David Harvey – Umut Mekânları

Bir sene hariç, 1 97 1 ‘den bu yana her sene Marx’ın Kapital’inin birinci cildi üzerine ya ders verdim ya da okuma grubu oluşturdum. Bu durum tuhaf, köhnemiş bir akademik aklım olduğu kanaatini haklı olarak uyandırsa da, söz konusu metne karşı tepkileri bir zaman serisi içerisinde değerlendirebileceğim az bulunur bir veri tabanı elde etmemi sağladı. Metin 1 970’lerin başında, en azından radikal görüşlü bir azınlıkta büyük bir siyasal heyecan yaratıyordu. Derse katılmak siyasal eylem olarak görülüyordu. Gerçekten de ders (o dönemin Amerikan kampüslerinde benzeri birçok derse paralel olarak) dünyada baş gösteren bütün kaos ve siyasal kopuşları anlamanın yolunu, kuramsal zeminini aramaya yönelik olarak kurgulanmıştı. (0 dönemde dünyanın tanıdık halinin darmadağın olacağına işaret eden olaylardan bazılarını anmak gerekirse: 1 960’ların sivil haklar hareketi ve ABD’ de Martin Luther King’in katlinin ardından patlak veren kent isyanları; Vietnam’daki emperyalist savaş karşısında gittikçe kuvvetlenen muhalefet; Paris’ten Mexico’ya, Berkeley ve Berlin’den Bangkok’a kadar dünyayı sarsan 1 968 kitlesel öğrenci hareketleri; Çek “Saharı” ve bunun Sovyetler tarafından bastırılması; Ortadoğu’da “Yedi Günlük Savaş”; Chicago’da Demokratik Ulusal Kongre esnasında gelişen dramatik olaylar.) Tüm bu karmaşıklık yüzünden, bir tür siyasal ve entelektüel rehberliğe duyulan ihtiyacımız çarpıcı derecede artmıştı. Marx’ın eserlerinin ABD’de McCarthy’ci baskı politikalarının uzun tarihi 16 UMUT MEKANLARI boyunca fiilen yasaklandığı göz önünde bulundurulduğunda, Marx’a dönmek doğru ve isabetli görünüyordu. Eserleri bunca yıldır engellendiyse, önemli bir şeyler söylüyordur diye düşünüyorduk. Girişimimizin birçok üniversitede buz gibi soğuk bir havayla karşılanması savımızı doğrulamış oldu. Ben de dersin adını kamufle ettim, daha çok akşam saatlerinde ders yaptım ve öğrenim belgelerinde buna dair hiçbir iz kalmasın isteyenlere “bağımsız çalışma” notu verdim. (Sonraları üst düzey bir idareciden öğrendiğime göre, ders coğrafya bölümünde okutulduğu ve adı “Kapitali Okumak”* olduğu için, akutulanın Marx’ın Kapital’i olduğunu anlamaları neredeyse on yıl sürmüştü.) Kapital deşifre edilmesi zor bir metindi, en azından hazırlıksız olanlar için (ve çoğumuz bu durumdaydık; çıktığımız bu yolda bize yardımcı olabilecekler bir avuç yaşlı insandan ibaretti, ki onlar da Avrupalı’ydılar, çünkü Avrupa’da komünist partiler uzun müddet aktif kalabilmişlerdi). Buna rağmen, üniversitede olan bizler için entelektüel zorlukları göğüslemek normal bir haletiruhiyeydi. İlk yıllarda birçok lisansüstü öğrencinin yanı sıra çok sayıda genç öğretim üyesi de derse katıldı.


Bazıları bugün meşhur oldu (ve aralarından bir kısmı yön değiştirmiş olsa da, çoğu bu deneyimin onlar için ne denli temel olduğunu kabul etme cömertliğini gösterdi). Derse var olan tüm disiplinlerden (felsefe, matematik, siyaset kuramı, bilim tarihi, İngilizce, coğrafya, tarih, sosyoloji, iktisat…) katılan oldu. Geriye dönüp baktığımda, bu denli farklı entelektüel beceriye ve siyasal perspektife sahip insanlarla bu metni işlemiş olmanın ne büyük bir ayrıcalık olduğunu anlıyorum. Ben Marx’ımı böyle öğrendim – bırakın parti politikası çizgisine riayet etmeyi, herhangi bir akademik disiplinin mantığına bile ya hiç riayet etmeyen, ya da çok az riayet eden bir karşılıklı kendi kendini eğitme sürecinden geçmek suretiyle. Bir süre sonra kendimi üniversitenin sınırları dışında, farklı camialara (aktivistler, öğretmenler, sendikacılara) metni öğretirken buldum. Metnin bir kısmını (pek de başarılı olmasam da) Maryland cezaevinde bile öğrettim. Lisans öğrencilerine ders vermek bir nebze daha sıkıntı vericiydi. O günlerde lisans öğrencileri arasında hakim olan radikallik bi- * ingilizcede “capital” hem sermaye, hem de başkent anlamına gelir. -ç.n. BİR KUŞAGIN YARATTIGI FARK 17 çimi, anti-entelektüel bir tınıdaydı. Onlar için akademi, ideolojik baskı merkeziydi; kitaplar aracılığıyla eğitimin beyin yıkama ve tahakküm aracı olduğundan şüphelenilirdi. Lisans düzeyinde olan birkaç aktivist (ki bunlar dersi almayı isteyen yegane öğrencilerdi doğal olarak) bu kadar uzun ve dolambaçlı bir kitabı anlamak ve hakkında bir şeyler yazmak şöyle dursun, okuruayı istemenin bile gayet düzen içi bir şey olduğunu düşünüyorlardı. Pek çoğu dersin sonunu getirmedi. Marx’ın “bilime giden soylu bir yol yoktur” öğüdüne hiç kulak asmadıkları gibi, “ille de bir sonuca varmak isteyen; genel ilkeler ile bilme arzusunu uyandıran güncel sorular arasındaki bağiantıyı bir an evvel öğrenmek isteyen birçok okurun hemencecik ilerleyememekten dolayı cesareti kırılacak” uyarısını da dinlemediler.

“Ateşli bir şekilde gerçeği arayan okurun önceden uyarılması ve hazırlanması” (Marx, 1 976 baskısı, 1 04) cinsinden hiçbir çaba bunlar üzerinde etki yaratamadı. Kabaran bir sezgiler ve kırılganlıklar dalgası üzerinde ilerlemeye devam ettiler (hemen eklemeleyim ki, bu illa kötü bir şey değildir). Bugün ise durum tamamen farklıdır. Kapital’i artık pek saygın ve düzenli bir ders olarak veriyorum. Derse öğretim üyeleri ya hiç gelmiyor, ya da çok az geliyor; lisansüstü öğrenci kitlesi ise neredeyse ortadan yok olmuş durumda (tabii, tezlerini benimle yazmaya niyetlenenler, veya dersi daha önemli başka basarnaklara tırınanmadan önce katlanılacak bir çeşit “kabul ritüeli” olarak algılayanlar hariç). Başka bölümlerde verilen lisansüstü giriş derslerinin çoğunda Marx’a genellikle, örneğin bir Darwin ile bir Weber arasında sıkıştırılmış bir-iki hafta ayrılıyor. Marx ilgi görüyor görmesine. Fakat akademisyenlerin ona olan ilgisi, diyelim “Ricardo sonrası minör bir düşünür” olarak hak ettiği yere oturtma amacına, veya modası geçmiş bir “yapısalcı” ya da “modemist” olarak es geçme amacına dayanıyor. Kısacası Marx, olmadık uzunlukta tarihsel bir üstaniatı (masternarrative) üretmiş gözden çıkaniası bir düşünürdür bunlar için; savunduğu tarihsel dönüşümün hem kuramsal açıdan yanlışlığı, hem de siyasal ve pratik imkansızlığı olgular tarafından zaten kanıtlanmıştır. Marx, akademik ve siyasal anlamda moda olmaktan çıkmaya Berlin Duvarı’nın yıkılmasından bile önce, yani 1 980’lerin ilk yarısında başlamıştı. Marksist geleneğe; kimlik politikaları ve meşhur 18 UMUT MEKANLARI “kültürel dönemecin” damgasını vurduğu esenlik günlerinde önemli bir negatif rol atfedildi. Marksizmin karşı çıkılınası gereken hakim bir ideoloji olduğuna dair (yanlış) kanaat adeta dua gibi tekrarlanıyordu. Marx ve “geleneksel” Marksizm, daha öneınır sayılan toplumsal cinsiyet, ırk, cinsellik, insan arzuları, din, etnisite, sömürgeci tahakküm gibi sorunlarla yeterince ilgilenmediği için sistematik olarak eleştiriidi ve aşağılandı. Kültürün erki ve kültürel hareketler en az sınıf kadar ve hatta daha da fazla önemliydi; zaten sınıf da birçok farklı ve kesişen yapılaşmalardan başka neydi ki? Eğer ki Marksizmin bir düşünce biçimi olarak alternatif kavramsallaştırmalara özünde kapalı olduğu ve dolayısıyla tamamıyla ümitsiz bir vaka olduğu sonucuna varılmasaydı, bunda bir haklılık payı bile olabilirdi (çünkü böyle eleştiriler için yeterli bir zemin vardı). Daha somut olarak ifade etmek gerekirse, kültürel analiz ekonömi-politiğin yerini aldı.

Zaten kültürel analizle uğraşmak, kapitalist sömürünün acı dünyasıyla ve ezici gerçekliğiyle uğraşmaktan çok daha eğlenceliydi. Her ne kadar Marksist çizgide olanların birçoğu (bazıları 1 956 Macar ayaklanmasının ve çok daha fazlası ı 968 Çek Balıarı’nın bastırılmasından sonra) kendilerini var olan Sovyet-Çin modeli sosyalizmlerden çoktandır uzaklaştırmış olsalar da, Berlin Duvarı’nın yıkılışı, Marksizmin inandırıcılığının tabutuna çakılan son çivi oldu. 1 989’dan sonra Marx’ın herhangi bir açıdan ilginç olduğunu iddia etmeye devam etmek, soyu neredeyse tükenecek olan bir dinozorun son nefesini verme sancılarına benzerneye başladı. Serbest piyasa kapitalizmi yerkürenin bir ucundan· öbürüne muzafferane bir edayla koşarken önüne çıkan tüm köhne dinazorları haklıyordu. “Marx konuşmak” giderek yaşlılık hastalığına kapılmış “Yeni Sol” çevrelerle sınırlı kalmaya mahkum olmuştu (ki ben de “65 yaş üstü vatandaş” olarak bilinen gecenin eşiğinden hiç yumuşak olmayan bir geçiş yaptım). ı 990’ların başına gelindiğinde Marksist kuramın entelektüel ağırlığı ölümcül bir inişe geçmişti. Bazı lisans öğrencileri Kapital dersini almaya buna rağmen devam ediyorlar. Çoğu için bunun siyasal bir eylem olarak hiçbir anlamı yok. Komünizm korkusu epeyce dinmiş durumda. Dersin iyi de bir namı var. Birkaç öğrenci Marksizm etrafında dönen yaygaranın nedenini merak ediyor. Başkaları ise içlerinde kalan radikal BİR KUŞACJIN YARATTI Gl FARK 19 içgüdü kırıntılarına Marx’ın bir-iki öngörü eklemesini bekliyorlar. Dolayısıyla, haftalık programiarına ya da almaları gereken derslerin durumuna göre bazı lisans öğrencileri, Aristo’nun Etik’i ya da Platon’un Devlet’i yerine Marx’ın Kapital’ini tercih ediveriyorlar. Marx’a yönelik siyasal ve entelektüel ilgi ve tepkiye dair geçmiş ile bugün arasında çizdiğim zıtlık çok da şaşırtıcı değil aslında. Birçoğunuz için tasvir ettiklerimin ana hatları bildik şeyler – her ne kadar benim kullandığım özel mercek orada-burada abartmalam ve tahrifiere yol açıyorsa da.

Ne var ki, durumu biraz karmaşıklaştıran bir öykü daha var anlatılacak. 1 970’lerin ilk yıllarında o güne hakim olan siyasal meselclerle Kapital’in ilk cildi arasında doğrudan bir bağ kurmak zordu. Vietnam’da bizi öfkelendiren emperyalist savaşı Marx üzerinden anlamamız için Lenin’in dolayımına ihtiyacımız vardı. Marx’tan sivil haklara uzanabilmek için bir sivil toplum kuramma (en azından Gramsci’ye); devlet baskısını ve refah devleti harcamalarının kapitalist birikimin gereklerine göre yönlendirilmesini anlamak için bir devlet kuramma (örneğin Miliband ya da Poulantzas’a) ihtiyaç vardı. Meşruluk, teknolojik rasyonalite, devlet ve bürokrasi ve doğa i le ilgili sorunları anlamak içinse Frankfurt Okulu’na ihtiyaç vardı. Ama bir de tarihi-coğrafi koşulları düşünün. İleri kapitalist dünyanın neredeyse tamamında sendikal hareket (kendi radikal duru­ �umuza kıyasla oldukça reformİst de olsa) hala çok güçlüydü; işsizlik epeyce kontrol altına alınmıştı; ABD hariç her yerde kamula�tırma ve kamusal mülkiyet hala gündemdeydi; tüm yaniışiarına rağmen refah devleti yıkılamayacak bir sağlamlıkta inşa edilmişti. Dünyanın diğer köşelerinde ise var olan kapitalist düzene karşı tehdit oluşturabilecek hareketler gündemdeydi. Mao Çin’de ön plana �·ıkan devrimci lider olurken, Latin Amerika bağlamında Che Guevara ve Castro’dan Afrika’da Cabral ve N yerere’ye kadar birçok kar i zmatik devrimci alternatif bir sosyalist veya komünist sistem olası lığını etkin bir biçimde savunuyorlardı. Devrim her an olabilecek gibiydi ve sonradan öğrendiğimize giire o dönemin devlet adamları arasında (Richard Nixon’un bariz paranoyasının ötesine geçen) etkin bir korku salmıştı. Bu devrimin ııasıl gerçekleşebileceği ve nasıl bir toplum dağuracağı Marx’ın Kapital’inde ele alınan konular değildi hiç (her ne kadar, bu konu- 20 UMUT MEKANLARI da aydınlanmak için okuyabileceğimiz ve Marx’a ve Marksistlere ait başka birçok metin olsa da). Kısacası, Marx’ın Kapital’inden yola çıkıp bizi meşgul eden siyasal meselelere doğru uzanabilmek için bir dizi dolayıma ihtiyacımız vardı. Marx’ın Kapital’i ile ilgilendiğimiz şeyler arasında içsel bir bağ olduğuna inanmak için Marksist hareketin bütün tarihine (ya da Mao veya Castro gibi karizmatik bir figüre) inanç beslememiz gerekiyordu genellikle. Metinde hayret uyandırıcı ya da haz verici hiçbir şey olmadığı anlamına gelmiyor bu – meta fetişizmi tartışmasındaki o olağanüstü içgörü; Marx’ın tasvir ettiği ilkel kapitalist birikim biçimlerinden bu yana, sınıf mücadelesinin dünyayı ne denli değiştirdiğine dair o müthiş algı. Bir kez içine girildiğinde, metnin kendine özgü ve büyüleyici tadı ortaya çıkıyor.

Buna rağmen, basit gerçek şuydu: Kapital, günlük hayatta doğrudan önem teşkil eden bir metin değildi. Kapitalizmin ham, katıksız ve en barbarca hali olan 1 9. yüzyıldaki halini tasvir ediyordu zira. Bugünkü durum ise son derece farklı. Metin, içinde bulunduğumuz durumu açıklamamıza yarayacak fikirlerle dolu. Çocuksever biri olan Kathy Lee Gifford’u, Wal-Mart aracılığıyla sattığı giysilerin Honduras’ta 13 yaşında çocuklar tarafından bir hiç karşılığında, ya da New York’ta terler içindeki kadın işçiler tarafından haftalarca maaş alamadan dikildiğini öğrenince afallatan piyasa fetişizmi var örneğin. Ayrıca New York Times’ta sıkça konu edilen şirket küçültmelerin zalimliklerle dolu öyküsü; Pakistan’da halı ve futbol toplarının çocuk emeğiyle üretilmesi skandalı (ki FIFA buna tepki vermek zorunda kaldı); Endonezya ve Vietnam’da Nike işçilerinin çalışma koşullarının korkunçluğunu anlatan onca gazete haberine rağmen, Michael Jordan’ın 30 milyon dolar karşılığında Nike reklamına çıkması. Teknolojik yeniliklerio iş bulma olanaklarını nasıl yok ettiği, örgütlü emeğin kurumlarını nasıl zayıftattığı ve gerek emek yoğunluğunu, gerekse iş saatlerini azaltmak yerine nasıl artırdığına dair basında bir dolu şikayet dile geliyor (tüm bunlar Marx’ın “Makineleşme ve Modem Sanayi” bölümünün ana konularıdır). Bir de son dönemlerde, sermaye birikiminin gerekleri uyarınca sanayide nasıl bir yedek işçi ordusu kurulduğu, devamlı hale getirildiği ve manipüle edildiği sorusu gündeme geldi. Margaret Thateber’ın bir zamanki danışmanı olan Alan Budd’ın açıkça itiraf ettiği gibi, 1 980′ BİR KUŞAÖIN YARATTIÖI FARK 21 lcrin başında enflasyonla mücadele kılıfı altında işsizliğin artırılnıası ve işçi sınıfının güçsüzleştirilmesi hedefleniyordu. Budd, ” Marksist terimlerle söylenecek olursa, kapitalizmin krizi tertip edildi, ki bu da yeniden yedek işçi ordusu yaratılmasına ve kapitalistlerin bunun akabinde çok daha yüksek oranda kar etmesine yaradı,” der (Brooks 1 992). Tüm bunlar Marx’ın metnini günlük hayatla ilişkilendirmeyi fazlasıyla kolaylaştırıyor artık. Derse kazara uğrayan öğrenciler çok geçmeden zıvanadan çıkmış serbest piyasa neoliberalizminin dünyasına yöneltilmiş kıyasıya bir eleştiri olan bu metnin hamretini hissetmeye başlıyorlar. Dönem ödevi olarak onlara (ne de olsa saygıdeğer bir kaynak olan) New York Times’tan kesilmiş bir deste makaleyi hayali bir ebeveyn/akraba/arkadaşın yazdığı aşağıdaki gibi bir mektuba cevap vermek için kullanmalarını tavsiye ediyorum: Duyduğuma göre Marx’ın Das Kapira/’i üzerine bir ders alıyorrrıuşsun. Ben bu eseri hiç okumamış olmama rağmen hem çok ilginç, hem de çok güç olduğunu duyuyorum.

Ama şükürler olsun ki, o 19. yüzyıl saçmalıklarını artık geride bıraktık. O günlerde hayat çok zor ve meşakkatliydi, ama artık cümleten akla hizaya geldik ve dünyayı Marx’ın hiç tanıyamayacağı bir hale soktuk … Buna cevaben öğrenciler aydınlatıcı ve çoğunlukla son derece yıkıcı eleştiriler barındıran mektuplar yazıyor. Bunları göndermeye cesaretleri olmasa da, bizi saran koşullarla sıkı bir biçimde ilişkilenen bu metnin gücü tarafından sarsılmadan bu dersten ayrılmayı çok azı beceriyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir