John Flanagan – Gölgelerin efendisi 7 – Fidye

Gece yarım ayın yarattığı ışık ve gölgelerin bir parçası ha line gelen davetsiz misafir, hafif esintiyle kımıldayan ağaç ve bulutlara karışmıştı sanki. Nöbet noktası, devasa şatoyu çevreleyen surların ötesindeki dış kordonda, güneydoğudaki kulenin yakınlarındaydı. Nöbetçinin arkasında kalan hendekteki su, rüzgârla hafifçe dalgalanıyor ve yıldızların karanlık suyun üstüne binlerce ışık noktacığı halinde yansımasına neden oluyordu. Nöbetçinin karşısında ise şatonun etrafını sarmalayan, içi meyve ağaçlarıyla dolu, bakımlı ve geniş yeşil bir arazi bulunuyordu. Şatodan uzaklaştıkça zemin, hafif bir eğim kazanıyordu. Bahçenin içi, birinin ya da bir çiftin gözlerden ve yakıcı güneş ten uzak, gölgesinde oturup dinlenebileceği ağaçlar ve kuytu yerlerle doluydu. Ancak ağaçların uzun ve sık olmamaları, geniş bir saldırı gücünü gizleyemeyecek kadar açık arazi bulun – 7 – JOHN FLANAGAN masını sağlıyordu. Her an saldırıya uğrama tehlikesiyle karşı karşıyaydılar. Bu nedenle güvenlikle insanların mahremiyet ve dinlenme ihtiyacı arasında iyi bir denge sağlanmıştı burada. Nöbet noktasının otuz metre solunda, geniş bir ağacın ke sik kütüğüne eklenmiş eski bir araba tekerleğinden ibaret bir piknik masası bulunuyordu. Masanın etrafına birkaç basit sıra yerleştirilmiş, yan tarafına ise öğleyin masaya gölgesi düşsün diye küçük bir ağaç dikilmişti. Şövalyelerle hanımlarının en sevdikleri piknik yeri burasıydı. Uzaklardaki ormanın karanlık kıyılarına kadar uzanan eğimli ve güzel, yemyeşil bir manzarası vardı. Her mevsim güneş alan bir noktaya yerleştirilmişti; tabii güneş gökte parladığı sürece. Davetsiz misafir, masanın bulunduğu tarafa doğru ilerliyordu.


Koyu silüet, masanın kırk metre uzağındaki küçük ağaç grubunun gölgesine karışarak yüz üstü yere uzandı. Hedefine son bir bakış attıktan sonra, bir yılan gibi kıvrılarak gölgelerin içinden çıktı ve korunaklı masaya doğru hareketlendi. Son derece özenli ve yavaş adımlarla ilerliyordu. Ani bir harekette bulunması halinde nöbetçinin onu fark edeceğini bilen, eğitimli bir izci olduğu ortadaydı. Yeşillikleri aşarken bulutların gölgeleriyle aynı anda hareket ediyor, kısa çimlerin üzerinde fark edilmeden ilerliyor, hareket halindeki bir diğer bulut gölgesini andırıyordu. Görülmemesini, koyu yeşil renkteki giysilerine de borçluydu. Siyahlara bürünmüş olsa, aşırı koyu gölgesi dikkat çekecekti. Oysa koyu yeşil, çimlerin ren- giyle mükemmel uyum sağlıyordu. Masayla arasındaki mesafeyi geçmek, on dakikasını aldı. Hedefine varmasına birkaç metre kala, nöbetçi bir hareketlen FİDYE me sezmişçesine -ya da içgüdüsel bir dürtüyle- irkildi. Bunun üzerine koyu silüet, olduğu yerde donakaldı. Ancak dönüp masadan yana bir göz atan asker, birkaç metre ötedeki koyu, hareketsiz silüeti fark etmedi bile. Nihayet tehlikeli bir durum olmadığına karar veren nöbetçi, başını sallayıp ayaklarını yere vurduktan sonra önce sağa sonra sola doğru birkaç adım attı ve mızrağını sol eline alarak diğeriyle yorgun gözlerini ovuşturdu. Yoruldum ve çok sıkıldım, dedi kendi kendine, bir şeyler gördüğümü sanmam çok doğal. Esneyen nöbetçi, ağırlığını tek ayağına verip arkasına yas landı ve yüzünü ekşiterek derin bir nefes aldı.

Bu gevşek gö rüntüsü, gündüz nöbetinde olsa yanına kâr kalmazdı. Fakat saat gece yarısını geçmişti artık ve nöbetçi çavuşun bir saat boyunca gelip onu kontrol edeceği yoktu. Nöbetçi rahatlarken, karanlık siluet de son birkaç metreyi kat ederek masaya varmıştı. Hafifçe yükselip emekledi ve durumu gözden geçirdi. İrkilip ayaklarını yere vuran nöbetçi, masadan birkaç metre uzaklaşmıştı uzaklaşmasına, ancak yeterince uzağa gitmemişti. Davetsiz misafir, beline bağlı duran uzun, deri kayışı çözdü ve ortasında yumuşak, deri bir kese bulunan sapanı çıkardı. Keseye pürüzsüz, ağır bir taş yerleştirip hafifçe ayağa kalktı ve basit silahı geniş bir çember çizecek şekilde yavaşça savurmaya başladı. Bileğini hafifçe savurdukça giderek hızlanıyordu. Nöbetçi gecenin içinden gelen garip gürültüyü fark etmişti. Ne – redeyse duyulmayan, derin bir vızıltı şeklinde başlayan ses, adım adım tizleşip güçleniyordu. Sesin şiddetindeki değişim öylesine – 9 ~ JOHN FLANAGAN yavaştı ki, onu tam olarak ne zaman fark ettiğini anlayamıyordu. Bir tür haşere gibi bir ses çıkarıyor, diye düşündü… belki de bir eşekansıydı. Gürültünün geldiği yönü anlamakta zorlanıyordu. Birden aklına bir şey geldi. Nöbetçilerden biri, birkaç gün önce benzer bir ses duyduğundan söz etmişti.

Bunun bir… GÜM! Görünmez bir mermi, aniden mızrağının ucuna çarptı. Darbenin etkisiyle gevşek tuttuğu silah, elinden kurtulup fırladı. Adamın eli içgüdüsel bir şekilde kılıcının kabzasına gitti. Sol tarafından, masanın arkasından ince bir silüet belirdiğinde, kılıcım kınından kısmen çıkarmıştı. Davetsiz misafir san saçlarını gizleyen koyu renkli kukule tasını geriye atınca, alarm vermek için koparmaya hazırlandığı çığlık, adamın boğazında donup kaldı. “Sakin ol! Benim,” dedi yabancı. Sesinden, durumdan bü yük keyif aldığı anlaşılıyordu. Karanlığın içinde çınlayan kahkahaları ve kendine özgü sarı saçları, otuz metre uzaktan bile davetsiz misafirin Araluen Krallığı’nın prensesi Cassandra olduğunu ortaya koyuyordu. – 10 – 4 6T~> u durum artık bir son bulmalı, Cassandra,” dedi Dun – J_Jcan. Prenses, babasının öfkeli olduğunu görebiliyordu. Ofisin de, masasının gerisinde volta atmasından değilse bile ona Cassandra demesinden belliydi bu. Babası ona genelde Cass ya da Cassie diye seslenirdi. Kızının adının tamamını ise yalnızca ona çok sinirlendiğinde kullanırdı. Ki bugün de çok sinirliydi Kral. Bütün sabah çalışması gerekecekti.

Çalışma masasının üstü, dilekçe ve karar tutanakla rıyla doluydu. Tötonya’dan gelen ticaret heyeti, onlara zaman ayırmasını talep ediyordu ve bunların üstüne bir de kızıyla ilgili şikâyetlerle uğraşmak zorunda kalmıştı. Cassandra, ellerini avuçları yukarı bakacak şekilde öne doğru uzattı. Can sıkıntısıyla mahcubiyetini gösteren bir hareketti bu. “Baba, ben yalnızca…” “Yalnızca gece yarısından sonra bir hırsız gibi ortalıkta dolanıp masum bir nöbetçiyi takip ettin ve şu lanet olası sapanın- ~ 11 – JOHN FLANAGAN la adamcağızın ödünü kopardın! Attığın taş ya mızrak yerine o zavallıya isabet etmiş olsaydı?” “Fakat etmedi,” dedi Cassandra kısaca. “Hedefimi vurdum. Mızrağın ucunu hedeflemiştim.” Kızını sert bakışlarla süzen kral, ona elini uzattı. “Ver şunu,” dedi. Prenses onun neyi kastettiğini anlamayıp başını eğince ekledi. “Sapanı diyorum. Onu bana ver.” Konuşmadan önce kızının çenesine yerleşen kararlı ifade, Duncan’ın gözünden kaçmamıştı. “Hayır,” dedi Cassandra. Duncan’ın kaşları çatıldı.

“Bana karşı mı geliyorsun? Ben bu ülkenin kralıyım.” “Sana karşı gelmiyorum. Yalnızca sapanımı vermiyorum. Onu kusursuz hale getirmek için tam bir hafta bizzat uğraştım. Hedefimi kaçırmamak için aylardır aynı sapanla idman yapıyorum. Onu parçalayıp at diye sana veremem. Üzgünüm.” Son kelime ağzından bir an tereddüt ettikten sonra çıkmıştı. “Ben aynı zamanda senin babanım da,” diye ısrar etti Duncan. Cassandra başını sallayarak bu gerçeği kabullendiğini belli etti. “Sana saygım sonsuz. Fakat şu an öfkelisin ve sapanımı sana vermem halinde onu hiç düşünmeden parçalayacaksın. Öyle değil mi?” Hayal kırıklığıyla başını sallayan Duncan, sırtını kızına dönüp pencereden baktı. Kralın yeşilliklere bakan, geniş, hava dar ve aydınlık çalışma odasındaydılar. “Karanlıkta ortalıkta dolanıp nöbetçileri avlamana izin ve – remem,” dedi.

Sapan konusunda çıkmaza düştüklerini fark – 12 ~ FİDYE ederek saldırı taktiğini değiştirmeye karar vermişti. Kızının ne kadar inatçı olabileceğini biliyordu. “Adamlara ayıp oluyor,” diye devam etti. “Bu hakkın- daki üçüncü şikâyet. Artık senin şu saçma oyunlarından sıkılmaya başladılar. Nöbetçi çavuşu, bugün benimle görüşmek istediğini bildirmiş. Neler söyleyeceğini şimdiden tahmin edebiliyorum.” Dönüp kızıyla yüz yüze geldi. “Beni çok zor bir duruma düşürdün. Çavuştan özür dilemem gerekecek. Bunun ne kadar utanç verici bir durum olduğunu anlıyor musun?” Kızının öfkeli ifadesi, biraz yumuşamış gibiydi. “Özür dilerim babacığım,” dedi Cassandra. Babasının resmi tavrını taklit ediyordu. Normalde Duncan’a yalnızca “Baba,” diye hitap ederdi. Ancak bugün “Cassandra” ve “Babacığım” olmuşlardı.

“Ama inan bana, bu saçma bir oyun falan değil. Yapmam gereken bir şey.” “Nedenmiş?” diye sordu Duncan öfkelenerek. “Tanrı aşkına, sen budala bir hizmetçi kız değil, Kraliyet Prensesisin! Seni korumak için görevlendirilmiş yüzlerce askerin bulunduğu bir şatoda yaşıyorsun! Neden karanlıkta hırsızlar gibi dolanıp ya sadışı bir avcının kullanacağı türden bir silahla idman yapma gereği duyuyorsun ki?” “Baba,” dedi Cassandra resmiyeti bir kenara bırakarak, “şimdiye kadar yaşadıklarımı bir düşünsene. Keltika’da Wargallar tarafından kovalandım. Refakatçilerim öldürüldü ve kıl payı kurtuldum. Ardından Morgarath’ın ordusu tarafından tutsak edildim. Skandiya’ya sürüklendim ve hayatımı dağlarda sürdürmem gerekti. Orada açlıktan ölebilirdim. – 13 – JOHN FLANAGAN Ardından da büyük bir savaşa karıştım. Sözünü ettiğin o yüzlerce muhafız, beni o süre zarfında hiç koruyamadılar, buna ne diyorsun?” Duncan, öfkeyle bir el hareketi yaptı. “Şey, olabilir. Fakat…” “Şunu kabul edelim,” diye devam etti Cassandra, “tehlikeli bir diyarda yaşıyoruz ve Kraliyet Prensesi olarak düşmanları mızın hedefinde yer alıyorum. Kendimi savunabilmek istiyo rum. Başkalarına muhtaç kalmak istemiyorum.

Hem…” Tereddüt etti. Duncan kızını dikkatle inceliyordu. “Hem ne?” diye sordu Kral. Cassandra, daha fazlasını söyleyip söylememekte kararsız gibiydi. Bir an sonra derin bir nefes alarak sözlerine devam etti. “Kızın olarak, gün gelecek sana yardımcı olmam -iş yükünün bir kısmını sırtlanmam- gerekecek.” “İyi ama bunu zaten yapıyorsun ya! Geçen haftaki ziyafet ne kadar başanlıy…” Cassandra boş ver dercesine elini salladı. “Ziyafetlerden, devlet törenlerinden ya da bahçedeki pikniklerden söz etmi yorum. Önemli meseleleri kastediyorum; senin adına diplomatik görevlere çıktığım, anlaşmazlıkları çözmek üzere senin temsilcin olarak hareket ettiğim durumları. Bir oğuldan yerine getirmesini bekleyeceğin görevleri.” “Ama sen benim oğlum değilsin ki,” dedi Duncan. Cassandra’nın yüzüne kederli bir tebessüm yerleşti. Babasının onu çok sevdiğini biliyordu. Ama yalnızca babası değil, tüm krallar yüklerini omuzlarından alacak bir oğul isterlerdi; bunun da farkındaydı. – 14 – FİDYE “Baba, ben bir gün kraliçe olacağım,” dedi.

Ardından “Uma rım çok yakında değil,” diye ekledi aceleyle. Duncan da tebessüm ederek bu dileği paylaştığını belli etti. “Ama olduğumda, bunların hepsini tek başıma yapmam gerekecek ve öğrenmeye başlamak için artık çok geç olacak.” Duncan, birkaç saniyeboyuncakızını inceledi. Cassandra’nın güçlü bir iradesi olduğunun farkındaydı. Cesur, yetenekli ve zeki bir kızı vardı. Kararlan ve zor işleri başkalarına bırakacak kukla bir yönetici olmayacaktı kesinlikle. “Sanırım haklısın,” dedi sonunda. “Kendini kollamasını öğrenmen gerek. Ama Sör Richard sana kılıç kullanmasını öğretiyordu. Sapana -ve gizlice kalenin içine süzülmeye – neden ihtiyaç duydun ki?” Genç ve soylu hanımların kılıç kullanma eğitimi almaları, alışılmamış bir uygulama değildi. Cassandra da onun için özel olarak dövülmüş hafif bir kılıçla birkaç aydan bu yana Yar dımcı Savaş Ustası’ndan ders alıyordu. Yüzünde acı dolu bir ifadeyle babasına döndü. “Fena kılıç kullanmıyorum,” diye itiraf etti. “Ama ağır silahlı bir rakip karşısında kendimi koruyabilmem için gerekli ustalığa asla ulaşamayacağım.

Yay için de aynı durum geçerli. Doğru düzgün bir okçu olabilmek için yıllarca idman yapmak gerekiyor ve benim o kadar zamanım yok. “Sapan, aşina olduğum bir silah. Kullanmasını çocukken öğrenmiştim. Skandiya’da hayatta kalmamı da sapanıma borçluyum. Bu nedenle ana silahımın sapan olmasına karar verdim. İyice ustalaşmcaya kadar temel becerilerimi geliştireyim diyordum.” – 15 – JOHN FLANAGAN “Bu dediğini atış sahasında da yapabilirsin. Nöbetçilerimi korkutmana gerek yok,” dedi Duncan. Cassandra, özür dilercesine gülümsedi. “Askerlere haksızlık ettiğimi kabul ediyorum. Ama Geldon, en iyi idmanın, şartların gerçeğe en yakın olduğu durumlarda yapıldığını söyledi.” “Geldon mu?” Duncan’m kaşları çatılmıştı. Geldon, Ara- luen Şatosu’ndaki dairesinde yaşamakta olan emekli bir Orman Muhafızı’ydı. Arada sırada Orman Muhafızları Birliği Komutanı Crovvley’ye danışmanlık yapardı.

Niyetlendiğinden fazlasını açık ettiğini anlayan Cassandra’nın yüzü, birden kıpkırmızı kesildi. “Görülmeden hareket etmek konusunda ondan birkaç tavsiye istemiştim de,” diye ekledi aceleyle, “ama seni temin ederim ki sapandan haberi yok.” “Onunla sonra konuşurum,” dedi Duncan, gerçi kızının ger çeği söylediğinden kuşkusu yoktu. Geldon, kızını böylesine sorumsuz idman yöntemlerine teşvik edecek kadar budala biri değildi. Kral, sandalyesine oturup öfkesinin dinmesi için birkaç saniye derin derin nefes aldıktan sonra daha makul bir ses tonuyla devam etti konuşmaya. “Cass, bir düşünsene. Bu yaptığın antrenmanlar nedeniyle belki de kendini, hatta şatoyu tehlikeye atıyorsun.” Neden söz edildiğini anlamayan Cassandra, başını hafifçe eğip gözlerini babasına dikti. “Neler çevirdiğini artık nöbetçiler de bildiğine göre, surla rın dışında fark ettikleri kımıltılara ya da kulaklarına çarpan – 16 – FİDYE hafif gürültülere aldırış etmeyecekler. Gecenin içinde süzülmekte olan bir karaltı gördüklerinde, onun sen olduğunu düşü necekler. Peki ya bir casus şatoya girmeye çalışıyorsa? Durum nöbetçinin ölümüyle sonuçlanabilir. Böyle bir vicdan azabı çekmek ister miydin?” Duydukları hakkında düşünen Cassandra, başını öne eğdi. Babasının haklı olduğunu anlamıştı. “Hayır,” dedi alçak sesle. “Tam tersi de olabilir tabii.

Bu gecelerden birinde, şatoya gizlice girmekte olan karaltıyı fark eden bir nöbetçi, bunun Kraliyet Prensesi olduğunu fark edemeyebilir. Kazara kendini öldürtebilirsin de.” Kız, itiraz etmek için ağzını açtı ama Duncan elini kaldırıp onu susturdu. “Yeteneklerin sayesinde böyle bir şeyin asla olmayacağını düşündüğünü biliyorum. Peki seni öldüren adama ne olacağını düşünsene. Onun böyle bir vicdan azabı çekmesini ister miydin?” “Sanırım istemezdim,” dedi Cassandra. Somurtmaya başlamıştı. Kızının dersini aldığına hükmeden Duncan, başını sal ladı. “Öyleyse bu tehlikeli oyunlara bir son vermeni istiyorum senden.” Bir kez daha itiraza yeltenen kızma fırsat vermeden konuşmaya devam etti. “Antrenman yapman gerekiyorsa, bırak da Geldon senin için uygun bir plan hazırlasın. Sana yardım etmeye can attığına eminim. Bir avuç uykulu nöbetçiye kıyasla onun yanından görülmeden geçmen, çok daha zor olacaktır.”

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir