John Harvey – Kotu Muamele

“Bunu yapacak mıyız?” diye sordu Grice. Soğuk daha şimdiden iliklerine işlemeye başlamıştı. Ocak ayından, yoğun bir kin duygusuyla nefret ederdi. Grabianski gündüzleri normalden yumuşak olursa geceleri de böyle olur diye düşündü. “Bir dakika” deyip garaja doğru yürüdü. İri yarı bir insana göre şaşırtıcı bir çeviklik vardı yürüyüşünde. Bir emlakçının geniş açılı objektifinden bina bir konak olarak görülebilirse de, Grice’in çakıl döşeli araba yolunun başında durduğu yerden bakılınca, kentin güney kesiminde büyükçe bir ev denilebilirdi. Gündüz olsaydı havaya dayanıklı krem rengi boyanın bu yaz mı yoksa geçen yaz mı sürüldüğü belli olabilirdi; taklit ahşap kerestelerin kabukları ağır bir egzama vakası gibi yer yer dökülmeye başlamıştı. Kapının iki yanında fıçılar içinde minyatür çam ağaçları yükselmekteydi. Üç basamağı çık ve zili çal. Grice birinin evine zili çalarak en son ne zaman girdiğini hatırlamaya çalıştı. “Eee?” Elleri ceplerinde olan Grabianski omuzlarını silkti. “Yani?” dedi Grice. “Arka koltuk, zemin, süprüntü dolu. Belki artık kullanmıyorlar.


” “Süprüntü mü?” “Gazeteler, dergiler; kâğıt mendil kutuları, çikolata ambalajları. Üç çift yüksek topuklu ayakkabı.” “Ne bekliyordun ki? Bir kadın otomobili işte.” “Ayakkabılar yüzünden mi?” “Ayakkabılar, otomobilin modeli… İkinci bir araç, bir kadın arabası. Bir erkek böyle bir şey kullanır mı?” Garajın eğik çatısına, sol tarafta burnu dışarıya çıkmış araca baktılar. “Hoşuma gitmedi” dedi Grice. “Hoşuna giden şeylerin listesi bir sigara paketinin arkasına sığar ve sağlık uyarısı için yer bile kalır” dedi Grabianski. “Otomobilin burada olmasından hoşlanmadım.” “İşe devam etmek istediğini sanıyordum.” “Ben şöyle ya da böyle bu soğuktan kurtulmak istiyorum.” “Öyleyse gidelim.” Grabianski eve doğru birkaç adım attı. “Otomobil…” dedi Grice. “Otomobil burada, bir kadın otomobili ve bu da kadının içerde olduğunu gösterir, bunu demek istiyorsun, değil mi?” “Öyle demek istediğimi varsayalım.” Grabianski başını salladı: Grice televizyonda pembe dizi izleyecek yerde kitap okumalıydı.

Akşamları felsefe-mantık kurslarına devam etmeliydi ya da. O zaman belki bir şeyler öğrenebilirdi. “Karanlıkta mı?” diye sordu Grabianski. “Ne?” “İçerde karanlıkta mı oturuyor?” “Uyuyor olamaz mı?” “Çok erken.” “Belki başı ağrıyordur.” “Ne o, birden kadının doktoru mu kesildin?” Yüksek ve bakımlı çitin öte yanında ve arkalarındaki geniş caddede ışıklar vardı; sonsuza kadar orada duramazlardı. Grice ayaklarını sürüdü. “Sence bunu yapmalı mıyız?” “Evet” dedi Grabianski. “Ve de yapacağız.” Çakıl taşlarına basmadan yolun kenarındaki çimenler üzerinde yürüdüler. Arka tarafa geçerlerken iki adam da başlarını kaldırıp duvarda yüksek bir yere tutturulmuş kırmızı, hırsız alarmı kutusuna baktılar. Maria Roy, göğüsleri suyun yüzeyini kaplayan kokulu köpükler arasında yüzsün diye arkasına uzandı. Gece lambasının soluk ışığında memeleri yumuşacık, saten görünümündeydi ve bakışları altında uçları sertleşiyordu. Harold, diye düşündü. Ama bunun bir yararı olmadı.

Parmağının ucunu hafifçe koyu renkli çevrelerine sürttü ve yeniden sertleştiklerini farkedince gülümsedi. Son bir yıl içinde seviştiğin tek yer yatak ise bu nasıl bir evlilikti? Ve o da pek seyrek olarak. “Boş verin” dedi memelerine. “Aldırmayın benim küçük torbalarım, bir yerlerde biri sizi seviyor.” Sonra küvetin içinde oturup onları son bir kere sevgiyle suya soktu. “Aldırmayın, benim küçük zavallı torbalarım.” “Bir ışık mı o?” diye Grabianski fısıldadı. “Nerede?” “Şurada. Bak. Perdenin kenarı!” “Stor o. Stor.” “Işık değil mi?” “Bir şey değil.” “Mum olabilir.” Grice arkadaşına baktı. “Belki de ruh çağırıyordun” Plastik kartın kenarını bir milimetre sola kaydırınca kapı açıldı.

Maria Roy telefona, “Neden seni aradığımı sanıyorsun?” dedi. “Ne kadar çok sevdiğimi söylemek için mi?” Üzerindeki sabahlığın altında vücudundan hafif bir talk pudrası kokusu yükseliyordu. Givenchy Gentleman: talc parfüme. Eh, Harold’un bir işe yaraması gerekirdi, değil mi? “Hayır, Harold” diye erkeğin sözünü kesti. “Oraya uçmak niyetindeyim. Şu anda sabahlığımın altında kanat çıkarıyorum.” Telefonun yanındaki daire biçimli sehpada yarım kadeh şarap vardı. Şarap dün geceden ya da ondan önceki geceden kalmaydı ve ekşimeye başlamıştı. “Elbette elle yapmaya çalıştım ama kıpırdatamadım.” Maria Roy başını çevirip sigarasının dumanını odanın ortasına doğru üfledi. Almacı yüzünden uzaklaştırmış olmasına rağmen erkeğin hiç sonu gelmeyen konuşmasını duyuyordu. “Harold…” O yine konuşuyordu. “Harold…” Ve hâlâ. “Harold, makineler sürekli arıza yapıyor. Zaman sistemi sürekli devreden çıkıyor.

Sana neden stüdyoların en kötü seslendirme odasını verdiklerini bilemiyorum. Hep aynı şey. Evet. Sana bir şeyler söylemeye çalışıyor olabilirler. Ben de sana bir şey söylemeye çalışıyorum. Banyo yaptım ve içkimi bitirince -hayır, yalnızca şarap ve ekşimiş bir şarap- giyineceğim ve otomobili garajdan çıkaramadığıma ve sen de gelip beni almayacağına göre Jerry ile Stella’ya telefon edip yollarını uzatarak beni almalarını rica edeceğim.” Kadın anlaştıkları bu noktanın kendisini rahatsız ettiğini aktaracak kadar yüksek sesle içini çekip biraz daha duman koyverdi. Aralarında yaptıkları her anlaşmanın hep böyle olduğunu açıkça ima etmeyi başarabilmişti. “Evet, Harold” dedi. “Ben de taksi diye bir şeyden sözedildiğini biliyorum. Ama aynı zamanda güle güle demesini de bilirim.” Almacı yerine bırakıp bir bağlantının böyle kolayca ve ani olarak kesilebilmesi karşısında gülümsedi. Bacaklarına değen ipekli kumaşı hışırdatarak mutfağa gidip şarabın kalanını eviyeye boşalttı. Sigarasını söndürdü, kadehi tezgâhın üzerine bırakıp bir başkasını aldı, oturma odasına döndü. Şişelerin bulunduğu tekerlekli sehpa televizyonla video kaseti, dergiler ve cep kitapları dolu rafların arasındaydı.

Harold’un, bir iki senaryoyu çalışma odası olarak kullandığı odadan buraya taşımış olduğunu görünce, geri götürmesini söylemeyi düşündü. J&B şişesini açtı, kadehi, doldurdu. O aptal garaja, aptal otomobile, Harold’la yaptığı konuşmaya rağmen banyo yaptığı için keyifliydi. Viskiden bir yudum alıp da Harold’un canı cehenneme derken kapıda duran adamı gördü. “Aman Tanrım!” Ağzına götürdüğü sol elini ısırdı ki, bu çocukluğundan beri yapmadığı bir şeydi. Midesinin duvarlarına garip şeyler oluyor, kanı başına hücum ediyordu. Bayılacağından emin olarak raflara yaslandı. Adam hâlâ aynı pozisyondaydı, kapı pervazına dayanır gibi, iriyarıydı, boyu bir seksen olmalıydı, üzerindeki lacivert elbisenin kruvaze ceketi herhalde kendisini olduğundan geniş göstermekteydi. Konuşmadan kadına bakıyordu ve gözlerinde gördüğü şeyden hoşlanmış gibi bir ifade vardı. “Tanrım!” diye mırıldandı Maria. “Aman Tanrım!” Adam konuşunca korkudan yüreği duracak gibi oldu. Onca sessizlikten sonra bu erkek sesi o kadar şaşırtıcıydı ki. Maria artık bayılmayacağım anladığına göre ne yapacağını bilemeyerek adama baktı. Zaten bir şey yapması ya da söylemesi gerekir mi, onu da bilemiyordu ya. Yapsa ya da söylese ne işe yarardı ki? “Ne düşündüğünü biliyorum.

” Maria adamın bir daha mı konuştuğunu, yoksa az önce söylediklerinin beyninde mi yankılandığını kestiremedi. “Sana bir zarar vermeyeceğiz.” Maria parmaklarını kadehin çevresinde dolaştırdı; ağzı öylesine kurumuştu ki, dili damağına yapışmıştı sanki. Zarar sözcüğü üzerinde durması gerektiğini biliyordu ama beyni biz sözcüğünü tekrarlayıp duruyordu. Biz. Maria başını çevirmemek, çevresine bakınmamak için kendini güç tuttu. Dışarı kulak verdiyse de, bir ses duyamadı. Belki de adamın öylece söylediği bir şeydi bu, onu daha fazla korkutmak için; belki de yalnızdı. Maria yutkundu. Bu daha mı iyiydi? Tek başına olması yani? Sanki aklından geçenleri okumuş gibi adamın yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi. Maria o zaman bunun adam için yeni bir şey olmadığını anladı. Adamın içi deneyimden ve uzmanlıktan gelen bir güvenle rahattı. Yoksa neden gülümseyecekti ki? Sonra merdivende ayak sesleri duydu ve söylenenin yalan olmadığını anladı. İkinci adam ötekinden kısaydı ama yine de kısa boylu değildi; üzerinde parlamaya yüz tutmuş kahverengi bir elbise vardı, kahverengi ayakkabıları eski ama cilalıydı. O da birincisinin yaşlarında görünüyordu -kırk kırk beş.

Kocası yaşında ama yaşını göstermekten çekinmeyen insanlar. Oysa kocası stüdyoya renkli yazılı eşofmanlar ve gerçek ayakkabı yerine herbiri beş kilo çeken kalın spor ayakkabılarıyla giderdi. İki adam bakıştılar, sonra yeni gelen ağır ağır yürüyüp meşin koltuğa oturdu. “Güzel yer” dedi. “Esaslı bir yer yapmışsınız.” Maria adamlara bakarken evine soygun için girdiklerini ama şimdi satın almak için bir teklif yapacaklarını düşündü: Takım elbiseli ve gerçek ayakkabılı iki adam. Ve içinde bulunduğu duruma rağmen başını geri atıp gülmeye başladı. Şimdi üçü de oturuyorlardı. Grabianski çiçek desenli kumaşla kaplı koltukta, Grice ilk oturduğu yerde. Bacak bacak üstüne atmış ve biraz da sıkıntılı bir tavırla. Maria karşılarında bir iskemlede. Grabianski’nin gözlerinde hâlâ o hafif keyifli bakış vardı ve Maria onun bacaklarına, ipekli sabahlığının kıvrımlarından içeri bakmaya çalıştığını ve altında bir şey giyip giymediğini düşündüğünü biliyordu. Bir an kendisi de çekmeceden hangi külotunu çekip giydiğini bilemedi. Ve giydiği temiz miydi acaba? Sanki bir kaza geçiriyormuş gibi. Bir kere daha gülmemek için içkisinden bir yudum daha aldı.

Aslında bu duruma da bir kaza denilebilirdi ya. “Bir içki daha ister misin?” diye Grabianski sordu. “İçki falan istemiyor” dedi Grice. “Nereden biliyorsun?” “Bu o tür bir durum değil.” “Eh, ben istiyorum.” Grabianski ayağa kalktı. Ceketinin düğmeleri açıktı ve Maria onun yaşına göre gayet formda olduğunu görüyordu; kemerini zorlayan bir göbeği yoktu. Harold ise haftada üç kere spora gider, bacaklarına bağladığı o aptal ağırlıkları kaldırırdı ama yine de göbekliydi. Şişeleri araştıran Grabianski düşkırıklığına uğramışçasına, “Votka yok” dedi. “Kusura bakmayın” diye özür diledi Maria. “Tanrı aşkına, ne oluyoruz böyle?” diye Grice itiraz etti. “Bir kadeh içki içiyoruz” dedi Grabianski. “Biz buraya soygun yapmaya geldik.” “Geçen gece konuklarımız vardı” diye anlatıyordu Maria. “Votka tükendi ve almaya fırsat olmadı işte.

” Bu adamlardan ne diye özür diliyordu ki sanki? “Önemli değil” dedi Grabianski. Güven verir bir ifadeyle kadına doğru eğildi. “Viski de iyidir.” Şişeyi kaldırdı. “İster misin?” Grice homurdanınca üç kadeh doldurdu. Kendisininki ancak bir parmak olduğu halde su katmak için mutfağa gitti. Döndüğünde diğerleri yerlerinden kıpırdamamışlardı. “Bu işi bitirecek miyiz?” diye söylendi Grice. Grabianski arkadaşına ve Maria’ya içkilerini uzattı, oturup arkasına yaslandı. “Sakin ol. Bitireceğiz nasıl olsa. Acelen ne?” Grice’in odadan çıkmasını, evi dolaşıp bir şey çalmasını isterdi. O zaman kadınla -adı ne demişti? Maria mı?- kendisi belki bir şey yaparlardı. Bacakları sanki hiç sonu yokmuş gibi yükseliyordu. O sabahlığın altına bir şey giymediğine bahse girerdi.

Giymişse de insanın avcuna sığacak bir kumaş parçası olurdu ancak. Terlemeye başladığını hissediyordu. Şu kokuya bakın hele. Ve kadın da kendisine bakıyor, aklından geçenleri okuyordu. Kendisinin ne düşündüğünü biliyordu. Maria Roy o anda belki de telefonun çalacağını düşünüyordu, Jerry ya da Cynthia ne yaptığını ya da kendilerinden bir şey isteyip istemediğini sorabilirlerdi. Ya da Harold, muhteşem Harold özür dilemek için telefon eder ve kendisini almaya geleceğini söylerdi. Ama kısa boylusu, romatizma sancısı çekermiş gibi dizini ovuşturanı telefonu fişten çekmişti. Grice ortağına, “İçkini bitir artık” dedi. “İşe başlama zamanı geldi.” Grabianski başını salladı, içkisinden bir yudum alıp ayağa kalktı. “Gidelim” dedi. Maria onun kendisine baktığını biliyordu. Ayağa kalkıp kapıya doğru yürüyen Grice, “Hayır” dedi. “Bırak da o da yardım etsin” dedi Grabianski.

“Her şeyi karıştırmaktan kurtuluruz.” “Bunu yapar mı dersin?” “Elbette. Neden yapmasın ki? Nasıl olsa alacak değil miyiz?” Maria bir an adamların gerçek olup olmadıklarını düşündü. Bu belki de Harold’un arkadaşlarının bir şakasıydı: İki işsiz aktörün oynadıkları bir Oyun. Buna altmışlı yıllarda “happening” denirdi. Bu da öyle bir şeydi işte. Ayağa kalkarken sabahlığının önü açıldı. Grabianski’nin de ağzı açık kalmıştı. Maria uzun zamandır Harold üzerinde böyle bir etki yaratmamış olduğunu düşündü. “İşte buna inanmıyorum” dedi Grice. Maria Roy ikinci viskisini de bitirip kadehi iskemleye bıraktı. “İsterseniz öne ben geçeyim” dedi. Grabianski’nin hemen arkasında olacağını ve merdiven çıkarken sabahlığının vücuduna nasıl yapıştığını biliyordu. “Bir şey daha var” dedi Grice. Mücevherler, nakit para ve kredi kartları geçen yıl Virgin Adaları’na giderken aldıkları yumuşak deri bavullardan birine doldurulmuştu.

İki kürkü Grabianski’nin sol kolundaydı. “Nedir o?” diye sordu Maria. Ama Grice’in yüzündeki ifade neden söz ettiğini bildiğini gösteriyordu. Her ikisinin de bildiklerini hissediyordu. Ama kasayı nasıl öğrenmişlerdi? Maria yatağın üzerinde diz çökmek için yastıkları kenara çekti, duvardaki Klimt tablosunu çıkartıp Grice’a verdi, o da tabloyu yüzü yere gelmek üzere yatağa dayadı. Maria şifreyi unuturum sanmıştı ama parmakları kadrana değer değmez hepsini hatırladı. Kapı dışarı doğru açılırken geri çekildi. “Boşalt” dedi Grice. Burada bir mücevher kutusu daha vardı; içinde gerçek mücevherler olan kutu, annesinden miras kalanlar ve Harold’un kendisini etkileme ihtiyacı duyduğu zaman aldıkları. Kalın lastik bantlarla sanlı iki tomar, hamiline hisse senedi. Kendisinin ve Harold’un vasiyetnameleri. Berbat bir Yunan adasında Harold’un bir kameraman arkadaşının çektiği bir video kaseti. Harold yediği o kadar zeytinden mide fesadına uğramıştı; kameraman esaslı bir erkekti ama yalnızca kamerasıyla ve bir sırığı andıran sevgilisinin Maria’nın göbeğinden tuz yalayışını filme almakla meşgul olmuştu. Maria İngiltere’ye döndüğünde sarılık kaptığını farketmişti. Grabianski elini uzatarak kaseti vermesini bekledi.

“Hepsi bu kadar mı?” diye sordu Grice. Maria başını salladı. “Hiç kaygılanma, nasıl olsa hepsini sigortadan alacaksın” dedi Grabianski. Elindeki video kasete bakıp güldü. “Bunun dışında.” “Emin misin?” dedi Grice. “Elbette” dedi Maria. Yataktan, o ana kadar gösterdiğinden fazla bir yerini göstermeden indi. Artık onları bir an önce evin dışına atmaktan başka bir şey düşünmüyordu. İki adam odadan çıkarlarken Grabianski, “Polisi çağırmadan önce tam yarım saat bekle” dedi. “Kendine bir iyilik yapmak istiyorsan onlara vereceğin eşkalimizi iyi düşün.” “İki zenci” dedi Grice. “Deri ceketli ve blucinli.” “Yüzleri maskeli.” “Kasayı açman için seni zorladılar.

” “Daha iyisi sana zorla şifreyi söyletmiş olsunlar” dedi Grabianski. “Doğru” dedi Grice. “Böylesi daha iyi.” Odaya döndü. “Nereye?” diye sordu Grabianski. “Kasadan kadının parmakizlerini sileceğim.” Maria ona bakarken dizlerinin titrediğini hissetti. Grabianski hemen yanıbaşında durmuş, en iyi kürk mantosunu okşuyordu. Grice yatağın üzerine çıkmıştı. Maria onun eldiveniyle bıraktığı izleri bozmasını izledi, sonra elini kasanın arkasına soktuğunu gördü. “Ah ah!” diye Grice ikisine dönüp Maria’ya baktı. “Yalan söylemişsin.” 2 Biri karısıyla kaçtığından bu yana Resnick emlakçılardan nefret ederdi. Ondan önce de, onları otomobil galerilerinde çalışan, solukları tütün kokan, avuçiçleri terli gençlerle bir tutar, onlar kadar nahoş bulurdu. Asmak için öylesine acele eden ama indirmek için parmaklarını bile kıpırdatmayan üç emlakçının “Satılık” tabelaları bir aya yakındır Resnick’in bahçe duvarında durmaktaydı.

Resnick sonunda küreğini alıp ikisini çıkardı ama üçüncüsünü yerinde bıraktı. Bunun East Midlands’in dört yanına kol salmış kırk sekiz şubesi yoktu ama elemanları arasında konuşabileceği bir adamı vardı. Ve o sabah da bu adam telefon edip saat sekiz buçukta bir müşteri getireceğini ve evde bulunmasının iyi olacağını bildirmişti. “Çalışan bir çift” demişti. “Aile kurmak istiyorlar, ikisi de çalıştığı için ancak sabah gelebiliyorlar. Onlardan hoşlanacağınızı sanıyorum.” Sanki kendisinin hoşlanıp hoşlanmaması çok önemliymiş gibi. Evi on iki haftadır satılıktı ve daha bir tek alıcı bile çıkmamıştı. Ev büyüktü, yeri yanlıştı, ipoteği yüksekti. Oysa ipotek oranları azalıyordu, fiyatlar düşmekteydi. Resnick oradan kurtulmak istiyordu. Kapıyı kilitle ve anahtarı ver, hepsi o kadar işte. O yüzden çavuşu Graham Millington’a gece ekibinden mesajları almasını, sabah brifingini vermesini ve sonra üniformalı komiserle emniyet âmirine raporunu vermesini istemişti. “Tamam mı, Graham?” demişti. Millington doğumgünü sanki bir sürpriz gibi gelmiş biri gibi bıyıkları parlayarak öyle durmuştu karşısında.

Çift ayrı ayrı arabalarda geldiklerinde saat tam 8:43’tü. Adam parlak siyah bir Ford Sierra’dan indi, otomobilde o kadar aerodinamik değişiklikler yapılmıştı ki, kazara Heathrow’daki pistlerden birine yolu düşerse havalanacağından hiç kuşkusu yoktu. Karısı üstü açık beyaz bir Volkswagen GT seçmişti. Her ikisi de açık gri giysiliydiler ve araçlarını kilitleyip döndüklerinde ikisi de saatlerine baktılar. Bir iki dakika sonra kaldırım kenarında yeşil bir Morris Minor durdu ve motor sesi kesilmeden Resnick’in daha önce görmediği bir kadın indi. Kadının üzerinde kolları dirseklerine kadar sıvanmış bol bir siyah kazakla beyaz noktalı lacivert bir kısa etek, eteğin altında kalın çizgili bir tayt, ayağında kırmızı botlar vardı. Sol elinde, gezdireceği evin özelliklerinin yazılı olduğu bloknotu tutuyordu. Sağ eliyle müstakbel müşterileriyle tokalaştı. “Bay ve Bayan Lurie, günaydın. Sizi bekletmedim ya.” Çifti Resnick’in beklediği bahçeye doğru yöneltti. “Bay Resnick’siniz, değil mi?” Elini sıkarken yüzünde çarpık bir gülümseme belirdi; Avustralyalı aksanıyla konuşuyordu. “Yoksa Detektif mi demeliydim? Öylesi daha doğru olurdu galiba.” Kadın öne geçip kapıya doğru yürüdü. “İçeri girelim mi?” Hole girdiklerinde Resnick yavaşça, “Bay Albertson’a ne oldu?” diye sordu.

“Papaz olmak için bizden ayrıldı.” “Ama daha dün telefon etmişti. Bu iş için.” “Biliyorum. Ama bu işler hep böyle değil midir? Ani. Saul da bir günde Paul olmadı mı?” Bay ve Bayan Lurie az ileride mutfağı söküp meşe tahtasından yapmayı konuşuyorlardı. Kadın gözleriyle gülümseyerek, “Adım Claire Millinder” dedi. Resnick’in yanından geçip mutfağa girdi. “Burası sabah ışığı alır. Şuraya yuvarlak bir masa yerleştirildi mi, gayet hoş bir kahvaltı köşesi olur.” Lurie’ler saatlerine baktılar. “Oturma odalarına bakalım mı?” dedi Claire Millinden Resnick’in canı arkalarından gitmek istemedi. Kedilerinden biri, Miles, oturma odasından çıkıp kafasını Resnick’in ayakkabısının kenarına sürttü. Umarım Dizzy’yle karşılaşmazlar diye düşündü Resnick. Dizzy aklına koyarsa Bay ya da Bayan Lurie’nin pantolonunun gayet pahalı kumaşını ısırabilirdi.

Claire oturma odasından çıkarttığı müşterilerini merdivenlere yöneltti. “Ebeveyn yatakodasını görmelisiniz. Çok havadar ve büyüktür.” Resnick kendi evinde bir yabancı gibi öylece bekledi. Aşağı indiklerinde Resnick de Miles’ı arka kapıdan dışarı çıkarıyordu. Bu kadar zaman sonra kedilerinden biri hâlâ kapıdaki kedi kapağını açmayı beceremiyordu, yeni bir yere nasıl uyum sağlayacaklardı? “Detektif?” Resnick kapıyı kapatıp ön tarafa yürüdü. “Sevgilim, yeni bir banyo kaça mal olur biliyor musun?” diye Bayan Lurie kocasına soruyordu. “Ve bir de dekorasyon. O arkadaki karanlık odaya sandıktan başka ne konulabilir ki?” “Bir yatak” dedi Resnick. “Efendim?” “Önemli değil.” Bay Lurie ceketinin kolunu çekerek saati karısına gösterdi. “Sevgilim.” “Doğru. Bizim gitmemiz gerek.” “İş, anlarsınız ya.

” Kapıda durdular. “Size haber veririz.” “Elbette” dedi Claire. “Evi gösterdiğiniz için teşekkür ederiz.” Resnick bunun kendisi için bir zevk olduğunu söyleyecekti ama kendini tutmayı başardı. Kalın kapı çiftin ardından kapandı. “Albertson gerçekten papaz mı oldu?” diye sordu Resnick. “Anglikan kilisesine girdi sanırım.” Bir süre orada öyle durdular; Resnick üzerinde hemen hemen hiç giymediği şapkasının ve atmak üzere yığdığı gazetelerin durduğu sehpanın yanında, Claire de bir eli tırabzanda olarak merdivenin alt basamağında.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir