John Flanagan – Gölgelerin efendisi 4 – Skadiyayi Kurtarmak

W ill’i huzurlu, derin uykusundan uyandıran, ardı arkası kesilmeyen o tekdüze ses olmuştu. Sesi ilk olarak ne zaman duymaya başladığını bilmiyordu. Uykusu sırasında sinsice zihnine giriyor ve bilinçaltında gitgi de şiddetleniyor gibiydi; ta ki uyanıp nereden geldiğini merak edinceye dek. Tıp… tıp…tıp… tıp… Sesi hâlâ duyuyordu ama artık uyanık olduğundan, küçük kulübedeki diğer sesleri de işitebiliyordu. O nedenle şimdi kulağında o kadar şiddetli yankılanmıyordu. Evanlyn’e biraz olsun mahremiyet sağlamak amacıyla astığı çuval bezinden bozma perdenin ardından, onun düzenli soluklarını duyabiliyordu. Ses, belli ki onu uyandırmamıştı. Uyku mahmurluğundan kurtulduğunda, odanın ucundaki şöminenin yanında yığılı duran kömürlerden gelen boğuk çıtırtı nın kesildiğini fark etti. Tıp… tıp… tıp… Ses, yakınlarında bir yerden geliyor gibiydi. Gerinip es- – 7 – JOHN FLANAGAN neyen Will, tahta ve branda bezinden yaptığı kaba kanepeye oturdu. Rahatlamak için başını iki yana sallayınca, ses kesildi. Ardından tekrar başladı. Sesin pencerenin dışından geldiğini o an fark etti Will. Pencerelere cam niyetine konmuş yağlı kumaşlar yarı saydamdı; şafak öncesinin gri ışığını içeri sızdırsalar da bulanık görünüyorlardı. Will, dizlerinin üstünde doğrularak pencereyi açtı ve itti.


Ardından, kulübenin önündeki minik verandayı gözetlemek için başını dışarı uzattı. İçeri giren soğuk esinti, odayı doldurup çuval bezinden perdeyi dalgalandırdı ve şöminede kor halinde yanmakta olan ateşi canlandırdı. O sırada Evanlyn’in kımıldandığını duydu. Ağaçların tepelerinde bir yerlerde öten kuş, doğan günün ilk ışıklarını selamlıyordu ve ses, yine duyulmaz olmuştu. Birden anlayıverdi Will. Verandanın çatısındaki uzun sarkıt eriyor, erirken de köşedeki ters çevrilmiş kovanın üzerine su damlatıyordu. Tıp…tıp…tıp… tıp…tıp…tıp… Will, kaşlarını çattı. Bunun bir anlamı olduğunu biliyordu ama hâlâ uyku sersemiydi ve ne olup bittiğini kavrayamıyordu. Gerinerek ayağa kalktı ve sıcak battaniyesinden uzaklaşıp kapıya yönelirken, hafifçe titredi. Evanlyn’i uyandırmamaya çalışarak sürgüyü kaldırdı ve bel vermiş deri menteşeler kulübe zeminini sıyırmasın diye kapıyı kaldırarak yavaşça açtı. Kapıyı arkasından kapatan Will, adımını attığı verandadaki kaba döşemenin, çıplak ayaklarını buz gibi ısırdığını hissetti. Suyun aralıksız bir şekilde kovaya damladığı noktaya doğru SKANDİYA’YI KURTARMAK yürürken, çatıda asılı duran diğer sarkıtların da aynı durumda olduğunu fark etti. Daha önce hiç böyle bir şeyle karşılaşmamıştı. Sarkıtların normalde böyle erimediklerinden emindi. Bakışlarını, güneşin ilk ışıklarının sızmakta olduğu ağaçlığa doğru çevirdi.

Bir kar kümesi, aylardır üstünde durduğu çam ağacının dalla – rından kayıp zemine düşerken, ormanda bir gümbürtü koptu. Uyanmasına neden olan sesin anlamım o an kavradı Will. Kapı gıcırdadı ve arkasını döndüğünde, üşümemek için battaniyesine sıkıca sarınmış olan, saçı başı dağınık Evanlyn ile karşılaştı. “Neler oluyor?” diye sordu Evanlyn. “Yolunda gitmeyen bir şey mi var?” Will, bir an duraksadıktan sonra kovanın yanındaki su biri – kintisine bir göz attı. “Buzlar eriyor,” dedi sonunda. Gelişigüzel ettikleri kahvaltının ardından, güneşin verandaya vuran ilk ışıkları altında oturdular. O ana dek buzların eridiğine dair başka belirtilere de rastlamış olmalarına rağmen, ikisi de Will’in keşfettiği şeyin önemi hakkında konuşmak istemiyordu. Kulübenin etrafını kaplayan kar örtüsünün içinden kahverengi, ıslak çim parçacıkları fırlamıştı. Ağaçlardan yere düşen kar kütlelerinin gürültüsü ise giderek artıyordu. ~ 9 – JOHN FLANAGAN Toprak ve ağaçlar, hâlâ kalın bir kar örtüsüyle kaplıydı elbette. Ancak işaretler, karın erimeye başladığım ve bunun kaçınılmaz bir şekilde devam edeceğini gösteriyordu. “Sanırım artık yolculuk hazırlıklarına başlamalıyız,” dedi Will sonunda. Zaten ikisinin aklından da bu geçiyordu. “Henüz yeterince güçlü değilsin,” dedi Evanlyn.

Çocuğun Ragnak’m Mekâm’nda avlu kölesi olarak çalışırken aldığı sıcakotunun uyuşturucu etkisinden kurtulmasından bu yana, yalnızca üç hafta geçmişti. Oradan kaçmadan önce Will, yetersiz beslenmiş, soğuktan korunamamış, üstüne üstlük fiziksel gücünü tüketen ağır işler yüzünden bitkin düşmüş haldeydi. Kulübedeki yetersiz öğünler yalnızca hayatta kalmalarım sağlamış, Will’in kuvvetini toplamasına yetmemişti. Kulübede buldukları mısır ununun yanında az miktarda sebze ve Evanlyn ile kim bilir ne dolaplar çevirerek elde ettikleri lifli etlerle besleniyorlardı. Kışın ortalıkta çok az hayvan vardı ve onları yakalamak için kurdukları yetersiz kapanların da öğünlerine pek faydası olmamıştı. Will, omuz silkip “İdare ederim,” dedi kısaca. “Etmek zo – rundayım.” Sorunun can alıcı noktası da buydu elbette. Yüksek geçitleri kaplayan kar eridiğinde, yeniden tepelere çıkmaya başlayacak olan avcıların onları bulacağını ikisi de biliyordu. Evanlyn birilerine rastlamıştı bile – Will’in kendine geldiği gün ormanda görmüş olduğu gizemli atlı. Neyse ki o günden bu yana ortalıklarda gözükmemişti süvari. Ama bu bir uyarıydı; onun arkasından başkaları da gelecekti ve Will ile Evanlyn’in onlar – 10 – SKANDİYA’YI KURTARMAK gelmeden önce kulübeden ayrılmaları, dağ geçitlerinin gerisine inerek sınırdan Tötonya’ya geçmeleri gerekiyordu. Evanlyn başını kuşkuyla salladı ve suskun kaldı. Will’in haklı olduğunu fark etti. Buzlar iyice çözülmeye başladığında, Will’in seyahat edebilecek kadar güçlü olduğuna inansın ya da inanmasın, oradan ayrılmaları gerekecekti.

“Her neyse,” dedi sonunda, “daha önümüzde birkaç hafta var. Buzlar erimeye yeni başladı. Kim bilir? Bir başka soğuk hava dalgası bastırabilir.” Bu gerçekten olabilir, diye düşündü kız. Çok olası değildi belki ama en azından imkân dâhilindeydi. Will başını sallayarak “O da bir ihtimal,” dedi. Sessizlik bir kez daha battaniye gibi üstlerine örtülmüştü. Evanlyn, birden pantolonunu temizleyerek ayağa kalktı ve “Ben gidip kapanlara bakayım,” dedi. Will ona eşlik etmek için ayaklanınca, çocuğu durdurdu. “Sen burada kal,” dedi nazikçe. “Şu andan itibaren gücünü elinden geldiğince koruman gerekecek.” Bir an duraksayan Will, başını salladı. Kızın haklı olduğunu fark etmişti. Evanlyn, av çantası olarak kullandıkları bez çuvalı kaldırıp omzuna attı ve Will’e gülümseyerek ağaçların arasına yollandı. Kendisini işe yaramaz ve keyifsiz hisseden Will, ağır ağır yemek yemek için kullandıkları tahta tabakları toplamaya başladı.

Kederle elimden gelen tek şey, diye geçirdi aklından, bulaşık yıkamak. Kapan hattını, son üç haftadır kulübenin uzağına taşımaya – II – JOHN FLANAGAN başlamışlardı. Minik hayvanlar, tavşanlar, sincaplar ve nadiren kar tavşanları Will’in kurduğu kapanlara takıldıkça, bölgedeki diğer hayvanlar da uzaklaşmıştı. Bu nedenle kapanları birkaç günde bir yeni noktalara taşımak zorunda kalıyorlardı. Her yeni nokta, bir öncekine göre kulübeden daha uzakta oluyordu. Evanlyn, en yakın kapana ulaşıncaya kadar, dar ve yokuş yukarı uzanan patikada kırk dakika kadar yürüyeceğini tahmin ediyordu. Kapanın bulunduğu noktaya doğru düz bir çizgide ilerleyebilse, yolu kısalacaktı elbette. Ancak kıvrılarak ilerleyen patika, ağaçların arasından geçerek alması gereken mesafeyi en az iki katma çıkarıyordu. Artık iyice farkına vardığı üzere, buzlar dört bir yanda erimeye başlamıştı. Yürürken ayaklarının altında gıcırtılar çıkaran kar örtüsü yoktu artık. Zemin daha ağır ve ıslaktı ve adımları da karın içine gömülüyordu. Erimekte olan karla temas eden çizmeleri, sırılsıklam olmuştu bile. Bu yoldan son geçişimde, diye düşündü Evanlyn, çizmelerim ince ve kuru bir toz tabakası halindeki karla kaplanıyordu. Bunun yanında, bölgedeki hayvanların hareketlenmekte oldukları da gözüne çarpmıştı. Kuşlar, ağaçların arasından daha büyük sürüler halinde uçuyordu.

Patikada rastladığı bir tavşan, ürkerek karla kaplı böğürtlen çalılığının güvenliğine çekildi telaşla. En azından, diye düşündü Evanlyn, tüm bu hareketliliğin ka pana kısılmış, tatlı bir av hayvanı olarak geri dönme ihtimali var. Will’in çam ağaçlarından birine kazımış olduğu ihtiyatlı sembolü buldu ve onunla birlikte en öndeki kapanı yerleştirdikleri noktayı aramak üzere patikadan ayrıldı. Onun sıcakotu- ~ 12 ~ SKANDİYA’YI KURTARMAK nun uyuşturucu etkisinden kurtulmasına ne kadar sevindiğini hatırlamıştı. Evanlyn, avlanma konusunda çok beceriksizdi. Kapanları kurup yerleştirirken uzmanlığını konuşturan Will, yiyecek bulmalarına büyük katkıda bulunmuştu. Tüm bunlar Halt’un yanında almış olduğu eğitimin bir parçasıydı, kıza öyle söylemişti. Yaşlı Orman Muhafızı’nın adını andıkça, Will’in gözlerinin birkaç saniyeliğine buğulandığını ve sesinin titrediğini hatırladı. Will ile Evanlyn, kim bilir kaçıncı kez, kendilerini evlerinden çok, çok uzakta hissediyorlardı. Karla kaplı çalıların arasından geçip sırılsıklam olurken, içini bir mutluluk dalgasının kapladığını hissetti Evanlyn. Hattın ön tarafındaki kapanın içinde minik bir kuş seçiliyordu. Daha önce de yakalamış oldukları bu kuşların etinin son derece lezzetli olduğunu biliyordu. Küçük bir tavuk büyüklüğündeki hayvan, boynunu dikkatsizce kapanın ilmiğine geçirmiş ve tuzağa düşmüştü. Evanlyn, bir zamanlar kuşun bu kadar gaddarca bir ölümü hak etmediğini söyleyip itiraz edebileceğini düşününce, acımasızca gülümsedi. Şimdiyse, güzel bir ziyafet çekecekleri için halinden memnundu.

Boş bir mide, insanın bakış açısını nasıl da değiştiriyor, diye düşündü, ilmiği boynundan çıkardığı kuşu eğreti av çantasına tıkarken. Arkasına birkaç parça mısır tohumu atarak kapanı yeniden kurdu. Ayağa kalktığında, erime aşamasındaki karın dizlerinde bıraktığı iki ıslak lekeyi fark ederek, can sıkıntısıyla kaşlarını çattı. Birden arkasında bir hareketlilik sezerek oraya doğru dönmüştü ki… ~ 13 ~ JOHN FLANAGAN Daha kımıldayamadan, demir bir pençe ağzım kapattı. Evanlyn dehşet içinde nefes alıp vermeye çabalarken, ağzını ve burnunu kapatan duman, ter ve pislik kokulu kürk eldiven, yardım çığlığını bastırıvermişti bile. ~ 14 ~ A ğaçların içinden çıkan süvariler, önlerindeki boş otlağa doğru at sürüyorlardı. Baharın gelişi, Tötonya’nın bu yamacında, önlerinde yükselen sarp araziye kıyasla daha çok hissediliyordu. Otlaktaki çimler şimdiden yeşillenmişti ve erimemiş kar yığınları, artık yalnızca günün büyük bir kısmında gölgede kalan noktalarda görülüyordu. Sıradan birinin gözü, atlıların arkasından gelen beygirlere takılabilirdi. Hatta uzaktan bakınca, atlıları, Skandiya’nın içi ne uzanan dağ geçitlerini arkalarında bırakıp sezonun yüksek açılış fiyatlarından faydalanma amacı güden iki tüccar bile sanabilirdi. Ama yakından bakıldığında, bu adamların tüccar olmadık ları hemen anlaşılıyordu. Silah kuşanmış iki savaşçıydı onlar. Ufak tefek olanı, yani kımıldadıkça titreşip yer değiştiriyor- muş gibi duran grili yeşilli tuhaf pelerinine sarınmış, sakallı adam, uzun yayını omzuna asmış, bir ok kılıfını da eyerine bağlamıştı. ~ 15 ~ JOHN FLANAGAN Yol arkadaşı, ondan daha cüsseli, genç bir adamdı. Sırtında düz kahverengi bir pelerin vardı; ancak bahar güneşi boynuyla ellerinde görülen zincir zırhın üzerinde parlıyor, pelerininin altında kalan uzun bir km göze çarpıyordu.

Üzerinde kaba bir meşe yaprağı arması bulunan yuvarlak kalkanı ise görüntüyü tamamlarcasına sırtına asmıştı. Atlar da en az binicileri kadar uyumsuz görünüyorlardı. Genç adam iri, doru bir ata biniyordu; uzun bacakları, güçlü kalçası ve omuzlarıyla gerçek bir savaş atıydı bu. Bir ipin ucuna bağlanmış siyah at ise arkalarından geliyordu. Sakallı yol arkadaşının bineği ise oldukça küçüktü, karmakarışık tüyleri ve fıçı gibi bir göğsü vardı; daha çok bir midilliyi andırıyordu aslında. Ama gürbüz bir hayvandı ve oldukça dayanıklı görünüyordu. Ona benzeyen bir başka arkadaşı da temel kamp ve seyahat malzemeleriyle yüklü halde, hemen arkasından geliyordu. Bu son atı öndekine bağlayan bir ip yoktu. Kendi isteğiyle uysal bir şekilde diğerini takip ediyordu. Horace, boynunu uzatıp tepelerinde dikilen dağların en yük seğine bir göz attı. Dağın üst yarısı hâlâ kalın bir kar örtüsüyle kaplıydı; kardan yansıyan güneş ışıkları karşısında kamaşan gözlerini hafifçe kıstı. “Şuranın üstünden mi geçeceğiz demek istemiştin?” diye sordu. Hafifçe tebessüm eden Halt, oğlanı şüpheli bir ifadeyle süzdü. Ancak heybetli dağları incelemeye devam eden Horace, bunun farkına varmadı. “Üstünden değil,” dedi Orman Muhafızı.

“İçinden.” Horace, bunun üzerine düşünceli bir tavırla kaşlarını çattı. “İçinde tünel gibi bir şey mi var?” – 16 – SKANDİYA’YI KURTARMAK “Bir geçit,” dedi Halt. “Dağın içinden kıvrılıp bükülerek bizleri Skandiya’ya götürecek olan dar bir geçit.” Horace, birkaç saniye boyunca bu bilgiyi zihninde tarttı. Onun nefes alarak omuzlarını dikleştirdiğini fark eden Halt, bu hareketin beraberinde bir diğer soruyu getireceğini tahmin ediyordu. Tek başına yaşadığı ve hayatın, bitmek tükenmek bilmeyen bir soru dizisinden ibaret olmadığı eski günlerini hatırlayarak gözlerini kapattı. Ve birden garip bir şekilde, şu anki halini geçmişe tercih ediyor olduğunu anladı. Bununla birlikte, onun sorusunu beklerken istemsiz bir ses çıkarmış olmalıydı, zira Horace’ın dudaklarını kararlı bir şekilde, sıkıca kapadığını fark etti. Horace, Halt’un verdiği tepkiyi anlamıştı belli ki ve bir başka soruyla onu rahatsız etmemeye karar verdi. Şimdilik. Ki bu da Halt’u garip bir açmaza sokmuştu. Çünkü kendisini Horace’ın sorusunu merak etmekten alıkoyamıyordu. Rahatsız edici bir boşluk hissetti içinde. Aldırmamaya çalıştı ancak bu konu, aklından bir türlü çıkmıyordu.

Öte yandan Horace, bir kerelik olsun karşı koyamadığı soru sorma ihtiyacını bastırmış gibi duruyordu. Halt bir iki dakika bekledi ama koşumların şıkırtısıyla eyer lerden gelen gıcırtılar dışında ses çıkmıyordu. Eski Orman Muhafızı, sonunda daha fazla dayanamadı. “Ne?” Soru kelimesi, istemeden çıkmış gibiydi ağzından. Gafil avlanan Horace’ın atı, korkuyla irkilerek yana kaçtı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir