Gundar Hardstriker*, elinde tuttuğu ince, uzun ve tütsülen – S miş kaba et parçasını kederli bir ifadeyle ısırdı. Ağaçların arasına kurulu kaba barınakların altına sığışan tayfaları, sessizce aralarında konuşup yemek yiyor ve buz gibi hava karşısında alabildikleri tek önlem olan küçük, dumanı tüten ateşlerin etrafına dizilerek ısınmaya çalışıyorlardı. Kıyıya yakın kesimlerde kar, genellikle gün ortasında buz gibi bir sulu sepkene dönüşüyor, akşamüstü yeniden donuyordu. Tayfalarının bir çıkış yolu bulması için ona bel bağladıklarının farkındaydı. Öte yandan, kısa bir süre sonra onlara bir çözüm bulamadığını söylemek zorunda kalacağını da biliyordu. Gemileri, onlara hiçbir kaçış umudu bırakmadan Araluen’de karaya oturmuştu. Elli metre ötedeki Kurt Bulutu, nehrin kıyısına yan yatmış durumdaydı. Gundar, uzakta da olsa denizci gözleriyle gövdenin üçte biri boyunca uzanan hafif kabartıyı seçebiliyordu * İng. Taşçatlatan. (Ç.N.) ~ 1 ~ JOHN FLANAGAN ve manzara, içinin acımasına yol açıyordu. Skandiyalılar, gemilerini neredeyse canlı bir varlık, benliklerinin bir uzantısı, varlıklarının bir ifade şekli gibi görürdü. Gemisi artık mahvolmuş, omurgası tamir edilemeyecek şe – kilde hasar görmüş ve gövdesi yamulmuştu. Kış mevsiminin acı soğuğu hissedilmeye başladıkça, yakacak odun görevi görmekten başka bir işe yaramayacaktı. O ana dek gemiyi boşalt ma fikrini aklından uzaklaştırıp durmuştu ama artık daha fazla bekleyemeyeceğinin farkındaydı. Hem daha sağlam kulübeler inşa etmek hem de yakacak olarak kullanmak üzere ahşaba ihtiyaç duyacaklardı. Ancak gemisi, gövdesindeki şu lanet olası kesiğe rağmen hâlâ bir gemiye benzediği sürece, bir Skandiya kaptanı olmanın gururunu az da olsa taşımaya devam edebiliyordu Gundar. Yolculuk, baştan sona tam bir fiyaskoydu, diye geçirdi aklından hüzünle. Araluen’den uzak durmuş ve Galya ile İberya’daki kıyı köylerini yağmalamak üzere yola çıkmışlardı. Skandiya Yüce Kontu’nun Araluen Kralı ile imzalamış olduğu anlaşma nedeniyle o günlerde Araluen kıyıları nadiren yağmalanıyordu. Aslında baskın yapmaları yasaklanmış değildi. Ancak Yüce Kont Erak’ın buna karşı olduğu biliniyordu. Bir kaptanın Erak’ı karşısına almak için ya çok budala ya da son derece gözü kara bir kişi olması gerekiyordu. Ancak Gundar ve adamları, Dar Geçit’e ulaşan baskın filosunun gerisinde kalmışlardı. Ayak bastıkları köyler ya boşaltılmıştı -erken davranan gemiler tarafından yağmalanmışlardı- ya da geldiklerini öğrenen köylüler önlemlerini almıştı. Çetin dövüşler sonucunda yedi adamını kaybetmişti; elinde de kaybını telafi edecek hiçbir şey bulunmuyordu. Nihayet, son KUŞATMA ALTINDA çare olarak, adamlarıyla kışın kuzeye yapacakları uzun yolculuk sırasında hayatta kalmalarını sağlayacak miktarda erzak elde etmek üzere Araluen’in güneydoğu açıklarındaki adaya ayak basmışlardı. Olanları düşününce, acı acı gülümsedi. Yolculuklarının onu tatmin eden bir kısmı varsa, o da burası olmuştu. Karınlarını doyurmak için çaresizce savaşıp daha fazla adam kaybetmeye hazır olan Skandiyalılar, genç bir Orman Muhafızı tarafından karşılanmışlardı. Birkaç yıl önce Temuçilere karşı verilen savaşta Erak’m yanında savaşmış olan çocuktu bu. Orman Muhafızı, karınlarını doyurmayı teklif ederek onları hayrete düşürmüştü. Hatta o gece onları, yörenin ileri gelenleri ve eşleriyle birlikte bir ziyafete davet etmişti. Yemeğe dair hatıralarını, kaba ve özensiz gemicilerinin terbiyeli birer beyefendiye dönüşerek masadakilerden eti uzatmalarını ya da kupalarına biraz daha bira konmasını rica ettikleri anları hatırladığında Gundar’ın tebessümü yüzüne yayıldı. Adamakıllı küfürler savurmaya, ateşte çevirdikleri yaban domuzlarının etlerini çıplak elleriyle koparmaya ve biralarını dosdoğru fıçıdan içmeye alışık olan adamlardı bunlar. Kibar sosyetiklerin arasına karışma çabaları, Skandiya’ya dönmelerini takiben günlerce anlatılacak olan muazzam hikâyelerin temelini oluşturacaktı. Gundar’in tebessümü kayboldu. Skandiya’ya döndükten sonra mı? Skandiya’ya nasıl döneceklerine dair hiçbir fikri yoktu ki. Dönüp dönemeyeceklerini bile bilmiyordu. Seacliff Adası’ndan karınları doymuş ve yolculuk için erzak elde etmiş olarak ayrılmışlardı. Hatta Orman Muhafızı, yolculuktan yanlarına küçük bir kâr kalsın diye onlara bir köle bile hediye etmişti. – 9 – JOHN FLANAGAN Kölenin adı Buttle’dı. John Buttle. Adam hırsızın, katilin tekiydi ve Araluen’deki varlığı, Orman Muhafızı açısından potansiyel bir tehlike teşkil ediyordu. Genç adam, Buttle’ı köle olarak Skandiya’ya götürmesini rica ederek Gundar’a büyük bir iyilik yapmıştı. Deniz kurdu da doğal olarak teklifi kabul etmişti. Buttle, güçlü kuvvetli bir adamdı; eve döndüklerinde iyi para edeceği kesindi. Eve döndüklerinde. Hallasholm’ü bir daha görebilecekler miydi acaba? Muhtemelen Gözcü Noktası’na az bir mesafe kala yoğun bir fırtınaya yakalanacak, güneye ve batıya sürükleneceklerdi. Araluen kıyılarına yaklaştıklarında, Gundar, Buttle’ın zincirlerinin çözülmesini emretmişti. Rüzgârın çetin estiği bir kı – yıya doğru yol alıyorlardı ki, bu durum tüm denizcileri dehşete düşürürdü. Gemilerinin fırtınadan tek parça halinde çıkması, mucize olacaktı. Köle de olsa Buttle’a da bir şans tanımalıyız, diye geçirmişti aklından Gundar. Kurt Bulutu görünmez bir kayalığa çarptığında çıkan çatırtı sesi, hâlâ kulaklarındaydı. Sesi ilk duyduğunda, sanki kendi belkemiği çatlıyormuş gibi hissetmişti; geminin acı içinde inlediğine yemin edebilirdi. Geminin dümen hareketlerine verdiği yavaş tepkilerden ve dalga çukurlarının tepesindeki bel verircesine konumundan, omurgasının çatladığını hemen anlamıştı. Birbirini izleyen dalgalarla, gövdedeki çatlak da giderek derinleşiyordu. Geminin ikiye ayrılıp batması an meselesiydi artık. Ancak Kurt Bulutu dayanıklı bir gemiydi ve öylece uzanıp ölümü kabullenmeye hazır değildi henüz. Sonra birden, sanki felakete uğrayan geminin yiğitliğiyle – 10 – KUŞATMA ALTINDA fırtınadan bitkin düşmüş tayfanın harcadığı çabaya karşılık verilen ilahi bir mükâfat gibi, kayalık kıyı şeridindeki boşluk, hemen önlerinde genişleyen nehir girişi gözüne çarpmıştı. Gundar, rüzgârda bir oyuncak gibi sallanan gemisini hemen o tarafa yönlendirmiş ve nehrin korunaklı suyuna girmeyi başarmıştı. Rüzgâr ve azgın dalgaların hızı kesilirken, adamları da yorgunluktan kürekçi bölmelerine yığılıp kalmıştı. Buttle da eline geçen fırsatı değerlendirmiş, tayfalardan birinin kemerinden kaptığı bıçakla adamın boğazını kesivermiş – ti. Bir diğer kürekçi onu durdurmaya çalıştıysa da dengesini kaybetmiş ve Buttle onu da etkisiz hale getirmişti. Bunun ardından korkuluktan atlayarak uzakta kalan kıyıya doğru yüz – meye başlamıştı. Arkasından gitmenin hiçbir yolu yoktu. Ne tuhaftır ki, Skandiyalıların çok azı yüzme biliyordu ve gemileri de batmak üzereydi. Bir küfür savuran Gundar, Buttle’ın peşini bırakıp gemiyi kıyıya çıkarabilecekleri bir nokta aramaya odaklanmak zorunda kalmıştı. Hemen önlerindeki dönemecin ardından amaçlarına uygun, çakılla kaplı dar bir sahil bulmuş ve Kurt Bulutu’nu o tarafa yönlendirmişlerdi. Gundar, omurganın bel verdiğini o an fark etmişti. Son ana dek tayfaları güvenle taşıyan gemi artık daya – namamış, ayaklarının altında sessizce ölümü kucaklamıştı. Tökezleyerek kıyıya çıkmış ve ağaçların arasında kamp kurmuşlardı. Gundar, fazla dikkat çekmemelerinin yararlarına olacağını düşünmüştü. Ne de olsa, gemileri olmadan kaçış yollan tıkalıydı ve ne bölgedekilerin onlara verecekleri tepkiye ne de karşılarına kaç silahlı adam çıkarabileceklerine dair bir fikri vardı. Skandiyalılar savaştan asla kaçmazdı, ancak bu topraklarda sıkışıp kalmışken, karşılanndakileri kışkırtmaları aptalca olurdu. – 11 – JOHN FLANAGAN Orman Muhafızı sağ olsun, yeterince yiyecekleri bulunuyordu. Bu karmaşadan bir çıkış yolu bulmak için zamana ihtiyacı vardı. Belki de, havalar düzeldiğinde Kurt Bulutu’mın tahtalarından kendilerine küçük bir tekne inşa edebilirlerdi. Bir türlü karar veremeyen Gundar, iç geçirdi. O, gemiyi yönetmesini biliyordu, inşa etmesini değil. Küçük kamp boyunca bakındı. Buttle’m öldürdüğü iki adamı, oturduğu açıklığın gerisindeki küçük tepeye gömmüşlerdi. Skandiyalılar arasında adet olduğu üzere bir cenaze ateşi bile yakamamışlardı. Gundar, adamların ölümünden kendisini sorumlu tutuyordu. Ne de olsa, tutuklunun serbest bırakılması emrini veren kişi oydu. Başını iki yana sallayarak, “Şu John Buttle’a lanet olsun,” diye mırıldandı kendi kendine. “Onu zincirleriyle birlikte güverteden aşağı atmalıydım.” “Sanırım seninle aynı fikirde olabilirim,” dedi arkasından bir ses. Ayağa fırlayan Gundar, kendi etrafında dönüp elini kemerindeki kılıcına götürdü. “Thurak’ın dikenleri adına!” diye bir çığlık attı. “Sen de nereden çıktın be?” Siyah beyaz benekleri bulunan, garip bir pelerine sarılı tu haf siluet, birkaç metre arkasındaki ağaç kütüğünün üstünde oturuyordu. Kınından yarı yarıya çıkardığı kılıcı kararsızca tutan Gundar, önünde beliren şekle yakından bir göz attı. Kadim bir ormandaydılar, etraf karanlık ve ürkütücüydü. Karşısındaki, belki de bölgeyi koruyan bir ruh ya da hayaletti. Pelerinin üstündeki şekiller, o izlerken parıldayıp değişiyor gibiydi; Gundar. gözlerini kırpmak zorunda kaldı. Zihninin derinlik KUŞATMA ALTINDA lerinde bir anı canlanmıştı. Daha önce de bu tür bir şeye şahit olduğunu hatırladı. Konuşmaları duyan adamları da etraflarına toplanmaya başlamıştı. Ancak pelerinli, kukuletalı siluet onları da endişelendiriyordu. Gundar, adamlarının arkasında kalmaya özen gösterdiklerini ve ondan öncülük etmesini beklediklerini fark etti. Siluet ayağa kalkınca Gundar da geriye doğru istemsizce yarım adım attı. Hemen sonra, kendi kendine öfkelenerek öne doğru hareketlendi. Sert bir sesle konuşmaya başladı. “Eğer bir hayaletsen,” dedi, “amacımız sana saygısızlık etmek değil. Eğer değilsen, bana kim olduğunu söyle, yoksa çok yakında bir hayalete dönüşeceksin.” Yaratık, nazik bir kahkaha attı. “İyi konuştun, Gundar Hardstriker, gerçekten de iyi konuştun.” Gundar, vücudundaki tüylerin diken diken olduğunu hissetti. Nazik bir ses tonuyla konuşuyordu ama bir şekilde bu… şey… onun adını biliyordu. Doğaüstü bir güç söz konusu olmalıydı. Siluet, ona yaklaşarak kukuletasını geriye itti. “Hadi ama Gundar, beni tanımadın mı?” dedi neşeyle. Skandiyah’mn hatıraları, bir anda canlanıverdi. Kesinlikle pejmürde bir hayalet değildi karşısındaki. Koyu kahverengi gözleri ve otuz iki dişini birden gösteren ağzıyla, insanı şaşkına çeviren karmaşıklıktaki saçlarıyla genç bir yüzü vardı. Tanıdık bir yüz. Gundar birden, pelerinin üstünü kaplayan o garip, değişken şekilleri daha önce nerede görmüş olduğunu hatırlayıverdi. – 13 – JOHN FLANAGAN “Will Treaty!*” diye bir çığlık kopardı şaşkınlıkla. “Gerçekten de sen misin?” “Ta kendisi,” diyen Will, öne çıkarak elini uzattı. Gundar onun elini yakaladı ve sıktı. Doğaüstü bir orman yaratığıyla karşı karşıya olmadığı için rahatlamıştı ama yine de sert bir tokalaşma olmamıştı. Arkasındaki tayfaların bu gelişme karşısında kopardıkları gürültüyü duyabiliyordu. Onların da kendisi gibi rahatlamış olduklarını tahmin etti. Bakışlarını Skandiyalı- ların üzerinde gezdiren Will, gülümsedi. “Burada tanıdık bazı yüzler var,” dedi. Savaşçıların bir, iki tanesi seslenerek çocuğu selamladı. Will, adamların yüzlerini inceledikten sonra hafifçe kaşlarını çattı. “Ulf Oakbender’ı** göremedim?” dedi Gundar’a dönerek. Doğulu Süvariler’e karşı verilen savaşta yer alan Ulf, Seacliff Adası’nda da Will’i tanıyan ilk kişi olmuştu. Şu ünlü ziyafette yan yana oturmuş ve savaştan söz etmişlerdi. Will, Gundar’ın yüzünün acıyla gölgelendiğini fark etti. “Buttle denen şu yılan tarafından öldürüldü,” dedi Gundar. Will’in tebessümü kayboldu. “Bunu duyduğuma üzüldüm. İyi bir adamdı.” Skandiyalıların hayatım kaybeden yoldaşlarının hatırasını andıkları bir sessizlik anı yaşandı. Ardından Gundar, arkalarında kalan kamp alanını işaret etti. “Bize katılmaz mısın?” dedi. “Tuzlanmış etimiz ve güneydeki cömert bir adadan hediye verilen berbat bir biramız var.” Skandiyalfnm alaylı sözleri karşısında sırıtan Will, önden * îng. Arabulucu. (Ç.N.) ” İng. Meşebükücü. (Ç.N.) KUŞATMA ALTINDA giden Gundar’ın peşine takddı. Tayfaların arasından geçerken, uzanıp bazıları ile tokalaştı. Tanıdık bir yüz görmeleri ve o yüzün bir Orman Muhafızı ’na ait olması tayfaları umutlandırmış, içinde bulundukları durumdan kurtulabileceklerini düşünmeye başlamışlardı. Will, kurt gemisinin kare şeklindeki kocaman ana yelkeniyle oluşturulan barınağın altına, ateşlerden birinin başında bulunan bir kütük parçasına oturdu. Ona uzatılan bira maşrapasını aldı ve etrafındaki adamlarla tokuşturarak keyifle içti. “Eee, Will Treaty,” dedi Gundar, “seni buraya getiren nedir?” Will, etrafını saran sakallı, sert suratlara baktı ve adamlara gülümsedi. “Savaşacak adam anyorum,” dedi. “Bir şatoyu yağmalayacağım ve sizin bu konuda tecrübeli olduğunuzu duydum.” – 15 ~ oru renkli, bakımlı bir savaş atıyla binicisi, yanında akan dere boyunca uzanan dar patikada ilerliyordu. Binicisi – nin dikkatle sürdüğü atın toynak sesleri, kalın kar tabakasında D boğ uluyordu. Kalın ve yumuşak kar örtüsünün, altında suya düşmelerine neden olabilecek kaygan bir buz tabakası sak- layıp saklamadığını anlamanın bir yolu yoktu. Ağzına kadar yumuşak, parça parça buzla kaplı dere tembel tembel akıyor, tamamen buz kesmesi için çaba harcayan soğuk karşısında ye – nilginin kaçınılmaz olduğu bir mücadele veriyordu. Suya bir göz atan süvari, hafifçe ürperdi. Düşmesi halinde, üstündeki kalın zincir gömlek ve silahlarının ağırlığı nedeniyle kurtulma şansı çok düşük olacaktı. Boğulmasa bile dondurucu soğuk nedeniyle hayatım kaybedeceği kesindi. Bineğinden ve teçhizatından bir savaşçı olduğu anlaşılıyordu. Dipçiğini sağ üzengisinin üzerindeki oyuğa oturttuğu, dişbudak ağacından yapılma, üç metrelik bir kargı taşıyordu. Sol tarafında bir kılıç asılıydı ve eyer topuzunun üzerine de koni biçimli bir miğfer atılmıştı. Zincirli zırhtan gömleğinin başlığım geriye atmıştı.
John Flanagan – Gölgelerin efendisi 6 – Kuşatma Altında
PDF Kitap İndir |