Alandra önce babasının sonra da annesinin ölümüyle koskoca dünyada yapayalnız kalmıştı. tabii, babasının ailesi vardı ama yüzlerini görmek isteyeceği en son insanlardı onlar. Yine de ölüm döşeğindeki annesine verdiği sözü tutmak gidip gidip bir kere bile olsa onları görmek zorundaydı. Roseacres’a gittiğinde daha önceki düşüncelerinde hiç de yanılmadığını anladı. Huysuz aksi büyükbabası züppe yeğenleri ve bir de Alandra’nın buraya geliş nedeninin büyükbabasından para koparmaktan başka bir şey olamayacaına inanan Matt Carstairs nefretin de ötesinde duygularla anılabilecek kişilerdi. Bir günlük ziyareti elinde olmayan nedenlerle uzadığında onları daha yakından tanımaya başladı. Bu zoraki beraberliğin her iki tarafından da düşüncelerinin değişmesinde ne kadar yararı olacaktı ? BİRİNCİ BÖLÜM Alandra Todd, küçük istasyonda trenden inip görevli memura yaklaştığı andan itibaren, hafta sonu için yaptığı planlardaki terslik başlamıştı. “En yakın otel nerede acaba?” Alandra, yanındaki derme çatma sandıkların üstünde eğilerek, şişman kısa boylu adamın cevabını bekledi. Ferny Druffield’de trenden inenler sadece kendisi ve bu sandıklardı zaten. “Otel mi!” Adam ona o kadar şaşırarak baktı ki, sanki başının üstüne boynuzlar çıkıyormuş gibi bir duyguya kapıldı Alandra. “Ferny Druffield’de bir otel vardır sanırım?” diye umutla yeniden sordu. Ama adam daha başını iki yana sallamadan önce alacağı cevabı tahmin etmişti. “Bir pansiyon filan da olabilir. Geceyi geçirebileceğim bir yer?” Umudunu kaybetmemeye çalışıyordu hâlâ. “Şehir Kulübü’nden başka bir yer yok burada.” Adam karşısındaki ince, uzun boylu kızı dikkatle süzdü. Sıcak eylül rüzgârı açık sarı saçlarını hafifçe dalgalandırıyordu. “Oraya da pansiyoner almazlar zaten.” Daha fazla yardımcı olmaya niyeti yoktu anlaşılan. Arkasını dönüp sandıklarla ilgilenmeye başladı. Alandra ne yapacağını bilemeden küçük valizini öteki eline zecirdi ve durduğu yerde düşünmeye çalıştı. Annesini bir ay önce kaybetmişti. Hasta kadının ölüm yatağında söylediği son sözler ve o mektup olmasa, Alandra hâlâ Londra’da olacaktı. Ama sonunda Ferny Druffield’e gelmeye karar vermişti. Roseacres’a gitmeden önce, bir iki gün çevreyi dolaşmak, annesiyle babasının bir zamanlar yaşadıkları yeri biraz daha yakından tanımak istemişti. Ama anlaşılan planlarında önemli bir değişiklik yapmak zorunda kalacaktı. Şu anda yapması gereken en önemli şey, geceyi nerede geçireceğine karar vermekti. “Şey… Acaba bir taksi bulabilir miyim burada?” diye sordu, sandıkları incelemeye devam eden memura. Adamın sırtı hâlâ kendisine dönüktü. “Duruma göre değişir.” İnsanlara yardımcı olmaktan pek hoşlanmayan bir tipti bu galiba. “Hangi duruma göre?” Alandra elindeki valizi yere bıraktı. Anlaşılan burada bir süre daha oyalanması gerekecekti. “Gideceğiniz yerin uzaklığına göre.” Doğrularak dönmüş ve gözlerini genç kıza dikmişti. Alandra kendini zorlayarak gülümsemeye çalıştı. “Roseacres.” Adamın yüzünde birden meraklı bir ifade belirdi. “Carstairs ve Toddlar’ın yeri, yani?” Demek Roseacres’ın çevre halkının dilindeki adı, ‘Carstairs ve Toddlar’ın yeri, idi! Alandra başını salladı. “Evet, orası.” “Buradan üç kilometre kadar uzaktadır,” diye bilgi verdi adam. “Jim Lasky’ye bir bakayım. Eğer işi yoksa, o götürebilir sizi oraya.” “Çok teşekkür ederim.” Alandra gülümsedi. En sonunda bu küçük istasyonda kalmaktan kurtulmuştu galiba. Adam dönüp eski istasyon binasına girdi. Aslında Roseacres’a bugün gitmek zorunda kalışı pek hoş değildi. Şimdiye kadar yüzünü bile görmediği büyükbabasıyla karşı karşıya geleceğini düşünerek öfkeyle titredi. Eğer gece kalabilecek bir yer bulmuş olsaydı, onu görmeden önce kendini biraz toparlayacak zamanı olacaktı. İyi ki yolculuk içi keten bir elbise seçmişti. Oysa, önce bir blucin giymeyi düşünmüştü. Nasıl olsa geceyi Ferny Druffield’de geçirecek ve ertesi gün kıyafet değiştirebilecekti. Açık yeşil, keten bir elbiseydi üstündeki. Boynunda da yeşil üstüne beyaz puantiyeli ipek bir eşarp bağlamıştı. Aslında oldukça yoksul olan gardırobunun en şık kıyafetlerinden biriydi bu. “Şansınız varmış. Jim geliyor.” İstasyon görevlisi memur binadan çıkarak yanına geldi. Merakla Alandra’ nın küçük valizine bakıyordu. “Buraya iş aramaya geldiniz herhalde, değil mi?” “Hayır.” Daha fazla açıklamada bulunmaya niyeti yoktu Alandra’nın. Roseacres’a büyükbabasını görmeye geldiğini söylese, bütün köyün dedikoduyla nasıl çalkalanacağını tahmin edebiliyordu. Memura nazikçe teşekkür etti. Yolun kenarında beklerken, bütün vücudunun nefretle titrediğim hissetti. Annesinin eşyalarını karıştırırken bulduğu o mektubun altındaki imzayı görür, gibi olmuştu yine. Mektup altı yıl öncesinin tarihini taşıyordu. Oğlunun, yani Alandra’nın babasının ölümünü haber vermek üzere annesi tarafından büyükbabasına gönderilen mektubun cevabıydı. Taksinin gelmesini beklerken bir başka anı hafızasında tazelendi Alandra’nın. Annesi son gücünü kullanarak başım yastıkta çevirmiş ve fısıldamıştı. “Alandra… Roseacres’a git.” Çok şaşırmasına rağmen hemen başını sallamıştı genç kız. O anda annesinin hiçbir dileğini geri çeviremezdi.”Giderim hayatım,” diye söz vermişti. Bu isteğin nedenini soramazdı o anda. Cevap veremeyecek kadar halsizdi annesi. Alandra’nın babası tam yirmi üç yıl önce terk etmişti evini. Köyde teyzesiyle birlikte yaşayan ve onun ölümünden sonra iyice yalnız kalan Lucy’sini de alarak ayrılmıştı. Daha sonra Ferny Druffield’e hiç dönmemişlerdi. O yüzden annesinin son isteğinin nedenini bir türlü anlayamamıştı Alandra. Annesinin ölümünden sonra genç kız üzüntüden o kadar perişan bir haldeydi ki, verdiği söz aklından uçup gitmişti. Ama hayat devam ediyordu. Bir hafta sonra gözyaşları içinde annesinin eşyalarını topluyordu Alandra. Üzüntüsünü unutmak için değişik şeyler düşünmeye çalışıyordu. Bir an önce bir iş bulması şarttı. Eski patronu Hector, Nolan, ona her zaman dostluk göstermesine rağmen, şu anda yeni bir sekreteri vardı. Hector küçük bürosunda sigortacılık yapıyordu. Alandra henüz on altı yaşındayken onun yanında çalışmaya başlamıştı. Babasının ölümünden sonra annesinin hasta günlerinin sayısı, sağlıklı günlerinin sayısını epey aştığı için, onu evde yalnız bırakıp işe gitmek genç kıza çok zor geliyordu. Ama tam o sırada şansı yaver gitmiş, Hector’un bürosunun üst katındaki küçük daire boşalmıştı. O da onlara oraya taşınmalarım teklif etmişti. Böylece iş sırasında da, Alandra sık sık yukarı çıkıp annesini kontrol edebiliyordu. Bu yılın mayıs ayına kadar her şey yolunda gitmişti, ta ki annesi bir kalp krizi geçirip hastaneye kaldırılana kadar. Daha sonra da bir türlü kendini toparlayamamıştı. Alandra, doktorun nazik bir sesle, annesinin birkaç aylık ömrü kaldığını söylediği anda hissettiği şoku dün gibi hatırlıyordu. Biriktirdikleri para, Alandra birkaç ay çalışmasa da yaşamlarına yetecek kadardı. Bunun üzerine Hector’a kararını bildirmişti. “Ama işten ayrılamazsın,” diye itiraz etmişti adam. “Dört yıldır benimle çalışıyorsun. Neyin nerede olduğunu bir tek sen biliyorsun…” “Bütün zamanımı annemle geçirmek istiyorum.” Sonra, üzüntüden paramparça olan kalbiyle doktorun söylediklerini, önlerinde birlikte geçirebilecekleri pek fazla zaman kalmadığını anlatmıştı. “Demek o kadar kötü ha, yavrum,” demişti Hector. Sarışın, babacan tavırlı, kırk iki yaşında bir adamdı Hector. Göz pınarlarında biriken yaşların akmaması için kendisiyle mücadele eden Alandra gülümsemeye çalışarak sürdürmüştü sözlerini. “Benim yerime yerleştireceğin kimseyle başın derde girerse, nasıl olsa üst katta olacağım.” Ve ağlamamıştı. Annesinin cenazesine kadar bir tek damla yaş dökülmemişti gözlerinden. Cenazeden sonra Hector ve karısı Bianca’ya iyi olduğunu defalarca tekrarlayıp, kapıyı onların arkasından kapattıktan sonra oturmuş ve hıçkırmaya başlamış, saatlerce ağlamıştı. Annesine ait son eşyaları toplayıp paketlerken de ağlıyordu. Sonra o çantayı görmüş atmaya kıyamamıştı. Hâlâ daha kullanılabilirdi. Mektup onun içindeydi. Başkalarının özel mektuplarını okumak gibi bir alışkanlığı yoktu. Ama şimdi tereddüt ediyordu. O güne kadar elektrik şirketi veya bankadan gelenlerin dışında hiç kimse mektup yollamamıştı onlara. Üstelik zarfın üstündeki adres, annesiyle babasının büyüdükleri yerden geldiğini gösteriyordu. Belki de annesinin ölümünü haber vermesi gereken biri vardı orada. Mektubu zarftan çıkartarak önce altındaki imzaya baktı. Alain Todd adını okuyunca tekrar zarfın üstündeki adrese baktı. ‘Roseacres, Ferny Druffield.’ İşte o anda hatırladı annesine verdiği sözü. ‘Roseacres’a git.’ Ama mektubu okudukça öylesine öfkeleniyordu ki, günlerdir dinmeyen gözyaşları yanaklarında kurumuştu. ‘Madam,’ diye başlamıştı mektuba büyükbabası, sanki annesinin ismini bilmiyormuş gibi. Ama onun Lucy adım çok iyi bildiğinden emindi Alandra. ‘Oğlumun ölümünü bildiren mektubunuzu aldım. Ama size hemen hatırlatmak isterim ki, Edward Todd, ailesinin duygularını hiçe sayarak bu evden çıkıp gittiği gün ölmüştü zaten benim için.’ Mektuptaki ifade karşısında donakalan Alandra kendini zorlayarak okumaya devam etmişti. ‘Sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, oğlumu reddetmemin nedeni ailesine sırt çevirerek beş parasız bir kadınla gitmesi değildi sadece. Ne kendisine ne de hasta karısına bakmayı bilmiş, üstelik evine, ailesine, sorumluluklarına ve işine de sırt çevirmişti. Annesini tanımlayan sözlerin kabalığı karşısında şaşkına dönen Alandra, son paragrafı okurken öfkeden deliye döndü. ‘Oğlumun ölümünün sizinkinden önce gerçekleşmesine bakarak, sağlığınızın epey düzelmiş olduğunu kabul ediyorum. Buradan vardığım sonuca dayanarak sizi temin ederim ki, bana yazmanızın hiçbir yararı olmayacak. Size en ufak bir mali destekte bulunmaya niyetim yok.’ Alandra mektubun altındaki imzayı defalarca okudu. ‘Alain Todd.’ Parasızlıktan ne yapacaklarını bilemedikleri en güç anlarında bile hiç kimseden yardım istemeyen o iyi, nazik ve narin annesini hatırladığında, kalbi nefretle dolmuştu. Oğlunu bir kalemde silip atan ve annesini acımasızca suçlayan bu adamdan nefret ediyordu. Hiç zaman kaybetmeden büyükbabasının karşısına dikilip, onun hakkındaki düşüncelerini yüzüne karşı haykırmak için sonsuz bir istek duymuştu içinde. Evet, annesi beş parasız bir kadın olabilirdi, ama her zaman gerçek bir hanımefendi olarak yaşamıştı. Üç hafta sonra öfkesi hâlâ geçmemişti Alandra’nın, ama biraz daha sakin düşünebiliyordu. Büyükbabasına bir mektup yazarak annesinin ölümünü bildirmeye niyetlendi. Altına da şöyle alaycı bir not düşecekti. ‘Şayet anneme mali destek teklifinde bulunmasaydınız size minnettar kalacaktı, çünkü kendisi bu tür desteklerin kimden geldiği konusunda biraz titizdi.’ Ama annesini daha yeni kaybetmişti ve onun Roseacres’a gitmesini isteyen sözleri de beyninde yankılanıyordu. Verdiği sözü tutmak zorunda olduğunu düşündü sonunda. Tam önünde duran külüstür bir araba Alandra’nın düşüncelerini yarıda kesti. İnce yüzlü bir adam arabanın camından başını çıkarmış “Carstairs ve Toddlar’ın yeri’ne gitmek isteyen siz miydiniz?” diye soruyordu. Çevrede kendisinden başka kimse bulunmadığına göre, adamın anlayışının biraz kıt olduğuna karar verdi Alandra. “Bir dakika lütfen,” dedi. “Önce, Londra’ya kaçta tren olduğunu öğrenmek istiyorum.” “Altıda,” diye cevap verdi şoför. Gözlerini Alandra’nın elindeki valize dikmişti. Alandra teşekkür ederek taksiye bindi. İstasyon memurunu yeniden rahatsız etmesinin bir anlamı yoktu. Araba uzaklaşırken, aslında babasının ailesi hakkında ne kadar az şey bildiğini düşünmeye başladı. Babası ailesinden pek fazla söz etmezdi. Ama ara sıra yapılan sohbetlerden hatırladığı kadarıyla, babası ai¬lenin tek çocuğu değildi. Eunice adında evli bir kız kardeşi vardı. Kocası ve bebeği ile birlikte yirmi üç yıl önce Roseacres’da oturuyordu. Bebeğin adı Robert idi galiba. Ama şimdi koca bir adam olmuştu herhalde. Hem istasyondaki memur, hem de Jim Lasky, Ro-seacres’dan ‘Carstairs ve Toddlar’ın yeri’ diye söz etmişlerdi. Alandra hafızasını biraz daha zorlayarak, oraya bu ismin verilişinin nedenini hatırlamaya çalıştı. Bazen babasının, bazen de annesinin söz ettiği birkaç olayı toparlamaya uğraştı. Bildiği kadarıyla, büyükbaba Todd ve Granville Carstairs varlıklı ailelerden gelen iki mühendistiler. Birlikte bir ortaklık kurmuşlar, iş hayatında ‘Carstairs ve Todd’ adını duyurmuşlardı. Her dakikalarını birlikte, işlerinin başında geçiriyorlar, ailelerine hiç zaman ayırmıyorlardı. Sonunda ikisinin de karısı kafa kafaya vererek bir çözüm bulmaya çalışmış, erkeklerini daha fazla görebilmek için çare aramışlardı. Büyükanne Todd o zamanlar doğurduğu çocukların yetişmesiyle ilgileniyordu. Granvillle Carstairs’ın karısı ise on yıl sonra bir çocuk sahibi olabilmişti. Sonunda iki ailenin birlikte oturabileceği genişlikte bir eve taşınmaya karar verdiler. Bu aynı zamanda kocalarının da rahatça çalışabileceği büyüklükte bir ev olacaktı. Jim Lasky’nin külüstür arabası bir tepeye doğru tırmanmaya başladığında, Alandra, babasının ailesi hakkında aslında tahmin ettiğinden de fazla bilgiye sahip olduğunu fark etti. Bu arada fark ettiği bir şey daha vardı. Roseacres, hâlâ daha hem Carstairslar’ın hem de Toddlar’ın kuşağını içinde barındırabildiğine göre, epey büyük bir yer olmalıydı. Ama yine de, bugün dünya çapında isim yapmış mühendislik şirketiyle arasında bir kan bağı bulunması Alandra’ya en ufak bir zevk vermiyordu. Araba tepeyi tırmanmış, kocaman malikânenin önünde durmuştu. Şu anda istediği tek bir şey vardı Alandra’nın. Annesine verdiği sözü yerine getirmek, Roseacres’dakilere kendini göstermek, sonra da altıdaki Londra trenine yetişmek. “Bekler misiniz?” diye sordu şoföre. Zaten adamın hiç acelesi yok gibiydi. Meraklı gözlerle evi, çim ekili bahçeyi ve çiçek tarhlarını inceliyordu. Jim Lasky onaylar bir tavırla başını sallayınca, kendine bir çeki düzen veren Alandra arabadan indi ve çakıl döşeli yoldan eve doğru yürüdü. Zarif sütunlu verandanın basamaklarını çıkarak kapıyı çaldı. Siyah elbiseli bir kadın kapıyı açtı. “Mr. Todd’u görmek istiyorum,” dedi Alandra. Bir yandan da bu kadının kim olabileceğini düşünüyordu. Halası Eunice olamazdı herhalde. “Yani Mr. Alain Todd,” diye tekrarladı. Aslında yeğeni Robert kendi babasının soyadını kullanacağından, büyükbabasından başka bir Todd olması mümkün değildi burada, ama yine de açıklama yapmak zorunda hissetmişti kendisini. “Korkarım Mr. Todd burada değil, dışarı çıktı,” diye cevap verdi siyah elbiseli kadın, resmi bir tavırla. Daha fazla açıklamada bulunmaya da niyeti yoktu. Alandra bir an tereddüt etti. Taksiye binip istasyona geri dönse ve Londra’ya gitse buraya kadar boşuna gelmiş olacak, annesine verdiği sözü yerine getirmek için Roseacres’a ikinci bir yolculuk yapmak zorunda kalacaktı. “Evde kimse yok. Hepsi dışarıdalar,” diye kısa bir açıklama yaptı kadın. Kapıyı tam kapatmaya hazırlanıyordu ki, Alandra hemen bir karar vermesi gerektiğini hissetti. Başını hafifçe yukarı kaldırarak otoriter bir sesle sordu. “Peki, siz kimsiniz?” Karşısındaki ister Eunice Hala olsun, umurunda bile değildi. “Ben evin kâhyası Mrs. Pinder’ım.” Kadın Alandra’nın kendinden emin ve hafif tepeden bakan tavrı karşısında şaşırmış görünüyordu. “Mr. Todd’un kaç civarında döneceğini biliyor musunuz?” “Sanırım dört civarında Miss.” Kadının ses tonu çok saygılıydı şimdi. Alandra saatine bir göz attı. Şu anda üçtü. Eğer dörtte gelirse, onunla kısa bir süre görüşür, sonra da altıdaki trene yetişebilirdi. Gerekirse istasyona kadar yürürdü bile, nasıl olsa yokuş aşağı yürümüş olacaktı. “Bir dakika bekler misiniz lütfen, Mrs. Pinder?” Alandra arabayı geri göndermek üzere şoförün yanına gitti. Valizini alarak yeniden kâhya kadının yanma döndüğünde, “Ben Mr. Alain Tood’un bir akrabasıyım,” diye açıklamada bulunmak zorunda hissetti kendisini. “Onun dönüşünü beklemek istiyorum.” Mrs. Pinder ne yapacağını bilemez bir tavırla durdu. Kim olduğunu kesinlikle öğrenmeden onu içeriye almakta tereddüt ettiği belli oluyordu. “Benim de adım Todd,” diyerek gülümsedi Alandra. “Ve sizi temin ederim, aile mücevherlerini almak üzere gelmedim buraya.” Hem Todd adı, hem de Alandra’nın tavırlarındaki otoriter ifade, Mrs. Pinder’in yelkenlerini suya indirmesine neden oldu. İçeri girdiklerinde Alandra’nın yüzündeki gülümseme birden kayboldu. İşte o adamın evindeydi! Oğlunu evlatlıktan reddeden, yazdığı mektupla annesini aşağılayan o adamın evinde. Burası o kadar yabancıydı ki ona, birden her şeyi bırakıp, yüzünü bile görmeden nefret ettiği büyükbabasıyla karşılaşmadan kaçmak istedi bu evden. Kapıyı kapattıktan sonra yanma yaklaşan Mrs. Pin-der da yaptığı işin doğruluğu konusunda tereddüt eder gibiydi. “Eğer mümkünse salonda beklemek istiyorum,” diyerek ona döndü Alandra. Aslında şimdiye kadar hiç böyle bir şey yapmamıştı. Kendi evlerinde de salon filan yoktu. Sadece eşyaların üst üste durduğu küçük bir oturma odasında yaşarlardı. Ama ses tonundaki ifadeden bunları anlamak bir yana, tahmin etmek bile imkânsızdı. Genç kız bütün bunları düşünmemeye çalışarak Mrs. Pinder’ın peşinden yüksek tavanlı, duvarları kâğıtla kaplı salona girdi. Aslında bu kadına düşmanlık göstermesi için hiçbir sebep yoktu. O yüzden onu rahatlatması gerektiğini düşündü. “Mr. Todd’un beni görünce çok sevineceğinden eminim. Siz merak etmeyin.” Söylediklerinin tek kelimesine bile inanmıyordu. Oğlunu görmek istemeyen bir adam, onun kızını görmekten nasıl memnun olabilirdi ki? Ama yine de Alandra’nın sözleri Mrs. Pinder’ı rahatlatmış gibiydi. “Çay içer miydiniz Miss Todd?” Aslında epey susamıştı. Bir fincan çay çok iyi gelecekti. Ama büyükbabasının evinde ikram edilecek bir şeyi kabul etmek istemiyordu. Sonra bu düşünceye boşverdi. Mrs. Pinder konukseverlik göstermek istiyordu. Üstelik bir fincan çay kendisini çok daha iyi hissetmesine neden olacaktı. “Çok iyi olur, teşekkür ederim.” Mrs. Pinder dışarı çıktıktan sonra çevresini incelemeye başladı. Hiçbir yere oturmadan ve dokunmadan etrafa bakıyordu. Salon çok zevkli bir şekilde döşenmişti. Duvarlarda en az yarım düzine değerli tablo vardı. Halasının, eniştesinin ve kuzeninin yaşadıkları bu evle kendi yaşadığı ev arasında ne kadar büyük fark vardı. Annesiyle birlikte oturdukları o küçük dairenin bütün eşyaları elden düşme alınmış şeylerdi. Babasının sağlığında bile, annesi sık sık hasta olurdu. O yüzden bir türlü kendilerini toparlayıp daha rahat bir hayat, yaşamayı başaramamışlardı. Babası için hayatta en önemli şey karısı ile kızıydı. Lucy’sinin her hastalanışında onun başında kalan adam patronları tarafından pek tutulmamış ve sık sık iş değiştirmek zorunda kalmıştı. Tam o sırada elinde bir çay tepsisiyle kapıda beliren Mrs. Pinder, Alandra’nın düşüncelerinin yarıda kesilmesine neden oldu. Tepsiyi alçak bir sehpanın üstüne bıraktı kadın. “Teşekkürler Mrs. Pinder,” dedi Alandra nazik bir tavırla. “Mr. Todd gelene kadar bu beni idare eder.” Az sonra yine yalnız kalmıştı. Zar gibi ince Çin porseleninden yapılmış fincana çayını koyarken yine düşüncelere daldı. On dört yaşına geldiğinde, yarım günlük bir iş bulmuştu kendisine. Okuldan arta kalan zamanlarında çalışıyor, ailesine yardımcı oluyordu. Bu sayede biraz toparlamaya başlamışlardı kendilerini. Ama tam o sırada zatürcenpe yakalanmıştı babası. Doğru dürüst iyileşmeden işe başladığı için hastalığı ilerlemişti. Kısa bir süre sonra gözlerinin içi daima gülen, o iyi yürekli adam yoktu artık. Alandra, yaşların gözlerine hücum ettiğini hissetti. Tam o sırada ön kapının açıldığını duydu. Dışarıdan birtakım konuşmalar geliyordu. Ağlamanın sırası değildi şimdi. Az sonra, babasını reddeden, annesini aşağılayan o adamla karşı karşıya gelecekti. O mektubu hatırlayınca, vücudunun öfkeden buz gibi olduğunu hissetti. Elindeki fincanı tepsiye bırakarak koltuklardan birine oturdu. Arkasına yaslanıp bacak bacak üstüne attı. Onu gören biri, son derece rahat bir tavırla birisini beklediğini sanabilirdi. Dışarıdan kâhya kadının ince sesi ile bir erkeğin boğuk sesi duyuluyordu. Kapının tokmağının yavaşça dönmeye başladığım görünce, çenesini hafifçe kaldırarak gözlerini kapıya dikti. Ama kapıyı açıp gururlu bir tavırla içeri giren adam, Alandra’nın şu anda yetmiş yaşlarında olduğunu tahmin ettiği büyükbabası olamazdı. Uzun boylu, atletik yapılı, koyu renk saçlı ve soğuk bir tavırla kendisine bakan bu adam kuzeni Robert da değildi. Robert şu anda olsa olsa, yirmi üç, yirmi dört yaşındaydı. Bu adam otuz beşlerinde filan gösteriyordu. Bu, Robert’ın babası olma ihtimalini de ortadan kaldırıyordu. Uzun boylu adam hiç konuşmadan odanın ortasına kadar geldi. Koltuğun hemen yanında duran Alandra’nın valizine şöyle bir göz atmış, sonra gözlerini genç kıza çevirmişti. Tam pencereden sızan bir ışık huzmesinin ortasında durduğu için Alandra onu doğru dürüst göremiyor, yeşil gözlerini kırpıştırıyordu.
Jessica Steele – Nefretin Otesinde
PDF Kitap İndir |