladığını bildiren zil sesini andırıyordu. – Müsaade et, önce sana yaptığımız testleri izah edeyim. – Çok iyi olur, evet. – Kullandığımız makine bir pozitron kamerası. Uzmanlar ona “Petscan” diyor. Bu aygıt pozitron yayımlı tomografi tekniğine göre çalışıyor. Beynin gerçek zamanda etkinlik bölgelerini incelemeyi sağlıyor. Seninle bir tür genel revizyon gerçekleştirmek istedim. Beynin, yerleri çok iyi bilinen birçok önemli bölgesinin, görme, konuşma, bellek mesela, işleyişini incelemek gibi. Anna, tabi tutulduğu farklı testleri düşündü. Renk kareleri; farklı biçimlerde anlatılan hikâye; ülke başkentlerinin isimleri. Arına bu testlerin hiçbirinde zorluk çekmemişti, Ackermann yeniden konuşmaya başladı: – Konuşma, mesela. Her şey alın lobunda, işitme, sözcük dağarcığı, sözdizimi, anlatma, düzgün ifade gibi altsistemlere ayrılan bir bölgede gerçekleşir… (Parmağıyla kafasına dokunuyordu.) Bu bölgelerin ortak çalışması sözcükleri anlamamızı ve kullanmamızı sağlar. Biraz önceki küçük hikâyem sayesinde, kafandaki bu sistemlerin her birini harekete geçirdim. Doktor küçücük odanın içinde bir aşağı bir yukarı yürümeyi 19 sürdürüyordu. Duvarlardaki resimler doktor adım attıkça bir görünüyor bir kayboluyordu. Tuhaf bir resim Anna’nın dikkatini çekti, bu, büyük ağızlı, iri elli bir maymunun renkli resmiydi. Neonlardan yayılan ısıya rağmen sırtı buz gibiydi. – O halde ? dedi Anna, iç çekerek. Ackermann, güven vermek isteyen bir hareketle ellerini iki yana açtı: – Evet, her şey yolunda. Konuşma. Görme. Bellek. Her bölgenin faaliyeti gayet normal. – Laurent’m portresinin gösterildiği anın dışında. Ackermann masasına doğru eğildi ve bilgisayar ekranını çevirdi. Ekranda, bir beynin dijital görüntüsü vardı. Parlak yeşil renkli, profilden bir kesitti; iç kısmı ise simsiyahtı. – Laurent’ın fotoğrafını gördüğün anda, beynin. Hiçbir tepki yok. Hiçbir bağlantı yok. Düz, sade bir resim. – Bunun anlamı ne ? Nörolog doğruldu ve ellerini yeniden ceplerine soktu. Yapmacık, abartılı bir tavırla göğsünü şişirdi: kararın açıklanacağı büyük an, bu olmalıydı. – Beyninde bir lezyon olduğunu düşünüyorum. -Lezyon mu? – Özellikle yüzleri tanıma, hatırlama bölgesini etkileyen bir lezyon. Anna şaşkındı: – Yüzleri… yüzleri tanıma bölgesi de mi var? – Evet. Beynin sağ yarımküresinde, artbeyinde, şakak lobunun karıncık bölümünde yer alan ve sadece bu işlevi yerine getirmekle görevli bir nöron sistemi bu. 50’li yıllarda keşfedildi. Bu bölgedeki damarları hasara uğramış kişiler yüzleri tamyamıyor, hatir-layamıyordu. O tarihten beri, Petscan sayesinde, çok daha kesin bir şekilde lezyonun yerini saptıyoruz. Mesela bu bölgenin, gece kulüplerinin ve kumarhanelerin giriş kapılarında duran “body gu-ard”larda çok daha gelişmiş olduğu biliniyor. – Ama bana gösterdiğin yüzlerin çoğunu tanıyorum, diye atıldı Anna. Test sırasında, bütün portreleri tanıdım… – Evet, kocanın resmi dışında, bütün portreleri. Ve bu da önemli bir belirti. Ackermann iki elinin işaretparmaklannı dudaklarında birleştirdi, düşünen adam görüntüsü vermek ister gibiydi. Duygusuz ve soğuk olmadığında, yapmacık ve tumturaklı davranışlarda bulunuyordu. 20 – iki tip belleğimiz vardır. Biri oku1 da öğrendiklerimizle oluşan bellek, diğeri özel hayatımızda öğrendiklerimizi içeren bellek. Bu iki bellek beyinde aynı yolu izlemiyor. Yüzlerin anlık analizleri ile kişisel hatıralarından yola çıkarak onlann mukayesesi arasında bir bağlantı kurmada zorluk çektiğini düşünüyorum. Bir lezyon bu sistemin normal çalışmasını engelliyor. Einstein’ı tanıyabilirsin, ama senin özel arşivinde yer alan Laurent’ı tamyamıyorsun. – Peki… Peki bu tedavi edilebilir mi? – Tamamen. Bu işlevi beynin daha sağlıklı bir bölgesine taşıyarak, îşte bu da, beyin denilen organın avantajlarından biri: yeniden b’.çim verilebilir olma özelliği. Bu nedenle bir yeniden eğitim programına tabi tutulman gerekiyor; bir tür zihin egzersizi, düzenli alıştırmalar, uygun ilaçlarla desteklenecek elbette. Nörologun ciddi ses tonu bu iyi haberle bağdaşmıyordu. – Peki sorun ne? diye sordu Anna. – Lezyonun nedeni. Đşte burada durum değişiyor, bunu itiraf etmek zorundayım. Herhangi bir tümör belirtisi, nörolojik bir anomali yok. Beynin bu bölgesindeki kan dolaşımım etkileyecek bir kafa travması geçirmedin, beyin damarlarında da bir arıza yok. (Dilini şaklattı.) Teşhis koyabilmek için yeni ve daha ileri tetkiklerin yapılması lazım. -Ne tür tetkikler? Doktor yeniden masasma oturmuştu. Donuk gözleri Anna’ya sabittendi: – Biyopsi. Beyin korteksinden küçük bir doku parçası alma. Anna birkaç saniye boyunca, söyleneni anlamaya çalıştı, sonra yüzünü bir korku dalgası kapladı. Laurent’a doğru döndü, ama kocası onaylayan bir ifadeyle Ackermann’a bakıyordu. Korku yerini öfkeye bıraktı: kuşkusuz p ikisi suç ortağıydı. Kaderi çoktan belirlenmişti; belki de bu sabah kliniğe geldiği andan itibaren. Kelimeler dudaklarının arasından titreyerek döküldü: – Söz, konuâ-u bile olamaz. Nörolog ilk kez gülümsedi. Anna’nın yüreğine su serpmek isteyen bir gülümsemeydi bu, ama çok yapmacıktı. – Çekinmene, korkmana gerek yok. Stereotaksik biyopsi uygulayacağız. Basit bir sondayla… – Kimse beynime dokunmayacak. Anna ayağa kalktı ve salma sarındı; altın varaklı karga kanatlarını andırıyordu. Laurent müdahale etti: – Böyle kestirip atamazsın. Eric beni temin etti ki… – Ondan yana mısın ? 21 – Hepimiz senden yanayız, dedi Ackermann. Anna, bu iki riyakârı daha iyi görebilmek için geriledi. – Kimse beynime dokunmayacak, diye yineledi, kararlı bir ses tonuyla. Belleğimi tamamen yitirmeyi, hatta bu hastalık sonucunda gebermeyi tercih ederim. Birden bağırdı, panik halindeydi: – Asla, anlıyor musunuz? Anna ıssız koridorda koştu, merdivenleri indi, sonra binanın girişinde aniden durdu. Soğuk rüzgârın damarlarındaki kanı harekete geçirdiğini hissetti. Güneş avluyu aydınlatıyordu. Gökyüzünde yaz mevsiminin berraklığı vardı, ancak hava soğuk, ağaçlar yapraksızdı. Avlunun diğer tarafında, Nicolas, şoför, Anna’yı fark etti ve kapıyı açmak için arabadan fırladı. Anna başıyla beklemesini işaret etti. Titreyen elleriyle çantasından bir sigara çıkardı ve yaktı, sonra gırtlağına dolan yakıcı dumanı tadına vara vara ciğerlerine çekti. Henri-Becquerel Enstitüsü, yer yer taflanla kaplı, birkaç ağacın bulunduğu bir iç avluyu çevreleyen dört katlı birçok binadan oluşuyordu. Binaların donuk, gri ve pembe renkli cephelerinde, sert ifadeli uyan levhaları vardı: ĐZĐNSĐZ GĐRMEK YASAKTIR; SADECE KLĐNÎK PERSONELĐNE AĐTTĐR; DĐKKAT TEHLĐKE. Bu boktan hastanede, en önemsiz şey bile ona düşmanca geliyordu. Sigarasından bir nefes daha çekti, ağız dolusu duman ciğerlerine indi; tütünün yakıcı tadı onu yatıştırmıştı, sanki tüm öfkesini sigaranın ucundaki bu küçücük kora boşaltmıştı. Gözlerini kapadı, kendim o berrak havanın kollarına bıraktı. Arkasında ayak sesleri duydu. Laurent, ona bakmadan çevresinden dolandı, avluyu geçti, sonra arabanın arka kapısını açtı. Parlak mokasen ayakkabılany-la asfalta vurarak Anna’yı beklemeye başladı, yüzü asıktı. Anna Marlborosunu fırlattı ve arabanın yanına geldi. Deri arka koltuğa geçip oturdu. Laurent arabanın çevresini dolanıp, diğer kapıdan onun yanma yerleşti. Büyük bir sessizlik içinde gerçekleştirilen bu hareketin ardından şoför arabayı çalıştırdı, bir uzay gemisinin yavaşlığıyla park alanından çıktı. Ana kapıdaki kırmızı-beyaz bariyerin önünde birkaç asker nöbet tutuyordu. – Kimliğimi almam gerekiyor, dedi Laurent. Anna ellerine bakıyordu: hâlâ titriyordu. Çantasından pudralığını çıkardı ve oval aynasından kendine baktı. Yüzünde izler görmekten korkuyordu, sanki ruhundaki bu altüst oluşun sebebi yüzüne almış olduğu bir yumruk darbesiydi. Ama hiçbir iz yoktu, aynı parlak ve pürüzsüz yüz, aynı kar rengi beyazlık, Kleopatra tarzı kesilmiş siyah saçlar, koyu mavi aynı çekik gözler; bir kedi tembelliğiyle gözlerini ağır ağır kapatü. Anna, arabaya dönmekte olan Laurent’ı gördü. Rüzgârdan korunmak için öne doğru eğilmiş, siyah paltosunun yakalarını kaldırmıştı. Anna, bir anda tüm vücudunu sıcak bir dalganın sardığını hissetti. Arzu. Ona hâlâ hayrandı: kıvırcık san saçlan-na, fırlak gözlerine, alnındaki kınşıklıklara… Laurent bir eliyle paltosunun eteklerinin rüzgârda uçuşmasına engel olmaya çalışıyordu. Bu, bir yüksek devlet görevlisinin gücüyle pek bağdaşmayan, ürkek ve temkinli çocuklara mahsus bir davranıştı. Tıpkı bir kokteyl ısmarladığında, istediği karışımı oluşturacak içki miktarlarını belirtirken olduğu gibi. Ya da üşüdüğünü veya rahatsızlığını göstermek için, omuzlarını kaldınrken, iki elini uy-luklannın arasına sokarken olduğu gibi. Đşte, onun bu kırılganlığıydı Anna’yı cezbeden; bu ürkeklik ve bu kınlganlık onun nü-fuzuyla ve yetkileriyle çelişiyordu. Anna onda hâlâ sevecek bir yan buluyor muydu? Geçmişteki ortak anlarından hangilerini hatırlıyordu ? Laurent yeniden Anna’nın yanına oturdu. Bariyer kalktı. Geçerken Laurent, silahlı adamlara esaslı bir selam çaktı. Bu saygı dolu davranış Anna’yı yeniden kızdırdı. Tüm arzusu yok oldu. Sert bir tonda sordu: – Bütün bu aynasızların sebebi ne? – Askerler, diye düzeltti Laurent. Onlar asker. Araba şehir trafiğine karıştı. Orsay’deki General-Leclerc Meydanı, düzenli küçük bir meydandı. Bir kilise, belediye binası, bir çiçekçi: her bina birbirinden belirgin biçimde aynydı. – Bu askerlerin sebebi ne? diye ısrarla soruyu yineledi Anna. Laurent, isteksiz bir tonla, baştan savma bir cevap verdi: – Oksijen-15 nedeniyle? -Neyle? Laurent, Anna’ya bakmıyor, parmaklarıyla arabanın camına vuruyordu. – Oksijen-15. Test sırasında kanma enjekte edilen madde. Radyoaktif bir madde. – Ne kadar hoş. Laurent başını ona doğru çevirdi; güven telkin edici bir ifade takınmaya çalışıyor, ama gözbebeklerinden öfkesi okunuyordu.
Jean Christophe Grange – Kurtlar İmparatorluğu
PDF Kitap İndir |