Jean Paul Sartre – Özgürlük Yolları 2 – Yaşanmayan Zaman

Berlin’de saat dört buçuk, Londra’da üç buçuk. Otel, tepenin üzerinde, içindeki ihtiyar adam gibi, ciddi, görkemli ve yalnızdı, sıkılıyordu. Angouleme’de, Marsilya’da, Gand’da, Dover’da insanlar, “Ne bekliyor?” diye düşünüyorlardı. “Saat üçü geçti, neden hâlâ aşağı inmiyor?” İhtiyar adam panjurları yarı kapalı salonda oturuyordu; kalın kaşlarının altında gözleri, uzak bir anıyı hayalinde canlandırıyormuş gibi kıpırtısız, dudakları aralıktı. Artık okumuyordu. Üzeri çillerle kaplı yıpranmış, ihtiyar elini dizlerine bırakmıştı; parmakları kâğıtları hâlâ sımsıkı tutuyordu. Horace Wilson’a dönerek, “Saat kaç?” diye sordu. Horace Wilson, “Dört buçuğa geliyor,” dedi. İhtiyar, iri gözlerini kaldırarak baktı, hafifçe, tatlı tatlı güldü ve, “Hava sıcak,” dedi. Kızıl renkli, gevrek, çıtır çıtır, yaldızlı bir sıcak Avrupa’ya çökmüştü; insanların ellerinde, göz diplerinde, ciğerlerinin içinde sıcak vardı; toz, sıcak ve kaygıyla azap çekerek, bekliyorlardı. Otelin holünde gazeteciler bekliyordu. Avluda, üç şoför, otomobillerinin direksiyonu başında, kımıldamadan bekliyordu; Ren’in karşı kıyısında, Dreesen Oteli’nin holünde siyahlar giyinmiş PrusyalIlar upuzun dimdik, hareketsiz, bekliyordu. Milan Hlinka artık beklemiyordu. Önceki günden beri beklemiyordu. Yaşamında, bir gerçeğin şimşek gibi delip geçtiği o feci, simsiyah gün vardı.


Şimşek gibi bir gerçek: “Terk ettiler bizi! Sattılar!” Ve zaman, küçük mutluluklarıyla yeniden akmaya başlamıştı; ama artık günler, kendileri için yaşanmıyordu. Bugünler, hep gelecek günlerdi artık, bundan böyle hep ve yalnızca yarınlar olacaktı, hep gelecek günler. Üçü kırk beş gece Mathieu, hâlâ, korkunç bir geleceğin eşiğinde bekliyordu; aynı anda, dört buçukta, Milan’m artık geleceği yoktu. İhtiyar ayağa kalktı, dizleri kaskatı, soylu bir gülümsemeyle topallayarak yürüdü. “Baylar,” dedi ve tekrar gülümsedi; belgeleri masanın üzerine koydu, kâğıtları yumruğuyla sıvazlayarak düzelt­ ti; Milan, masanın önünde çivilenmiş gibi duruyordu; sayfaları açılmış gazete boydan boya muşambayı kaplamıştı. Milan yedinci kez aynı sözleri okudu: “Cumhurbaşkanı ve hükümet, gelecek siyasi tutumun ana prensipleri konusunda iki büyük devlet tarafından ileri sürülen koşulları kabul etmek zorundadır. Yalnız kaldığımıza göre, başka suretle hareket etmemize imkân yoktur.” Neville Henderson ve Horace Wilson masaya yaklaşmışlardı; ihtiyar onlara döndü, çocuk kadar suçsuz, ama yıpranmış, tükenmiş, bütün değerlerini yitirmiş görünüyordu. “Baylar,” dedi, “işte, artık yapabileceğimiz başka bir şey kalmadı!” Milan düşünüyordu: “Başka suretle hareket etmemize imkân yoktur.” Karmakarışık bir uğultu açık pencereden içeri doluyordu ve Milan, ‘Yalnız kaldık,” diye düşündü. Sokaktan fare cıyaklamasına benzer bir ses yükseldi: “Yaşasın Hitler!” Milan pencereye koştu. “Dur,” diye haykırdı, “bekle, şimdi geliyorum yanma!” Sokaktan doğru biri koşarak kaçtı, taşların üzerinde kalın kunduraların sesi duyuldu, köşe başında oğlan bir an durup baktı, elini önlüğünün cebine sokup bir şey çıkardı, sonra kolunu havada çevirerek savurdu. Karşı duvarda peş peşe iki sağır gürültü oldu. Milan, “Liebknechtlerin piçi!” dedi. Eğildi baktı: Sokak, pazar günlerindeki gibi bomboştu.

Schoenhoflar balkonlarına, ortası siyah gamalı haçlı beyaz-kırmızı bayraklar asmışlardı. Yeşil evin bütün panjurları kapalıydı. Milan, “Bizde panjur yok,” diye düşündü. “Bütün pencereleri açmalı,” dedi. Anna, “Neden?” diye sordu. “Pencereler kapalı oldu mu camlardan içeriyi gözlüyorlar.” Anna omuz silkti. “Ne yapsanız…” Haykırışlar, şarkılar uzak gök gürültüleri gibi belirsiz, uğulduyordu. Milan, “Hâlâ meydandalar,” dedi. Ellerini korkuluğun demirine yaslamıştı, “Her şey bitti,” diye düşünüyordu. Sokağın köşesinden bir adam çıktı, sırtında arka çantası vardı, bastonuna dayana dayana yürüyordu. Yorgun görünüyordu, ardında, koca denklerin altında iki büklüm, iki kadın vardı. Milan arkasına bakmadan, “Jagerschmittler dönmüş,” dedi. Pazartesi akşamı kaçmışlardı, salıyı çarşambaya bağlayan ge­ ce sınırı geçmiş olmalıydılar. Şimdi, dönüyorlardı, göğüslerini gere gere.

Jagerschmitt yeşil eve doğru yürüdü, merdiveni çıktı. Toz toprak içindeki yüzünde acayip bir gülüş vardı. Ceketinin ceplerini karıştırmaya başladı, anahtarı bulup çıkardı. Kadınlar sırtlarındaki denkleri yere bırakmış, ona bakıyorlardı. Milan, “Tehlike kalmadı, şimdi dönüyorsun,” diye bağırdı. Anna telaşla, “Milan!” dedi. Jagerschmitt başını kaldırmıştı. Milan’ı gördü ve açık renk gözleri parladı. “Şimdi tehlike kalmadı, dönüyorsun!” Jagerschmitt, “Evet,” diye haykırdı, “dönüyorum. Bu sefer sen gideceksin!” Anahtarı kilitte döndürdü ve kapıyı itti; iki kadın da ardı sıra içeri girdiler. Milan döndü. “Korkak domuzlar!” dedi. “Sen de kışkırtıyorsun,” dedi Anna. Milan, “Korkak herifler,” dedi, “aşağılık Alman ulusunun aşağılık örnekleri. Daha dün pabuçlarımızı yalıyorlardı.

” “N’olursa olsun. Herifleri kışkırtmanın gereği yok.” İhtiyar artık konuşmuyordu; durum hakkındaki fikirlerini sessizce sayıp dönmekte devam ediyormuş gibi dudakları aralıktı. Kocaman, yuvarlak gözleri buğulanmış, bir şey sorar gibi Horace’la Neville’e bakıyordu. Susuyorlardı, Horace ani bir hareketle başını çevirdi; Neville masaya doğru yürümüştü, kâğıtları aldı, birkaç saniye baktı, sonra rahatsız bir tavırla yerine bıraktı. İhtiyar adam şaşırmış gibiydi; iyi niyetini ve çaresizliğini gösteren bir hareketle kollarını iki yana açtı. Beşinci kezdir aynı şeyleri söylüyordu: “Kendimi birden beklenmedik bir durumla karşı karşıya buldum; ben önerilen, edilen koşulları rahatça tartışacağımızı sanmıştım…” Horace, “Koca tilki! Bu ihtiyar dede sesini de nereden çıkarmış?” diye düşündü, sonra, “Pekâlâ! Ekselans, on dakikaya kadar Dreesen Oteli’nde oluruz,” dedi. Anna, “Lerchen geldi,” dedi. “Kocası Prag’da olduğu için korkuyor.” “Bize gelsin.” Anna kısaca güldü: “Bizde daha mı rahat olur sanki? Senin gibi pencerelerden sarkıp sokaktaki adamlara sataşan bir deliyle…” Milan, kadının çizgileri gerilmiş, ince, kıpırtısız yüzüne, dar omuzlarına, kocaman karnına baktı. “Otursana,” dedi. “Seni ayakta görmek hoşuma gitmiyor.” Kadın oturdu, ellerini karnının üzerinde kavuşturdu; adamın biri mırıldanarak elindeki gazeteyi sallıyordu: “Paris-Soir\ Son baskı. İki tane kaldı!” O kadar çok bağırmıştı ki, sesi çıkmıyordu artık.

Maurice gazeteyi aldı. Okudu: “Başbakan Chamberlain, Şansölye Hitler’e bir mesaj göndermiştir. Güvenilir kaynaklardan öğrenildiğine göre, İngiltere, Hitler’in bu mesaja karşılık vereceğinden emin bulunmaktadır. Hitler’le bu sabahın erken saatlerinde yapılacak görüşme, daha geç bir saate ertelenmiştir.” Zezette, Maurice’in omzu üzerinden gazeteye bakıyordu. “Yeni bir şey var mı?” diye sordu. “Hayır! Hep aynı.” Sayfayı çevirdi ve karanlık yüzlü bir fotoğraf gördüler. Bir tepenin üzerinde, kuleleri, mazgalları ve yüzlerce penceresiyle bir şatoyu, ortaçağlardan kalmışa benzeyen bir kocaman taş yığınını gösteren bir resimdi bu. “Godesberg,” dedi Maurice. Zezette, “Orada mı?” diye sordu, “Chamberlain orada mı?” “Galiba polis takviye göndermiş.” “Evet,” dedi Milan. “İki jandarma. Hepsi altı jandarma ediyor. Karakolda barikat kurmuşlar.

” Birden peş peşe haykırışlar odayı doldurdu. Anna ürperdi, ama yüzünün çizgileri kımıldamadı. “Telefon etsek?” dedi. “Telefon mu?” “Evet. Prisecnice’e…” Milan karşılık vermeden gazeteyi gösterdi: “D.N.B.’nin perşembe günü bildirdiğine göre, Südet bölgesindeki Almanlar, Fransız bölgesine kadar olan sahada idareyi ele almışlardır.” Anna, “Belki doğru değil,” dedi. “İşittiğime göre yalnızca Eger’de öyleymiş.” Milan masaya bir yumruk indirdi. “Allah kahretsin! Gene yardım mı isteyeceğiz?.” Ellerini uzattı; bu eller kocaman, parmaklar boğum boğumdu; üzerlerinde lekeler, yara izleri vardı: Kazaya uğramadan önce oduncuydu. Parmaklarını birbirinden ayırmış, ellerini seyrediyordu. “Gelebilirler,” dedi.

“İkisi, üçü… dedim ya, biraz eğleniriz.” “Beş-altı yüz kişi gelirler,” dedi Anna. Milan başını eğdi, kendini yalnız hissediyordu. “Dinle!” dedi Anna. Dinledi: Sesler daha rahat duyuluyordu, yürüyüşe geçmişlerdi herhalde. Çılgın bir öfke Milan’ı titretti; artık dünyayı apaçık göremiyordu, alnına bir ağrı yapışmıştı. Konsola doğru yürüdü, ıslık çalmaya başlamıştı. Anna, “N’apıyorsun?” diye sordu. Konsolun çekmesini açmış üzerine doğru eğilmişti, ıslık çalıyordu. Biraz daha eğildi ve yanıt vermeden homurdandı. Kadın, “Hayır, olmaz,” dedi. “Ne?” “Olmaz. Ver şunu bana!” Milan döndü. Anna ayağa kalkmış, sandalyeye dayanmıştı, yüzünde haklı bir isyan vardı. Milan, kadının karnını düşündü ve tabancayı uzattı.

“Pekâlâ,” dedi. “Prişecnice’e telefon edeceğim.” Alt kata, okulun salonuna indi, pencereleri açtı, sonra telefonu aldı. “Prisecnice’i, emniyet müdürlüğünü istiyorum. Alo!” Sağ kulağı, zik zaklı, keskin bir cızırtı duydu. Sol kulağı onları duyuyordu. Odette utanarak güldü: “Çekoslovakya’nın nerede olduğunu hiçbir zaman doğru dürüst öğrenemedim.” Ve parmaklarını kumun içine soktu. Birkaç saniye sonra kulaklıkta bir tıkırtı oldu. Bir ses, “Ya?” dedi. Milan, “İmdat istiyorum,” diye düşündü. Parmaklarının arasındaki kulaklığı olanca gücüyle sıkıyordu. “Burası Pravnitz,” dedi. “Ben öğretmenim. Burada yirmi Çek’ iz.

Bodruma saklanmış üç Alman demokrat var, üst tarafı hepsi Heinlein’dalar; dün gece sınırı geçen elli kadar Alman onları meydanda topladı. Belediye başkanı da beraber…” Bir sessizlik oldu. Sonra telefondaki ses kabaca, “Bitte!” diye konuştu. “Deutsch Sprechen.” Milan, “Hayvan! Hayvanoğlu hayvan!” diye bağırdı. Telefonu kapadı ve topallayarak merdiveni çıktı. Bacağı ağrıyordu. Odaya girdi, oturdu. “Oradalar,” dedi. Anna ona doğru yürüdü, ellerini omuzlarına koydu. “Canım, sevgilim!” “Hayvan herifler!” dedi Milan. “Bal gibi her dediğimi anlıyorlardı telefonda, alay ettiler benimle.” Kadını dizlerinin üzerine çekti. Kocaman karın, Milan’m karnına değiyordu. “Şimdilik yalnızız,” dedi.

“İnanamıyorum.” Milan başını kaldırdı ve ona, aşağıdan yukarı doğru baktı: Anna iş başında ciddi ve sapasağlamdı, ama kadınlara özgü bir şey vardı onda da. Her zaman birine güvenmesi gerekti. “İşte geliyorlar,” dedi Anna. Sesler daha yakın gibiydi; herhalde anacaddede yürüyorlardı. Uzaktan, kalabalığın keyifli çığlıkları azap dolu feryatlara benziyordu. “Kapının arkasını sağlamladın mı?” “Evet,” dedi Milan. “Ama her an pencerelerden girebilirler ya da arka bahçeye dolanırlar.” “Ya yukarı çıkarlarsa…” dedi Anna. “Korkmana gerek yok. Her şeyi kırıp dökebilirler, parmağımı bile kıpırdatmayacağım.” Birden Anna’nın sıcak dudaklarını yanağında hissetti. “Sevgilim, canım! Bunu benim için yapacağını biliyorum.” “Senin için değil. Seninle benim, farkımız yok.

Bu… çocuk için.” Birden irkildiler: Kapı çalınmıştı. Anna, “Pencereden bakma!” diye bağırdı. Milan kalktı, pencereye yaklaştı, baktı. Jagerschmittler bütün panjurları açmışlardı, kapının üzerinde koca bir Hitler bayrağı asılıydı. Milan dışarı eğildi, küçük bir karaltı gördü. “Geliyorum,” diye bağırdı. Kapıya yürürken, “Marikka’ymış gelen,” dedi. Merdiveni indi, sokak kapısını açtı. Çatıların üstünde kestane fişekleri, çığlıklar, şarkı sesleri uğulduyordu: Bu bir bayram günüydü. Bomboş sokağa baktı ve kalbi daraldı. “Ne işin var burada?” dedi. “Bugün okul kapalı.” “Annem yolladı beni,” dedi Marikka. Elinde bir sepet içinde elma ve çörek vardı.

“Annen deli olmuş. Hadi, çabuk, hemen eve dön.” “Annem beni burada alıkoymanızı rica etti.” Küçük kız dörde katlanmış bir kâğıt uzattı. Milan açtı, okudu: “Babayla Georg çıldırdılar. Yalvarırım, Marikka’yı akşama kadar alıkoyun.” Milan, “Baban nerede?” diye sordu. “Georg’la beraber kapının arkasına saklandılar. Ellerinde tü­ feklerle baltalar var.” Çocuk, ciddi bir sesle devam etti: “Annem beni avludan dışarı çıkardı, sizde daha iyi olacağımı söyledi, siz aklı başında bir adammışsınız, öyle dedi.” “Evet,” dedi Milan, “ben aklı başında bir adamım. Hadi, çık yukarı!” Paris’te saat üç buçuk, Berlin’de dört buçuk. İskoçya’nm kuzeyinde bir alçak basınç merkezi var. M. von Dömberg Grand-Hotel’in merdivenlerinde göründü, gazeteciler hemen çevresini sardılar, Pierryl sordu: “İniyor mu?” M.

von Dömberg sağ elinde bir kâğıt tutuyordu, sol elini kaldırdı ve, “M. Chamberlain’m bu gece Führer’le görüşüp görüşmeyeceği henüz kararlaşmadı,” dedi. “İşte burası,” dedi Zezette. “Burada, küçük, yeşil bir arabada çiçek satardım.” “İşler iyi miydi?” dedi Maurice. Uslu bir çocuk gibi sokağa, kaldırımlara bakıyordu; madem buraya, Zezette’in kaç zamandır sözünü ettiği yeri görmeye gelmişlerdi… Ama burası şimdi Maurice’e hiçbir şey demiyordu. Zezette kolundan çıkmıştı, gelip geçen arabalara bakarak, sessizce, tek başına gülüyordu. Maurice sordu: “Sandalyen de var mıydı?” “Ara sıra olurdu; açılır kapanır bir sandalye.” “Pek de zevkli bir iş olmasa gerek.” “İlkbaharda çok güzel olurdu,” dedi Zezette. Maurice’le, alçak sesle, ona bakmadan, sanki bir hastanın odasındaymış gibi konuşuyordu, deminden beri omuzlarının ve sırtının zarif hareketleriyle kımıldayıp duruyordu, halinde doğal olmayan bir şey vardı. Maurice sıkılıyordu; vitrinin önünde en azından yirmi kişi birikmişti, sokuldu ve başlarının üzerinden bakmaya koyuldu. Zezette kaldırımın kenarında, kendinden geçmiş, duruyordu; sonra Maurice’in yanına geldi ve kolunu yakaladı. Orada, itinayla kesilmiş kalın camdan bir levhanın üzerinde, kırmızı deriden sipsivri iki uç ve çevresinde kırmızı bir köpük vardı, tıpkı kadınların pudra sürerken kullandığı ponponlara benzer bir şey. Maurice gülmeye başladı.

Zezette, “Neye gülüyorsun?” dedi. Maurice alayla, “Pabuçlara,” dedi. Birkaç baş onlara doğru dönmüştü. Zezette, “Şşşş!” diye fısıldadı, onu kolundan tutup sürükledi. Maurice, “N’olmuş yani?” dedi. “Kilisede miyiz?” Ama gene de sesini alçaltmıştı. İnsanlar, birbiri ardı sıra, sessiz adımlarla ilerliyorlardı, birbirlerini tanır gibiydiler, yalnız kimse konuşmuyordu. Maurice, “Buralara gelmeyeli en azından beş yıl var,” diye fısıldadı. Zezette, “Maxim’s”i gururla gösteriyordu kulağının dibinde. “Bak bu Maxim’s,” diye fısıldadı. Maurice, “Maxim’s”e baktı ve hemen başını çevirdi: Bu yerden ona söz etmişlerdi. Pahalı bir batakhaneydi, 1914’te, işçiler geberip giderken burjuvaların şampanya patlattıkları yer burasıydı işte. Dişlerinin arasından, “Bok çukuru!” dedi. Ama neden olduğunu bilmeden kendini rahatsız hissediyordu. Küçük adımlar atarak, zıplayarak yürüyordu, insanlar ona çok zayıf, kırılıverecekmiş gibi görünüyordu şu anda, onlara çarpmaktan korkuyordu.

Zezette, “Olabilir,” dedi. “Ama ne olsa güzel bir cadde, sen de güzel bulmuyor musun?” “Çok da bayılmadım,” dedi Maurice, “havasız burası.” Zezette omuz silkti ve Maurice Saint Ouen Caddesi’ni düşünmeye başladı: Sabah, otelden çıktığı zaman insanlar, bisikletlerinin gidonuna doğru iki büklüm eğilmiş, sırtlarında çantaları, ıslık çalarak yanından gelip geçerlerdi. Maurice kendini mutlu hissederdi; kimi Saint-Denis’de durur, kimi yoluna devam ederdi, herkes, hepsi aynı yöne giderlerdi, işçi sınıfı hareket halindeydi. Zezette’e, “Burada burjuvalar oturuyor,” dedi. Berbat bir sessizlikte birkaç adım yürüdüler, sonra Maurice durdu ve özür diledi. “Ne diyorsun?” dedi Zezette. Maurice, rahatsız, “Bir şey değil,” dedi. “Bir şey demedim.” Gene birine çarpmıştı; bu adamlar keyiflerince, gözleri yerde, bakmadan yürüyebilirlerdi, ama son dakikada şöylece kenara çekilip sıyrılıveriyorlardı; bu da bir alışkanlık meselesiydi anlaşılan. “Daha yürüyor muyuz?” Maurice’in canı yürüyüşe devam etmek istemiyordu, bir şey kırmaktan korkuyordu, hem sonra bu yol bir yere götürmüyordu insanı, yönü yoktu; insanlar vardı, bulvarlara doğru yürüyorlardı; insanlar vardı, Seine kıyısına doğru iniyorlardı ve burunların vitrin camlarına yapışık, kımıldamadan duranlar vardı. Bu insanlar yer yer kalabalıklar yapıyordu, ama bütünün, beraberliğin sıcaklığı yok­ tu burada, insan kendini yalnız hissediyordu. Elini uzattı, Zezette’in omzuna koydu, yumuşak eti kuvvetle sıkıyordu. Zezette gülümsedi, eğleniyordu, her şeyi açgözlü bir iştahla, ama uyanıklığından bir şey kaybetmeden seyrediyor, küçük kabaetlerini zarif hareketlerle çalkalıyordu. Maurice hafifçe boynunu gıdıkladı, Zezette güldü.

“Maurice,” dedi, “bırak!” Kadının yüzüne sürdüğü bağırtkan renkleri seviyordu, o çay şekerine benzer beyazı, yanaklarındaki kırmızıyı. Yakından çörek gibi kokuyordu. Alçak sesle sordu: “Eğleniyor musun?” Zezette, gözleri parlayarak, “Hepsini, her şeyi tanıyorum,” dedi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir