Jessica Steele – Para Kokusu

Zarah, orta yaşlı Pearsonlar’la, bir gece önce kaldığı otelde tanışmıştı. Harika bir çift oluştu-ran bu insanların sıcak dostluğu, genç kızın im¬dadına tam zamanında yetişmişti. Bergen feribo¬tuna bindiklerinde, Zarah’nın artık geriye dönü¬şü olmayan araştırma gezisi başlamıştı ve yolculuğu sırasında sohbet edebileceği insanlar bulmuş olmaktan dolayı mutluydu. Gerçi Norveç’e yapacağı ziyaretin gerçek nede¬nini açıklamamıştı. Onların bildiği kadarıyla, dul annesinin bir ay önce ölmesi üzerine, yaşamım Dalvik’te sürdürmekte olan teyzesinin yanına ta¬tile gidiyordu. «Dalvik,» diye tekrarladı Mr. Pearson, «Tunnhovd Koyu’nda, değil mi?» Zarah, bu çiftin Norveç’i çok iyi tanıdığını öğ¬renmişti. Hatta bu ülke onları öylesine büyüle¬mişti ki, yılda iki kez düzenlenen turlara katıla¬bilmek amacıyla, her iki senede bir, yıllık tatille¬rinden feragat edip, para biriktiriyorlardı. Genç kız, ertesi sabah, yani cuma günü, kahval¬tı için kalabalık otelin restoranına indiğinde, Mr. ve Mrs. Pearson’ın kendisini çağırmakta olduğu¬nu gördü. «Sana burada yer ayırdım,» dedi orta yaşlı ka¬dın onu selamlayarak. Zarah yanlarına oturdu¬ğunda Mrs. Pearson konuşmasına devam etti. «Biz de bugün Geilo’ya gitmek üzere yola çıkaca¬ğız.


Norman oranın Dalvik’e çok uzak olmadığınısöylüyor. Eğer istersen seni teyzenin evine kadar bırakabiliriz.» Zarah’ın niyeti Geilo’ya giden trene binmekti. Ama Dalvik adı elindeki tren tarifesinde geçme¬diği için, oradan öteye nasıl gideceğini bilmiyor¬du. «Emin misiniz?» diye sordu. «Kesinlikle,» diye gülümsedi Mr. Pearson, ka¬rısıyla birlikte. «Dün gece, kimsenin seni karşıla¬maya gelmeyeceğini söylemiştin.» «Teyzeme ziyaretim sürpriz olacak,» derken gü¬lümseyen Zarah, aslında bu durumun teyzesine sürprizden ziyade şok olacağından endişe duyu¬yordu. Genç kız, o gün saat altıya kadar Pearsonlar’ın sevimli bir çift olduklarına dair fikrini değiştir¬memişti, ama yolculuğunu ilk planladığı şekilde sürdürmüş olmayı dilerdi. İtiraf etmeliydi ki, teyzesiyle karşılaşmak onu ürkütüyordu biraz. Ama eğer Geilo’ya giden tre¬ne binmiş olsaydı, öyle ya da böyle, şimdiye ka¬dar Dalvik’e yetişmiş ve Anne teyzesiyle o ilk kar¬şılaşmayı atlatmış olurdu. Halbuki vakit ilerlemekteydi ve hâlâ Geilo’ya varamamışlardı. Mr. Pearson ilk olarak ünlü ba¬lık pazarına uğramakta ısrar etmişti.

Ardından şehrin en yüksek noktasına çıkması da elzemdi tabii. Böylece Bergen’den ayrılmaları oldukça ge¬cikmişti. Zarah, Norveç’in virajlı yollarında sürat yapmanın hiçbir şekilde mümkün olmadığını da bilmiyordu. Üstüne üstlük, Mr. Pearson, her vira¬jı alışlarında karşılarına çıkan eşsiz manzarayı kimsenin kaçırmaması için işi ağırdan alıyordu. Önce öğle yemeği, daha sonra da çay molası için durup oyalandıklarında, genç kızda sürekli içini kemirmekte olan huzursuzluktan dolayı iştah di¬ye bir şey kalmamıştı. Nihayet akşam saat sekizde Geilo’ya ulaştıklarında, Mr. Pearson büyük bir neşeyle, Dalvik’e devam etmeden önce kansı ve kendisi için otelde yer ayırtacağım söyledi. Zarah, «Eminim buradan öteye kendime bir taksi bulabilirim,» diye telaşlı bir şekilde konuştuktan sonra, onların göstermiş oldukları nezaket karşısında pot kırmış olmamak için hemen ar¬dından ilave etti. «Akşam yemeğini kaçırmanızı iste…» «Burada bizi herkes tanır,» dediler, aynı anda ve neşeyle Pearsonlar. Otelin kapışma varmışlar¬dı. «Ne kadar geç olursa olsun, bize yiyecek bir şeyler bulurlar.» Yolculuğun son etabında, sohbetleri kesik kesik bir hal aldı, derken tamamen tükendi. Genç kız, işte ancak o zaman önünde yatmakta olan sorunu idrak edebildi. Artık geri dönemezdi.

Beğense de beğenmese de araştırıcı bir kafayla doğmuştu ve bu kafası onu bir türlü rahat bırakmayarak buraya kadar getirmişti. O kâğıt parça¬sının başlattığı sorular cevaplanıncaya kadar rahatlayamayacağını da biliyordu. Karşılıklarını aradığı soruların içerisinde en ağırlıklı olanın cevabım öğrendiğinde ne hissedeceğini bilemiyordu. Yalnız bildiği bir şey vardı, o soru cevaplanıncaya kadar araştırmaktan vazgeç¬meyecekti. İki hafta gibi kısa bir süre öncesine kadar, so¬ru sormak aklına bile gelmemiş, her şeyi kendi¬sine anlatıldığı haliyle kabullenmişti. O, Zarah Thornton, Margaret ve Felix Thornton’ın tek evlâdıydı. Annesi otuz altı yaşındayken, gönül kazanmasını iyi bilen Pelix Thornton onu kolayca elde etmiş, evlenmiş, sonra da karısının hamile olduğunu öğrendiğinde, böyle bir sorumluluk yüklenmek istemediği için, bu beraberlikten kendisini sıyırmıştı. Birkaç ay sonra, Margaret onun bir uçak kazasında hayatını kaybettiğini öğ¬renince doğum yaparak, dünyaya sakat bir kız ço¬cuğu getirmişti. Kendisine çocuğun hiçbir zaman yürüyemeyeceği söylenmişti. Zarah iki yaşına kadar hastanede kaldığını ha¬tırlamıyordu bile. Gerçi neredeyse tamamen kaybolmuş olan ameliyat izi, onun sorununun ilk dü¬şünüldüğü gibi olmadığının ispatıydı. Hatta ame¬liyatı öylesine başarılı olmuştu ki, şimdi hiçbir şey olmamışçasına dik ve dümdüz yürüyordu. Genç kız aklını bildiği gerçeklere çevirdi. An¬nesinin Anne adında bir tek kız kardeşi vardı. An¬ne, Margaret’ten on yedi sene sonra dünyaya gel¬mişti.

İki kardeşin anne ve babasının ya fikirleri tükenmişti, ya da saçmalık hoşlarına gidiyordu, çünkü ilk çocuklarının adım Margaret Anne koy¬dukları halde ikincisinin adını Anne Margaret koy¬muşlardı. Her halükârda, Margaret erken doğmuş olan çocuğunu ziyaret amacıyla hastaneye taşınırken, Anne da çocuğun nüfus kaydını yaptırmayı üstlen¬mişti. Anne, nüfus memuruna, kendisinin Marga¬ret Anne Thornton’ın kızına nüfus cüzdanı çıkart¬mak için başvuran Anne Margaret Gentry olduğu¬nu söylediğinde, adamcağızın kafasının nasıl karıştığını anlatışı aile içinde espri olmuştu. Adamın kafası gerçekten karışmış olmalıydı çünkü nüfus¬taki ‘Annesi’ bölümünde Anne Margaret adı vardı. Zarah, iki kardeşin birbirlerine çok yakın ol¬mamalarının aralarındaki yaş farkından ileri gel¬diğine inanarak büyümüştü. Margaret, çocuğunu tedavi için hastanede bırakmak zorunda kalınca taburcu edilmişti. Anne de oha yardım etmek için Margaret’in Norfolk’taki evine gitmişti. Bir yıl sonra Anne, karısından boşanmış Nor¬veçli bir adamla tanışmıştı. Haldor Kindedalen adındaki bu adam kendisinden oldukça büyüktü ve evini çekip çevirecek birini arıyordu. Birlikte Norveç’e gittikten altı ay sonra evlendiler ve An¬ne bir daha İngiltere’ye geri dönmedi. Anne’in evliliğinin üzerinden çok geçmemişti ki, Margaret, Zarah’yı başarıyla ameliyat edece¬ğini iddia eden Fransız bir operatör bulmuştu. Ameliyat yüzde yüz başarıya ulaşmış ve bir iki ay sonra çocuk evine gönderilmişti. Yalnız annesi onu Norfolk’taki evine götürmemişti. Çünkü ge¬çen zaman zarfında iki kardeşin yaşlı olan teyzeleri ölmüş ve onlara Shrewsbury’deki küçük evi¬ni bırakmıştı. Zarah’nın bildiği ilk ve tek evi buy¬du.

Zarah İngiltere’yle Norveç arasında arasıra da olsa bir haberleşme olduğunun farkındaydı, ama evde bu mektupların tümü ‘özel işlem’ görüyor¬du. Annesi yazılanların bir kısmını ona aktarıyorsa bile, Anne’in mektuplarının hiçbirini alıp oku¬masına izin vermiyordu. Noel ve yaş günlerinde karşılıklı hediyeler gön¬deriliyor ve bu tür olaylara Zarah da dahil edili¬yordu. Hatırladığı kadarıyla bir seferinde Noel hediyesi için, «Anne Teyze’ye teşekkür mektubu yazmalı mıyım?» diye sormuştu. Sıra terbiye kurallarına geldiğinde hiç tered¬düt etmeyen annesinin, bu soru karşısında nasıl da uzun süre düşündükten sonra, «Evet, pek ta¬bii hayatım. Bu davranışın teyzenin hoşuna gidecektir,» diye cevap verdiğini hatırladı. Daha son¬ra, romatizmalı annesi güçlükle koltuğundan kal¬karak onu teyzesine mektup yazması için yalnız bırakmıştı. Zarah on beş yaşma geldiğinde annesinin roma¬tizması öylesine ilerlemişti ki, bazı günler hiç yürüyemiyordu. Genç kız okuldan ayrıldığında, Mar¬garet Thornton tekerlekli sandalyeye iyiden iyiye bağlanmıştı. Ama öylesine cesur bir insandı ki, Zarah’nın iş araması söz konusu olduğunda, evde yalnız kalmasında hiçbir sakınca olmadığı konusunda ısrarlıydı. «Kesinlikle olmaz,» diye itiraz etmişti Zarah. «İş sahibi olup da ne yapacağım?» «Sen çok akıllı bir insansın Zarah,» diye ısrarı¬nı sürdürmüştü Margaret. «Aklını kullanmalısın. Kendi akranlarınla tamşıp, kaynaşmaksın. Sen…» Zarah onun tüm iddialarına bir cevap bulmuş¬tu, ama annesinin hâlâ, onun evde kalıp kendisi¬ne bakması fikrini benimsemediğini görünce ak¬lına başka bir fikir gelmişti.

«Sorun para değil, öyle değil mi?» diye sormuş¬tu. Evlerinde para sıkıntısı çekildiğini hiç görme¬mişti. «Büyükbaba Gentry’nin vakıf parası üç ay¬da bir eline geçmeye devam ediyor herhalde? Ya¬ni, aslında seve seve bir iş bulurum…» «Gelirimiz hiç bu kadar mükemmel olmamıştı,» derken Margaret Thornton’m sesi kesin bir ifade taşıyordu. «O konuda kesinlikle merak edilecek bir şey yok. Ben sadece… sadece sana yük olmak istemiyorum!» «Anne!» Zarah donakalmıştı. Sonra, Margaret Thornton teslim oluncaya kadar, ona sarılmış ve tatlı sözlerle nihayet onu kandırmayı başarmıştı. Takip eden yıllarda mutlu bir şekilde yaşayıp gitmişlerdi. Margaret kendi ihtiyaçlarını karşıla¬yabilmek için tüm gücüyle uğraş veriyor, ama yeterli olamadığı için gitgide Zarah’ya daha çok yas¬lanmak zorunda kalıyordu. Zarah yirmi iki yaşındaydı. Bir ay önce, haftalık alışverişi alelacele yapıp eve geldiğinde, annesinin bir kaza geçirmiş olduğunu görmüştü. Deh¬şet içinde evin arka kapısında başaşağı duran te¬kerlekli sandalyeye doğru koştuğunda, annesinin şuursuz bir halde, yatmakta olduğunu fark et¬mişti. Kadıncağız bir türlü kendine gelemeden birkaç saat sonra kaldırıldığı hastanede ölmüştü. Görünüşe bakılırsa, gene kendi işini kendisi gör¬mek çabasıyla çöp kutusuna bir şey atmaya çaba¬larken, öne doğru uzandığında sandalyesinden düşmüş ve başını betona vurmuştu. Onun ölümü üzerine adeta beyni duran Zarah, Margaret’in kazayı atlatamadığını etrafa haber vermesi gerektiğini ertesi güne kadar düşüneme¬mişti. Komşular bildiğine göre, haber vereceği bir tek kişi kalmıştı, o da Anne Teyze’ydi.

Korkunç derecede sarsılmış olan genç kız olan¬lar hakkında konuşmak istemiyordu. Annesiyle teyzesinin birbirlerine pek yakın olmadıkları fik¬ri de buna eklenince, Zarah Norveç’e telefon et¬mek yerine mektup yazmayı seçmişti. İki hafta sonra tüm cesaretini toplayarak, an¬nesinin özel eşyalarıyla artık ilgilenme zamanının geldiğine karar vermişti. Bu korkunç bir görevdi ve Zarah bütün gücüy¬le gözyaşlarını tutmak için savaşıyordu. Ama ni¬hayet gardırop boşalmış ve sıra şifoniyerin çek¬mecelerine gelmişti. En alt çekmeceden başlaya¬rak en üst göze geldi. Son yıllarda artık sandal¬yesinden çıkıp, ayağa kalkamayan annesini düşü¬nünce, .içi burkuldu. Bu çekmece açılmayalı epey zaman geçmiş olmalıydı. Zarah kendini toparlayıp, çekmeceyi açtığında içinde çeşitli kâğıtların olduğunu gördü. Bu kâ¬ğıtların bir çoğunun saklanma nedeni, annesinin çok duygusal bir kişiliği olmasıydı. Genç kız, elin¬de olmayarak tekrar hüzünlendi, çünkü bunlar onun okul yıllarında yapmış olduğu çeşitli boya¬lar ve el işleriydi. Aralarında bir de «Anneciğime, sevgilerimle, Zarah,» yazan bir Noel kartı vardı. Eğer şimdiye kadar anlayamadıysa, annesinin kendisini ne kadar çok sevdiğini bundan sonra bilecekti. Birdenbire yüreğini bir huzur kapladı ve çekmecenin geride kalan kısmını gözyaşlarına boğulmadan temizleyip, boşalttı.

Tam kapatmak üze¬reydi ki, çekmecenin dibine serili olan kâğıdın al¬tında başka bir kâğıt durduğunu fark etti. Çekip aldığında, bunun annesinin evlilik belgesi olduğunu gördü. Bakışı, tarihin üzerinden ka¬yıp geçti ve kendi nüfus cüzdanıyla ilgili aile esp¬risi aklına gelerek dudaklarında hafif bir gülüm¬seme belirdi. Görüyordu ki, iki kız kardeşin isim¬leri bir başka memur tarafından da karıştırılmış-ti. Bu memurun kayıtlarına göre, Felix Thornton annesiyle değil, Anne Margaret Gentry’yle evlen¬mişti. Üstelik bu memurun bir değil iki hatası vardı, çünkü nikâh şahidi hanesine A.M. Gentry yazacağı yerde M.A. Gentry yazmıştı. Zarah kâğıtları düzelttikten sonra tam odadan çıkmak üzereydi ki, bilmediği bir sebepten dola¬yı tekrar odaya dönüp, kâğıtlara bir kez daha göz gezdirmek arzusunu yenemedi. Bu kez her şeyi daha bir dikkatle inceledi. San¬ki beyni bir süre çalışmamakta direndi. Sonra, hayretler içersinde, o evlilik belgesine tekrar göz atması için onu kışkırtan şeyin ne olduğunu fark etti. Nüfus cüzdanındaki hata hakkında annesinin kendisine anlattıklarını sorgulamadan büyümüş¬tü.

Resmi bir evrak üzerinde yapılmış bir hata kabul edilebilirdi, ama iki hata? Gelinin yaşının, otuz altı yerine on dokuz olma¬sının da dışında, daha bir çok yanlış vardı belge¬de! Doğumdan önce annesi bir muhasebe bürosun¬da çalışmaktaydı. Romatizması o zamanlar bile onu rahatsız etmekte olduğu için, neredeyse bü¬tün bir gün ayakta durmasını gerektirecek bir iş¬te çalışması mümkün değildi. Oysa, bu belgedeki ‘Meslek’ bölümünde murakabe memuru yazması gerekirken, satış yardımcısı yazılmıştı. Birden Zarah, küçüklüğünde zor bir matematik ödevini yapmak için annesinden yardım istediğin¬de, onun nasıl bir işi şipşak hallederek, kendisine de basit bir yöntemle açıklamada bulunduğunu hatırladı. «Sen bir dâhisin,» diyerek teşekkür etmişti Za¬rah. Bunun üzerine annesi sırıtarak, «Bütün çalışma hayatımı bir muhasebe bürosunda boşu boşuna geçirdim,» demişti. Bu hatıra yavaşça kafasından silinmiş, ama ge¬riye, Zarah’nın annesinin hiçbir zaman evlilik bel¬gesinde belirtildiği gibi satış yardımcılığı yapma¬dığı izlenimini bırakmıştı. Gözünün önünde duran belgelere inanacak olur¬sa, Felix Thomton’la annesi değil, Anne Teyze ev¬lenmiş demekti! Genç kız bu fikre gülmek istedi. Annesini kay¬bettiği için duygusal açıdan perişandı ve bu sebep¬ten her şeyi bulanık gördüğüne inanmak istiyor¬du. Annesiyle arasında geçen sohbetler esnasında, onun düğün gününden hiç söz edilip, edilmediği¬ni hatırlamaya çalıştı, ama hatırlayamadı. Evli¬liğin neticeleniş tarzına bakılırsa, konunun tabu olması çok doğaldı. Ama düşündükçe, Zarah bir¬denbire yeniden sarsıldı ve aklına gelen şeyden dolayı kendinden nefret etti. Ama eğer Felix Thornton, Anne ile evlendiyse, ona kız kardeşiyle ihanet etmişti! Demek ki Margaret ona hamile ol¬duğunu söylediğinde, birden ortadan kaybolma, sının nedeni buydu. Acaba Anne de bu sebepten dolayı mı bir daha dönmemek üzere Norveç’e gitmişti? Anne olanları öğrendiğinde… Zarah birden düşüncelerini tekrar gözden ge¬çirdi. Annesiyle ilgili tüm anıları kıymetliydi ve onun böyle bir şey yapması düşünülemezdi.

İn¬anların ihtiras anında neler yapabileceklerini her zaman gazete haberlerinden okumuştu. Ama annesinin değer ölçüleri düşünüldüğünde, onun hiç kimseye ihanet edemeyeceği bilinirdi. Üstelik Anne Norveç’e gittiğinde Margaret’in bebeği bir yaşındaydı. Demek ki Margaret onu aldatmamıştı. Eğer al¬datılmış olsaydı, Anne’in, değil kardeşinin Norfolk’taki evine taşınması, onunla bir daha konuş¬ması bile düşünülemezdi. Hele hele, ihanet sonu¬cu dünyaya gelen bebeğin nüfus kayıt işlerini üst¬lenir miydi? Anne’den beklenen davranış aslında… Kafasından hızla akıp gitmekte olan düşünce¬lerin orta yerinde birden aklına başka bir şey gel¬di. Sanki ondan kurtulmak istercesine kafasını salladı, ama bu yeni düşünce onu bir türlü terk etmiyordu. O anda artık, Felix Thornton’la anne¬sinin mi yoksa Anne Teyzesi’nin mi evlendiğinin bir önemi kalmamıştı, çünkü bu kez aklına gelen şey onun paniğe kapılmasına neden olmuştu. Ortada babasının kim olduğuna dair bir şüphe yoktu, ama onun nüfus kâğıdı, annesinin Marga¬ret Anne değil de Anne Margaret olduğunu yazı¬yordu! Sersemlemiş bir halde, eğer yasal evraklara inanacak olursa, onu dünyaya getirenin Mar¬garet değil Anne olduğunu kabul etmek zorun¬daydı! Kendisinin, Anne ile Felix’in evliliğinden mey. dana gelmiş bir insan olduğu düşüncesi onu bir an bile yalnız bırakmadan, aradan tam bir hafta geçti. Akşam olup yatağına girdiğinde bile bu so¬ru sürekli kafasını kurcalıyordu. Bütün hayatı boyunca olduğu gibi, hâlâ Margaret’i annesi ola¬rak görüyordu, ama Felix’le evlenip onu dünyaya getiren Anne’miydi? Aradan, başka soruların da ortaya çıktığı birkaç gün daha geçti. Herkes annesine Mrs. Thornton diye hitap ederdi, acaba bu onun yasal hakkı mıy¬dı? Yoksa, Norfolk’tan Shrewsbury’ye taşındık¬larında kendini çevreye böyle mi tanıtmıştı? Annesinin ölümünün üzerinden neredeyse dört hafta geçmiş, ama teyzesine kız kardeşinin ölüm haberini vermek için yazdığı mektuba hâlâ bir cevap gelmemişti, geleceğe de benzemiyordu. An¬laşılıyordu ki, Anne Teyzesi, İngiltere’deki yeğeniyle haberleşmek arzusunda değildi.

Gene anlaşılı¬yordu ki, sabahtan akşama kadar ona bir an bile huzur vermeyen yüzlerce soru, onları cevaplaya¬bilecek olan tek kişiyle konuşmazsa, her zaman için boşlukta kalacaktı. İlk aklına gelen şey Norveç’e bir mektup daha yazmak oldu. Ama bu mektubu da bir cevap ala¬mayacağı düşüncesi onu bu kararından vazgeçirdi. Telefon edebilirdi, ama bu kez telefona Haldor Kindedalen’in çıkabileceğini düşünerek ondan da vazgeçti. Anne, kocasına geçmişiyle ilgili hiçbir şey anlatmamış olabilirdi. Bunca senedir, ona ha¬yatta olan bir çocuğu olduğunu ya söylememişse? Zarah’ya göre konu öylesine gizemliydi ki, her şey olabilirdi ve teyzesinin yaşantısını karıştırmayı asla istemezdi. Sabah olduğunda ne yapacağına karar vermişti. Annesi öldüğüne göre, artık Büyükbaba Gentry’nin vakıf parası kesilecekti. Bu sebeple Zarah’ nın yakında bir iş bulması gerekiyordu, ama önce yapması gereken daha önemli bir şey vardı. Birik¬tirmiş olduğu az miktardaki parası onu Norveç’e kadar götürüp, getirebilirdi. Mr. Pearson’ın sürücü koltuğundan arka tara¬fa doğru yarım dönerek, «Dalvik.» demesi Zarah’ yi bir anda bugüne döndürdü. Demek gelmişlerdi, birden midesinin altüst olduğunu ve ağzının kuruduğunu hissetti. Yakında her şeyi öğrenecek¬ti.

Dalvik harika bir yerdi. Tepelerindeki çam or¬manlarından aşağı doğru uzanarak, geniş Tunnhovdjord Koyu’yla kucaklaşırken düzleşen yemye¬şil arazide ahşap çerçeveli evler vardı. Ama manzaranın güzelliği şimdilik ikinci planda kalıyordu. Genç kızın sinirleri yavaş yavaş ayağa kalkmaya başlamıştı. Artık daha fazla düşünmeye vakit yoktu. Mr. Pearson arabayı durdurmuş ve Zarah’ya teyzesinin adını sorduktan sonra, yoldan geçmekte olan birisinden Kindedalenler’in nerede oturduklarını öğrenmeye çalışıyordu. Adama, «Mange takk,» diye Norveççe teşekkür ettikten sonra, arabayı tekrar çalıştırdı ve arkaya dönerek, «Buradan sadece iki dakika uzaktaymış,» dedi neşeli bir sesle. Kısa bir süre yol aldıktan sonra arabayı tekrar durdurarak, «İşte geldik,» diye ilân ettiğinde, Zarah birden içinin boşalmış gibi olduğunu hissetti. Bahçe içinde, üç katlı, büyük bir evdi bu. Ol¬dukça yeni olan görünümü, Zarah’ya teyzesinin birkaç yıl önce eski adresinden ayrılarak buraya taşındığını hatırlattı. Mr. Pearson bagajdan valizi çıkartırken, genç kız arabadan inmiş bekliyordu. Birden, kendisine gösterilen nezaket karşısında, onları teyzesiyle ta¬nıştırmak için içeri davet etmemenin çok ayıp olacağı aklına geldi. «İçeri buyurmaz mıydınız?» diye teklif etti.

Mr. Pearson bu teklifi her zamanki neşesiyle geri çevirirken, «Sen içeri gir ve teyzene sürprizini yap,» dedi ve ardından karı koca aynı anda, «Harika bir tatil geçirmeni dileriz,» diyerek ha¬reket ettiler. Zarah uzaklaşmakta olan arabanın arkasından bir süre el salladı. Şimdi kendini yapayalnız hissediyordu. Pearsonlar’ı yakalamak arzusuyla peş¬lerinden koşmamak için kendini zor tuttu. Sonra kararlı bir şekilde yüzünü eve döndü. Bütün heybetiyle karşısında durmakta olan ön kapıya ulaşıncaya kadar, attığı her adım için bü¬yük bir gayret harcamıştı. Valizini yere koyduk, tan sonra yutkundu ve titreyen elini kapının ziline uzattı. İçerden gelen ayak seslerini duyuncaya kadar sanki asırlar geçmişti. Nihayet kapı açıldığında, karşısına çıkan genç adam, Zarah’nın uzun boyu¬na rağmen, oldukça iri görünümlüydü. Uzun bo¬yu, sarı saçları, gri gözleri vardı ve bakışlarının hiç de sıcak olduğu söylenemezdi. Genç kızın siyah saçlarını, ince uzun vücudunu ve ayaklarının dibinde durmakta olan valizini süzdü. Sonra hiç konuşmadan, genç kızın hangi mak¬satla geldiğini belirtmesini bekledi. Zarah’nın için¬deki mücadele ona yeterken, bir de bu soğuk karşılama büsbütün sinirlerini bozmuştu. «B… benim adım…» diye söze başlayacakken, birden bu ada¬mın bir kelime bile İngilizce bilmediği ihtimali aklına geldi.

Ama kendisi de bir kelime Norveççe bilmediğine göre devam etmek zorundaydı. «Benim adım Zarah Thornton…» diye başladı, ama daha fazla konuşamadı. Çünkü buraya teyzesini ziyaret amacıyla geldiğini söylemesine fırsat kal¬madan adamın yüzündeki soğuk ifade birden hid¬dete dönüştü. «Tanrım! Buraya bundan daha çabuk gelemez¬diniz, değil mi?» diye patladı genç adam. Hafif aksanı dışında, İngilizcesi oldukça iyiydi. Zarah o anda öylesine şaşırmıştı ki, konuşmak istediği şahısın, aslında bu adam değil de teyzesi olduğunu bir türlü hatırlayamadı. «B… buraya gelmemin nedeni…» diye başlarken, sözü bir kez daha kesildi. Genç adam, «Teyzenizin avukatı tarafından gön¬derilen mektup olmalı, öyle değil mi? Hiçbir şey sizi İngiltere’de tutamazdı artık,» dedikten sonra sesini daha da yükseltti. «Cenazesine gelmek için vakit bulamadınız, ama o mektup elinize geçer geçmez…!» Zarah adamın hiddetle haykırmakta olduğu sözlerin gerisini duyamadı bile. Hayretten donakalmıştı, ama anlayabildiği bir tek şey vardı. «Teyzem… öldü mü?» diye fısıldadı. «Yani An¬ne Teyze’min öldüğünü mü söylemeye çalışıyor¬sunuz?» Genç adam, «Anne Kindadalen üç hafta önce öldü,» diye sert bir biçimde karşılık verdi. Gözlerindeki şüpheci bakıştan da anlaşıldığı gibi, Za¬rah’nın bu durumdan haberdar olduğunu zanne¬diyordu. Genç kızın simsiyah saçlarıyla, kusursuz hatlarına şöyle bir baktıktan sonra, buz gibi bir sesle, «Tahminime göre Miss Thornton, çıkarınız olduğunu gördüğünüz yerde vakit kaybetmemeye dikkat ediyorsunuz,» dedi. Garip bir şekilde, bir başkası daha onlara katılacakmış gibi Zarah’nm arkasına doğru baktıktan sonra, onu terslercesine, «İçeri girseniz iyi olacak,» diye emretti.

Zarah, teyzesinin, kendisi o, evlilik belgesini bulmadan, hatta gerçekleri öğrenmek üzere Nor¬veç’e gelme kararını bile almadan önce ölmüş ol¬duğunu öğrenince çok sarsılmıştı. Adamın, valizle hiç ilgilenmediğini görünce, eğilip kendisi aldı. Gelir gelmez hiç ummadığı bir haberle karşılaş¬manın üzerinde yarattığı şokun etkisiyle, öğren¬mek istediği gerçeklerin teyzesiyle birlikte gömül¬düğünü yeni yeni kavrayabiliyordu. Konu Başlığı: Ynt: Para Kokusu – Jessica Steele Gönderen: bianca üzerinde Haziran 08, 2007, 10:52:47 ÖÖ Bölüm İki Zarah, Kindedalenlar’ın kapısından girerek, geniş koridorda ilerlemekte olan kızgın Norveçliyi takip etti. Hâlâ şaşkınlık içinde olduğundan öyle dalgındı ki, kapılardan birinin önünde ani bir hareketle duran adama arkadan çarpı verdi. Ona dokunmak aşağılayıcı bir davranış olacakmış gibisine, genç kızın toparlanmasına hiçbir şekilde yardımcı olmaya çalışmayan adam, Zarah’nın kendi kendine dengesini bulması için bir an bekledi. «Valizi burada bırakın,» dedikten sonra oda kapısını açarak, «İçerde bekleyin,» diye talimat verdi. Emirlerine itiraz edilmeyeceğinden emin bir halde, topuğu üzerinde arkasını döndü ve uzaklaştı. Onun emirlerine uymaktan ziyade, şu anda yönlendirilmek ihtiyacında olan Zarah, tamamen İngiliz stili döşenmiş olan oturma odasına girdi. Etrafına fazlaca bakınmaya fırsat kalmadan, Norveçli adam geri dönmüştü bile. Genç kız, «Teyzemin ölmüş olduğunu mu söylediniz?» diye sorarken, habere hâlâ inanmak istemiyordu. «Size mektubumda da belirttiğim gibi,» dedi adam, kısa ve öz bir biçimde. «Yirmi yedi haziran günü öldü.» «Siz bana mektup mu yazdınız?» Genç kızın yaşadığı şokun üstüne, şimdi bir de şaşkınlık ilave olmuştu. Daha net bir şekilde düşünmek için kendini zorladı, ama mektubu yazanın kim olduğu önemsizdi.

«Sizden herhangi bir mektup almadım,» diyebildi sadece. Adamın kendisine inanmadığı, azarlarcasına konuşmasından anlaşılıyordu. «Herhalde teyzenizin avukatından da bir mektup almadığınızı söyleyeceksiniz!» Zarah kendisini yorgun ve yenik hissediyordu, üstelik kesinlikle bilmece gibi konuşmalarla uğraşacak halde değildi. «Bakın,» dedi öfkeyle, beyni uyuşukluk ve şaşkınlığın karışımından, dengesini yitirmiş gibiydi. «Buraya gelebilmek için hemen hemen bütün gün yolculuk yaptım. Ben…» «Tabii uçağınız Oslo’ya iner inmez Dalvik’e gelebilmenin en kısa yolunu aradınız,» diye tekrar sözünü kesti adam. «Uçakla gelmedim,» diye aniden cevap verdi genç kız. «Vapurla geldim ve bir gece Bergen’da kaldım.» Bu adam, onun Dalvik’e bir an evvel yetişebilmek için acele ettiğini düşündüğüne göre, bu söylediğinden sonra şüpheciliğini üzerinden atar diye içinden geçirdi Zarah. Ama yanıldığını anlaması uzun sürmedi. Adamda jilet gibi keskin bir zekâ vardı ve bu kez onun oraya neden jet hızıyla gelmediğine sebep arıyordu. «Uçmaktan korkuyor musunuz?» diye birden çıkış yaptı. «Babam bir uçak kazasında ölmüştü…» dedi Zarah ve birden durdu. ‘Lanet olası adam,’ diye geçirdi içinden. Bu adamla, hiç tanımadığı babası hakkında ne diye konuşuyordu sanki? «Korkuyorsam ne olmuş yani?» diye birden parladı ve aptal yerine konulmanın, bir türlü gösteremediği saldırgan tarafını ortaya çıkardığı için memnun oldu.

«Hem siz kimsiniz? Ben Herr Kindedalen’le görüşmek istiyorum,» diye ısrarla devam ederken, bir yandan da bunu söylemeyi neden daha önce düşünemediğini kestirmeye çalışıyordu. «Yoksa,» dedi meydan okurcasına, idare tam olarak onun elindeydi artık. «O da mı öldü?» Kelimeler ağzından döküldüğü anda, bu tarz konuştuğu için pişman olmuştu. Ama bu pişmanlık asla Norveçlinin daha da kararan yüz ifadesine bağlı değildi. Duygusal yönü artık tükendiği için, kullandığı kelimeler onun her zamanki hassasiyetini vurgulamaktan yoksundu. Gerçi bu tehditkâr bakışlı Norveçli, onun hiç de hassas bir insan olduğunu düşünmüyordu. «Herr Kindedalen,» dedi adam sert bir şekilde, «Karısıyla birlikte ölmüşcesine, kendisini bu hayattan mahrum etmiş bir halde yaşıyor.» Çok kısa bir an için sanki yüzünden hüzünlü bir ifade geçer gibi olduysa da, sonra gene soğuk bir sesle, «Ben onun oğlu Stein Kindedalen’im,» dedi. Zarah’nm kafası biraz daha karışmıştı. Yani eğer kendisi Anne’in kızıysa, bu adam da onun kardeşi mi oluyordu? Ama yaşı otuz beş civarında gösterdiğine göre, bu mümkün değildi. Anne bu yaşta bir evlât sahibi olamazdı. «Herr Kindedalen’ın ilk evliliğinden bir çocuğu olduğunu bilmiyordum,» diye mırıldandı genç kız, ama onun, bunu bilip bilmemesi evin oğlunu bir nebze bile ilgilendirmiyordu. Onu ilgilendiren yalnızca tek bir şey vardı, o da babasıydı. Hiç vakit kaybetmeden, açıkça belirtti: «Ben babamın yaşamakta olduğu strese yenilerinin ilave olmasını önlemek amacıyla buradayım.» Söylemek istediği şey açıkça anlaşılıyordu ve Zarah bundan hiç hoşlanmamıştı.

«Onun huzurunu kaçırmaya geldiğimi mi sanıyorsunuz?» diye karşı çıktı. «Hayranlık duyduğu karısının akrabalarından birini görmek onu ne şekilde etkiler, bilemem,» diye aynı sertlikle cevap verdi genç adam. «Yalnız bu akşam hiç kimseyi görecek halde olmadığı kesin.» «Yani teyzemin ölümü onu sarstı mı?» «Hem de fazlasıyla,» dedi genç adam ters ve kısaca. Aldığı cevap karşısında Zarah’nın tüm duygusallığı geri gelmişti. Birden aklına, annesinin ölümünden sonra, kendisinin o konu hakkında konuşmaktan nasıl kaçındığı geldi. Üzerinden bir ay geçmiş olmasına rağmen, bugün bile konuşabileceğinden emin değildi. Üstelik Herr Kindedalen’ı gördüğünde ne söylemek istediğini veya ne söyleyip, söylememesi gerektiğini de bilemiyordu. Bu sebeple, onun oğluna da söylenecek çok az şey vardı. «Teyzem nasıl… Yani hasta olduğundan bile haberim yoktu da,» diye sordu. «Demek öyle,» dedi Stein Kindedalen kabaca. Yüzündeki ifade, hiç de annesini henüz kaybetmiş bir insanla konuşuyor gibi hüzünlü değildi. «Herşey kız kardeşinin öldüğünü bildiren mektubunuzu aldığı gün oldu. Anne, bir işi olduğunu söyleyerek evden çıkmıştı. Kafası mektuptaki haberle çok meşgul olmalıydı ki, dalgın bir şekilde karşıdan karşıya geçerken, hızla akmakta olan trafiği fark edemedi bile.

» «Bir trafik kazasında mı öldü yani?» «Sürücü ona çarpmamaya gayret etmiş, ama yapabileceği bir şey yokmuş.» Zarah, onun bu sözlerle nereye varmak istediğini sezince, bembeyaz oldu. Cesaretini toplayarak, «Siz ve babanız… Beni mi suçluyorsunuz?. Yani annemle ilgili olarak yazdığım mektup teyzemin dikkatini öylesine dağıttı ki, sonunda onun ölümüne neden oldu, öyle mi?» dedi. «Anne ölümcül bir haldeydi,» diye devam etti genç adam, her zamanki soğuk ifadesiyle. «Uzun süre acı içerisinde can çekiştikten sonra öldü ve babam, büyük bir ıstırapla onun ölümünü bekledi.» Odayı kaplayan uzun bir sessizlikten sonra, Zarah yumuşak sesiyle, «Yapılacak bir şey yok muydu?» diye sordu. «Tanrı aşkına,» diye patladı Stein Kindedalen. «Denemediğimizi mi sanıyorsunuz? Bize en ufak bir iyileşme umudu veren tüm uzman hekimlerden, şarlatanlara kadar herkesle irtibat kurduk.» «Özür dilerim,» dedi Zarah hemen. Belli ki bu genç adam da Anne’i çok seviyordu. Ama onun özür dilemesi ters bir şekilde kenara itildi. «Aç mısınız?» «Aç değilim,» dedi genç kız kendini toparlayarak. «İyi,» diye homurdandı genç adam, sonra kapı-ya doğru giderek Zarah’nın valizini aldı. «Size yatacak bir yer bulurum.

Beni takip edin.»

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir