Lawrence Block – Kendini Humphrey Bogart Sanan Hirsiz

Mayıs’ın son Çarşambası saat onu çeyrek geçe, güzel bir kadını bir taksiye bindirdim ve arkasından bakarak yaşamımdan ya da en azından mahallemden çıkışını izledim. Sonra ben de bir taksi çevirdim. Sürücüye West End ve Yetmişinci Birinci Sokak köşesine çek, dedim. Sürücü ana dili Đngilizce olan o soyu tükenmeye yüz tutmuş kuşlardan biriydi. “Yalnızca beş blokluk yol” dedi. “Senin gibi genç birinin böyle güzel bir gecede takside ne işi var?” Geç kalmamaya çalışıyorum, diye düşündüm, iki film tahminimden uzun sürmüştü ve başkasının evine gitmeden önce kendi evime uğramak zorundaydım. “Bacağım sakat” dedim. Neden öyle dediğimi sormayın ama. “Ya? Ne oldu? Otomobil çarpmamıştır umarım. Çarptıysa da umarım bir taksi değildi, taksiyse de umarım benimki değildi.” “Romatizma.” “Romatizma mı?” Başını çevirip baktı. “Romatizma olmayacak kadar gençsin. O, eskimiş moruklar içindir, Florida’ya gider güneşte oturursun. Bir karavanda yaşarsın, tavla oynar ve Cumhuriyetçilere oy verirsin.


Senin yaşında biri… kayak yaparken bacağını kırdığını, maraton koşarken adalenin yırtıldığını falan söylersen, anlarım. Ama romatizma! Ailende mi var?” Bu belayı nereden sarmıştım başıma? “Travma sonrası romatizması” dedim. “Düştükten sonra başladı, o gün bugündür çekerim. Genelde pek kötü değildir ama zaman zaman azıyor işte.” “Bu yaşta berbat bir iş. Ne yapıyorsun peki?” “Doktorumun dediğine göre yapacak fazla bir şey yokmuş.” “Doktormuş! Hah!” Ve yolun geri kalanında tıp mesleğinde bozuk olan şeyleri saydı ki, ona kalırsa bozuk olmayan tek bir yeri bile yoktu. Doktorlar hiçbir şey bilmezlerdi, insana aldırış etmezlerdi, tedavi etmekten çok zarar verirlerdi, dünyanın parasını alırlardı ve iyileşmediğin takdirde de seni suçlarlardı. “Seni kör ve sakat bırakmalarından sonra onları mahkemeye vermekten başka çaren kalmaz ve onun için kime başvurursun? Avukata, değil mi? Onlar doktorlardan da beterdir!” Böylece West End ve Yetmiş Birinci Sokak’ın köşesine varmıştık. Yukarda işim uzun olmadığından ve kent merkezine dönmek için yine taksi gerekeceğinden beklemesini söyleyecektim ama -ön tablonun kenarındaki ruhsata baktım- Max Fiddler’den gına gelmişti doğrusu. Saatin yazdığı parayı ödedim, bir dolar da bahşiş ekledim ve Max ile birbirimize sevimli gülümsemelerle bakıp iyi geceler diledik. Yalanımı gerçekleştirmek için topallamayı düşündüm ama canı cehenneme dedim. Kapıcımın önünden geçip kendi apartmanıma girdim. Yukarı çıkınca önce üstümü değiştirdim, pantolonumu, polo gömleğimi ve spor ayakkabılarımı çıkarıp gri pantolon, gömlek, kauçuk tabanlı ayakkabılar ve sayısız bakır düğmelerin üzerinde kabartma birer çapa olan lacivert bleyzerimi giydim, kravatımı taktım. Düğmeler -onların eşi olan kol düğmeleri de vardı ama yıllardır gözüme çarpmamıştı- bir süre önce birlikte olduğum bir kadının armağanıydı.

Kadın bir adama rastlamış ve Chicago’nun bir banliyösüne taşınmıştı ve son haber aldığımda ikinci çocuğunu bekliyordu. Benim ceketim ilişkimizden, bakır düğmeler de ceketten daha uzun ömürlü olmuştu. Yeni ceketi aldığımda eskisini terziye götürüp düğmeleri ona diktirmiştim. Böylece bu ceketten de uzun ömürlü olacakları kuşkusuzdu. Hatta ben ölüp gittiğimde bile sapasağlam kalacaklardı herhalde ama doğrusunu isterseniz bu konuyu fazla düşünmemeye çalışırdım. Evrak çantamı kapı yanındaki dolaptan aldım. Yatak odasındaki dolabın arka duvarında gizli bir bölme vardır Dairem profesyoneller tarafından aranmışsa da kimse o küçük zulamı bulmuş değildir. Benim ve onu yapan uyuşturucu bağımlısı marangozun dışında yerini ve nasıl açılacağını yalnızca Carolyn Kaiser bilir. Bunun dışında eğer ülkeden ya da gezegenden acele ayrılmam gerekse orada sakladıklarım herhalde bina yıkılana kadar saklı kalacaktır Basılması gereken iki noktaya bastım, sonra yana kaydırılması gereken kapağı kaydırdım ve bölme gizlerini gözler önüne serdi. Aslında pek fazla bir şey yoktu. Mekân elli santimetre küp kadar olduğundan çaldığım eşyayı ancak elden çıkarana kadar bulundurmaya yarar Ama aylardır herhangi bir şey çalmamıştım ve son çaldıklarım da, çoktan onlara benden çok ihtiyacı olan bir iki kişinin eline geçmişti. Ne diyebilirim ki? Ben öteberi çalarım. Đdeal olarak nakit çalmayı tercih edersem de, bu kredi kartı ve yirmi dört saatlik otomatik para çekme makineleri çağında onu bulmak da giderek güçleşiyor. Hâlâ büyük miktarlarda nakit parayı ellerinde tutan insanlar var ama bunlar onun yanı sıra bol miktarda uyuşturucu, silah ve insanı parçalamak üzere eğitilmiş köpekleri de yanlarından pek ayırmazlar Onlar kendi hayatlarını yaşan ben benimkini ve ikisi birbirleriyle hiç kesişmeseler ben çok daha memnun olurum. Benim aldığım nesneler genelde pahada ağır yükte hafif şeylerdir: Mücevherat, sanat eserleri -antik biblolar, yeşim heykelcikler; Lalique cam eşya.

Koleksiyon eşyası: Pul, sikke ve son zamanlarda bir kere olduğu gibi beyzbol kartları. Arada sırada da bir tablo. Ve bir kere -ama Tanrım, ne olur bir daha olmasın- bir kürk. Zenginlerden çalarım, Robin Hood’dan daha iyi bir nedenim de yok: Tanrı kendilerine yardımcı olsun, yoksulların çalınacak bir şeyleri yoktur Ve çaldığım değerli ufak tefek de, herhalde dikkat etmiş olacaksınız, bir insanın yaşaması için ille de gerek duyduğu türden şeyler değildir. Kalp pilleri ya da çelik ciğerler çalmam. Benim ziyaretimden sonra hiçbir aile evsiz barksız kalmaz. Kimi zaman küçük bir kilimi sürüp biraz hava almaya çıkardığım; olmuşsa da, mobilyaları ya da televizyonu alıp götürmem. Kısacası, onlar olmadan da yaşayabileceğiniz ve büyük bir olasılıkla değerlerinden çok fazlasına sigortalattığınız şeyleri yürütürüm. Eh, bundan ne çıkar ki? Yaptığımın pis ve iğrenç bir şey olduğunu biliyorum. Bundan vazgeçmeyi denedim ama başaramadım ve doğrusunu isterseniz vazgeçmek istemiyorum da. Çünkü ben buyum ve yaptığım iş de budun Ama hırsızlık, yaptığım tek iş değildir. Aynı zamanda kitapçıyım. Doğu On Birinci Sokak’taki Barnegat Kitabevi’nin tek sahibiyim. Çorap çekmecemin arkasındaki pasaportumda (aslında onu oraya koymak saçmalık ya; bir hırsızın ilk bakacağı yer orasıdır çünkü) meslek hanesinde kitapçı yazar Pasaportta adım olan: Bernard Grimes Rhodenbarr ve West End Caddesi’ndeki adresim ve bana pek de iltifatkâr olmayan bir fotoğrafım yer almaktadır. Dolabın arkasındaki zulada bulunan pasaportumdaki resmim daha iyidir.

Orada William Lee Thompson adında bir işadamı olduğum ve Yellow Springs, Ohio’da Phillips Sokağı 504 No’da oturduğum yazılıdır Pasaport gerçeğe benzer ve gerçek de sayılabilir; pasaport dairesinden alınmıştır çünkü. Yine aynı derecede gerçek olan ama benim olmayan bir nüfus kağıdıyla bizzat ben almıştım. Thompson pasaportunu hiç kullanmadım. Yedi yıldır elimde ve üç yıl sonra süresi dolacak. Ve büyük bir olasılıkla hâlâ kullanmamış olsam bile zamanı gelince yenisini almak için başvuracağım sanırım. Pasaportu kullanmak zorunda kalmış olmamam beni hiç rahatsız etmiyor; tıpkı bir savaş pilotunun paraşütünü kullanmasına gerek olmadığına üzülmeyeceği gibi. Đhtiyacım olduğunda orada olması yeten Bu gece ihtiyacım olmayacağından ona da, kullanacağımı sanmadığım parama da el sürmedim. Son saydığımda para beş bin dolara inmişti ki, doğrusu bu miktar olmasını istediğimin çok altındaydı, ideali acil durumlar için yirmi beş bin dolar bulundurmaktır; zaman zaman o düzeye çıkartırsam da, şu ya da bu nedenle ara sıra tırtıkladığım için farkına varmadan iyice azaltmış olurum. Eh, bu da çalışmaya koyulmak için başka bir nedendi. Bir işçi, aletleri kadar ustadır ve bir hırsız da ondan farklı değildim. Maymuncuklarımı, garip biçimli maden parçalarımı alıp pantolonumun cebine indirdim. El fenerim bir dolmakalem boy ve biçiminde olduğundan onu da ceketimin iç cebine yerleştirdim. Feneri saklamam gerekmiyordu; nasıl olsa kentin bütün hırdavatçılarında satılırdı ve fener taşımak suç değildi. Ancak hırsızlık araç gerecini taşımak yasaktı ve benimki gibi küçük bir koleksiyonu taşımaksa bütün masrafları devlete ait olmak üzere uzun bir tatile hak kazandırırdı. O yüzden onları zulada saklardım ve unutmamak için feneri de onların yanından ayırmazdım.

Eldivenler de öyle. Eskiden bulaşık yıkarken giyilen lastik eldivenler kullanırdım ve ellerimin havalanması için avuçlarını keserdim. Ama şimdi incecik plastikten, kullandıktan sonra atılan eldivenler çıktı. Paketten iki tane alıp gerisini yerine bıraktım. Gizli bölmeyi kapadım, evrak çantamı aldım ve evden çıkıp arkamdan bütün kilitleri kilitledim. Bütün bu işlerin anlatılması yapılmasından uzun sürer aslında: Eve on buçukta girmiş, giyinmiş ve donanmış olarak saat on bire çeyrek kala yine sokağa çıkmıştım. Kapıdan çıkarken bir taksi geçti. Arkasından koşup bir ıslık çalarak durdurabilirdim. Ama hava, taksilerin bulunamayacağı kadar berbat değildi. Ben de hiç acele etmeden kaldırım kenarına kadar yürüdüm, elimi kaldırıp bir taksi çağırdım. Çıka çıka kim çıktı dersiniz. Max Fiddler, “Başka bir yere gideceğini bana söyleyebilirdin” dedi. “Seni beklerdim. Bacağın nasıl? O kadarda kötü değil galiba, ha?” “Değil” dedim. “Sana bir daha rastlamak şans işte.

Seni böyle giyinmiş kuşanmış halde tanıyamadım. Bir sakıncası yoksa nereye gittiğini sorabilir miyim? Bir kadınla randevun mu var? Bence daha çok bir iş randevusuna benziyor ya.” “Kesinlikle iş.” “Eh, gayet gösterişlisin öyleyse. Parktan geçelim mi?” “Nasıl istersen.” “Sen iner inmez kendi kendime, Max senin neyin var böyle, adamın romatizması var ve ne yapması gerektiğini söylemedin, dedim. Bitki.” “Bitki mi?” “Bitkileri bilir misin? Bir Çinli bitki doktorunun Çin bitkileri. Bastonlu bir kadın binmişti taksiye, onu Çin Mahallesi’ne götürdüm: Kendisi Çinli değildi ama. Bana gittiği Çinli doktordan söz etti. Ona gitmeye başladığında hiç yürüyemezmiş.” “Harika bir şey” dedim. “Dur, daha anlatmadım!” Central Park’a girerken mucize tedavilerden söz etmeye başladı. Korkunç migren ağrıları çeken bir kadın bir haftada düzelmişti! Yüksek tansiyonu olan bir adam normale dönmüştü! Ameliyata gerek kalmadan basur tedavi edilmişti. Kronik sırt ağrıları uçup gitmişti.

“Sırt ağrıları için iğne kullanıyor. Gerisi hep bitkilerle. Bir seferine yirmi sekiz dolar ödüyorsun, bitkiler bedava. Haftada yedi gün çalışıyor hem sabah dokuzdan akşam yediye kadar” Kendisi de katarakt tedavisi görmüştü ve şimdi gözleri çocukluğundan bile daha iyi görüyordu. Bir trafik ışığında gözlüğünü çıkarıp arkaya döndü, açık mavi gözlerini bana çevirdi. Yetmiş Altıncı Sokakla Lexington köşesine geldiğimizde bir yüzü ingilizce bir yüzü Çince yazılı bir kart verdi. “Bunlardan yüzlercesini dağıttım. Rastladığım herkesi ona gönderiyorum ve bunu seve seve yapıyorum.” Kartın altına kendi adı Max Fiddler’le telefon numarasını yazdığını gösterdi. “Đyi sonuç alırsan bana bildir. Bunu yapar mısın?” “Kesinlikle” dedim. Parasını ve bahşişini verip taksiden indim ve topallayarak Hugo Candlemas’ın oturduğu taş binaya yürüdüm. Hugo Candlemas’ı ilk kez bir gün önce görmüştüm. Tezgâhımın ardında her zamanki yerimde oturmuş, Will Durant’ın, biraz kuşkulu bir etnik geçerliliği olan bir şiirde sözü edilen cinsel faaliyetleri dışında, haklarında fazla bir şey bilmediğim Medler ve Persler konusunda neler dediğine bakıyordum. Candlemas o sırada dükkânımdaki üç müşteriden.

biriydi. O, şiir rafları önünde gezinirken, St. Vincent’te doktor olan sürekli bir müşterim de yan tarafta birbiri ardından tükettiği mevcudu kalmamış polisiye romanları arıyordu. Üçüncü müşterim vitrinde Raffles’ı güneşlenirken görmüş biraz yaşı geçkince bir çiçek kızdı. Đçeri girip kedinin adını sormuştu ve şimdi de sanat kitaplarını elliyordu ve bir iki cildi de bir kenara ayırmıştı. Eğer ayırdıklarının hepsini alacak olursa doğrusu onun parasıyla epey kedi maması stoku yapabilecektim. Đlk işi biten doktor oldu ve kadın beni yarım düzine Perry Mason romanından kurtardı. Kitaplar, kitap kulübü yayınlarındandı ve bir ikisi epey yıpranmıştı ama kadın koleksiyoncu değil okuyucuydu ve verdiği yirmi dolardan geriye fazla bir şey alamadı. “Birkaç yıl önce bunların tanesi bir dolardı” dedi. “Ben bedava versen kimsenin almayacağı zamanı hatırlıyorum” dedim. “Şimdi ise rafta bir gün bile kalmıyorlar” “Hep o televizyon dizisini unutamayanlar yüzünden olacak. Ben sonradan bunların bağımlısı oldum. A. A. Fair’in kitaplarını okumakla başladım ve adam bayağı iyi yazıyor; bakalım gerçek adı altında yazdıkları da aynı derecede iyi mi diye merak ettim.

Ve gayet aklı başında, bilgili bir yazar olduğunu gördüm, o televizyondaki palavralara hiç benzemiyordu.” Kitabevini satın aldığımda hayal ettiğim gayet keyifli konuşmalardan birini yapmıştık. O gittikten sonra çiçek kadını, ki adı Maggie Masondu, topladığı hazineleri getirdi ve altı kitabın KDV bedeli olan 228,35 dolarlık bir çek yazdı. “Umarım bu paradan Raffles da bir komisyon alır” dedi. “Daha önce bu dükkânın önünden yüz kere geçmiş olmalıyım ama doğrusunu isterseniz onu görünce içeri girmeye karar verdim. Harika bir kediniz var.” Öyleydi ama bu coşkulu Bayan Mason bunu nasıl bilebilirdi ki? “Teşekkür ederim” dedim. “Ayrıca çok da çalışkandır.” Kedi kadın içeri girdiğinden beri hiç kıpırdanmış, yalnızca iltifatlar yapılırken tüylerini yalamıştı. Şaka yapıyor değildim. Gerçekten çok çalışır ve Barnegat Kitabevi’ni, farelerden arındırılmış bir ekosistem olarak tutardı. Kadın çalışan kedilere büyük, saygı duyduğunu söyleyip iki poşeti yüklenerek parlak bir gülümsemeyle çıktı dükkândan. Eşikten ancak çıkmıştı ki, üçüncü müşterim yüzünde belli belirsiz bir gülümsemeyle yanıma yaklaştı. “Raffles bir kedi için çok güzel bir ad” dedi. “Teşekkür ederim.

” “Pek de uygun.” Bununla ne demek istemişti? A. J. Rafles bir kitap karakteriydi ve kedi de kitapçıda bulunuyordu ana yalnızca bu gerçek, Queequeq ya da Arrowsmith’i de uygun bir ad yapardı! Ancak A.). Raffles aynı zamanda bir beyefendi hırsız, amatör bir kasa soyguncusuydu ve bense profesyoneldim. Ve bu beyaz saçlı, ince yapılı, mevsimsiz olsa da balıksırtı bir tüvit takım elbiseyle bir yelek giymiş adam, bütün bunları nereden biliyordu? Evet bunun dünyanın en iyi saklanan hırsızı olduğum söyleyemezdim. Ne de olsa sabıkalıydım. Uzun bir süredir herhangi bir suçtan hüküm giymemiştim ama arada sırada tutuklanırdım ve son yıllarda birkaç kere adım gazetelere geçmişti. Hem de nadir kitapların satıcısı olarak değil. Kendi kendime Scarlett gibi (bu da bir kedi için esaslı bir addı) konuyu daha sonra.düşüneceğimi söyleyerek adamın tezgâhın üzerine koyduğu kitaba baktım. Mavi bez ciltli küçük bir kitaptı: Winthrop Mackworth Praed’in (1802 – 39) seçme şiirleri. Dükkânı aldığım zaman bu kitap stoktaydı. Zaman zaman içindeki bütün şiirleri okumuştum -Praed, pek derin olmasa da kafiye ve ölçüde bir virtüözdü- ve kitabın elaltında bulunmasından hoşlanırdım.

O güne kadar kimse ilgilenmediği için sonsuza kadar ayrılmayacağımı sanıyordum. Bir on dolarlık alıp 5 dolar 41 sentin üstünü verip eski dostum Praed’i bir poşete koyarken içim cız etti. “Doğrusu bu kitabın satıldığına üzülmedim diyemem” dedim. “Dükkânı devraldığımda buradaydı.” “Değerli kitaplardan ayrılmak güç olmalı” dedi. “Eh, iş iştir Kitapları satmak istemiyorsam raflarda tutmamam gerekir.” “Yine de” diyerek içini çekti. Adamın yüzü zayıf, avurtları çökük, beyaz bıyığı sanki kıl kıl düzeltilmiş gibi kusursuzdu. Mavi gözlerini gözlerimin içine çevirerek, “Bay Rhodenbarr, size iki sözcük söylemek istiyorum: Abel Crowe.” Eğer Raffles’ın adının uygunluğundan söz etmemiş olsaydı o iki sözcüğü bir insan adı olarak değil de, bir sıfat ve bir ad olarak kabul edecektim. “Abel Crowe” dedim. “Bu adı yıllardır duymamıştım.” “Abel benim dostumdu, Bay Rhodenbarr” “Benim de, Bay.?” “Candlemas, Hugo Candlemas.” “Abel’in bir dostuyla tanışmak benim için bir zevktir” “O zevk bana ait, Bay Rhodenbarr.

” El sıkıştık, kavrayışı sağlam, avcunun içi kuruydu. “Dolambaçlı konuşacak değilim” dedi. “Đkimize de yararlı olabilecek bir önerim var size. Risk çok az, olası ödül çok büyük.” Açık kapıya baktı. “Ama zaman çok önemli. Eğer rahatsız edilmeden özel olarak konuşabilseydim.” Abel Crowe çalıntı mal satan biriydi ve işinin en iyisiydi.; Sözcüğün pek bilinmediği bir alanda dürüstlük anıtıydı. Abel aynı zamanda toplama kampından kurtulmuştu, şekerli şeylere ve Baruch Spinoza’nın eserlerine tutkundu. Elime her fırsat geçtiğinde kendisiyle iş yapmış ve hiç de pişman olmamıştım. Ta ki Riverside Caddesi’ndeki evinde öldürülene kadar Katilin yakayı sıyırmaması için elimden geleni yapmıştım ama Abel’i geri getirmek mümkün değildi kuşkusuz. Şimdi de Abel’in arkadaşı olduğunu söyleyen ve bana bir önerisi olan bir adam vardı karşımda. Kapıyı kapayıp kilitledim, vitrine BEŞ DAKĐKADA DÖNERĐM yaftasını astım ve Hugo Candlemas’ı arka taraftaki odama götürdüm. 2 Đşte şimdi otuz iki saat sonra apartmanının holündeki dört zilden birini çalıyordum.

Candlemas yukarıdan, otomatiğe basıp kapıyı açtı, üç kat merdiveni çıktım. Beni kapısının önünde bekliyordu. Bir duvarı kitap vitriniyle kaplıydı, yerdeki duvardan duvara halının üstüne çok güzel bir Aubusson halısı atılmıştı ve mobilyaları hem zarif hem de pek rahat görünüyordu. Bir yaşamboyu süregelen hırsızlığın hiç hoş olmayan bir sonucu da, girdiğim her odayı dikkatle incelememdir, gözlerim çevrede hep çalmaya değer bir şey arar. Bu, bir tür vitrine bakmaktır sanırım. Candiemas’tan bir şey alacak değildim -ben profesyonel bir hırsızım, kleptomanyak değil- ama yine de gözlerim fıldır fıldır dolaşıyordu çevrede. Bir Çin enfiye kutusu, fildişinden küçük heykelcikler gördüm. Halıya hayranlığımı belirttim, Candlemas da bana epey eski bir Tibet kilimi dahil birkaç parçayı özellikle gösterdi. Geç kaldığım için özür diledim, o ise tam zamanında geldiğimi, gecikenin her an gelmesini beklediği diğer konuğu olduğunu söyledi, içki teklifini reddettim, kahveyi kabul ettim ve karşıma taze kavrulmuş çok iyi kalite bir kahve çıkınca da şaşırdım. Candlemas bir süre Winthrop Mackworth Praed’den ve verem yaşamını kısaltmamış olsaydı neler yapacağından söz etti. Avam Kamarası üyesiydi; politikada ilerleyip şiiri geride mi bırakacaktı? Ya da politik yaşamda düş kırıklığına uğrayıp son zamanlarında başladığı o partizanca şiirleri bırakır daha olgun bir üsluba döner miydi? Zil çaldığında bunu tartışıyorduk, Candlemas gidip aşağı kapının otomatiğine bastı. Merdiven başında beklediğimiz adam geniş yüzlü, boksör burunlu, yaşlıca biriydi. Çok içki içenler gibi teni lekelenmişti, çok sigara içen biri gibi öksürüyordu ama sağır ve kör olsaydınız bile onun gününü nasıl geçirdiğini anlardınız. Eğer üşütmüşseniz ve ağzındaki içkinin, üstbaşında ve saçlarındaki tütün kokusunu alamadığınız takdirde bile. Merdivenleri çıkışından, soluğunu toparlamak için sahanlıklarda duruşundan ve buna rağmen son basamakları ağır ağır çıkmasından anlaşılıyordu bu.

“Kaptan Hoberman” diyen Candlemas adamın elini sıktı. “Bu da…” “Bay Thompson” dedim. “Bill Thompson.” Birbirimizi kollayarak tokalaştık. Hoberman’ın üzerinde gri bir takım elbise, ayaklarında kahverengi ayakkabılar boynunda mavili kahveli çizgili bir kravat vardı. Elbisesi perestroika öncesi üçüncü sınıf Sovyet bürokratlarının üzerinde gördüklerinizdendi. Takım elbise giyip de bu kadar kötü görünen birini tanıyordum: Ray Kirschmann adında bir polis. Ve Ray’in elbiseleri iyi bir terzinin elinden çıkmış pahalı şeylerdi ama onun üzerinde başkasına göre dikilmiş gibi dururdu. Hoberman’ın elbisesi ise ucuz maldı. Kimsenin üzerinde iyi durmazdı. Candlemas’ın dairesine dönüp planı yeniden gözden geçirdik. Kaptan Hoberman bir saat içinde Yetmiş Dördüncü Sokak ve Park Avenue arasındaki çok güvenlikli bir apartmanın on ikinci katında bekleniyordu. Binaya onun aracılığıyla girecektim. Beni kapıcının yanından geçirdikten sonra o kendi randevusuna, ben de dört kat aşağıdaki kendi randevuma gidecektim. “Yalnız olacaksınız ve kimse sizi rahatsız etmeyecek” dedi Candlemas.

“Kaptan Hoberman, siz on ikinci katta ne kadar kalacaksınız? Bir saat mi?” “Ondan biraz daha az.” “Ve siz, şey. Bay Thomas, yirmi dakikada girip çıkacaksınız. Hoş, isterseniz orada sabaha kadar kalırsınız ya. Đkiniz randevulaşıp binadan birlikte mi çıkacaksınız? Ne diyorsunuz?” Olayı orada bırakıp henüz bir fırsat varken önüme çıkan ilk taksiye atlayıp kaçmalıydım oradan. Takside güzel bir kadına rastlayacağım yerde herhalde Çin bitkileri hakkında bilmek Đstediğimden çok şey öğrenirdim ya. Son iki haftayı Humphrey Bogart filmleri seyrederek geçirmiştim ve bunun da kararlarımı etkilediğini farkediyordum. “Gereksiz yere bir karmaşa yaratılıyor” dedim. “Kolunuzun altında bir televizyon ya da omzunuzda bir ceset olmadıkça bir binadan çıkmak güç değildin” Eğer yaptığınız işi biliyorsanız, girmek de güç değildir ya. Bir gün önce Candlemas’a da aynı şeyi söylemiş ve Kaptan Hoberman’sız da bu işi kıvırabileceğimizi anlatmıştım. Ama önerimi kabul etmedi. Kaptan da paket planın bir parçasıydı. Hoberman aşağı inerken de sahanlıklarda durdu ve dışarı çıktığımızda demir parmaklığa tutunup çevresine baktı. “Taksi bulmak için en iyi yer neresi?” “Yürüyelim” dedim. “Yalnızca üç blokluk bir yer” “Ama kentin ortasından geçeceğiz.

” “Olsun.” Omuzlarını silkti, bir sigara yaktı, yola düştük. Bunu bir zafer olarak kabul ettiysem de, Lexington Caddesi’nde bir Đrlanda barına girdiğimde fikrimi değiştirdim. “Bir içkilik zamanımız var” diyerek bir duble votka ısmarladı. Her şeyi görmüş ama hiçbirini hatırlamayan bir insan görüntüsü veren barmen, kürk kalpaklı bir Rus’un resminin olduğu şişeden içkiyi doldurdu. Hedefimize geceyarısından önce varmamız gerektiğini söyleyecektim ki, Kaptan içkisini bitirmişti bile. “Sen de ister misin?” Başımı salladım. “Öyleyse gidelim” dedi. “Geceyarısından önce orada olmamız gerek. Güvenlik personeli tam gece yarısında nöbet değiştiriyor.” Sokağa çıktığımızda içki çenesini açmış gibiydi. “O adamı çoktandır tanıyorsun galiba?” Otuz iki saat olmuş, otuz üçe girmiştik. “Pek uzun sayılmaz” dedim. “Bu işe ne dersin peki? Bana senden sözettiğinde gerçek adını söylemedi. Sana başka bir şey demişti.

” “Yaa?” “Road and Track gibi bir şey. Road and Car? Ama bir anlamı yok. Roadball muydu yoksa?” Omuzlarını silkti. “Önemli değil ama Thompson demediğinden eminim. Hatta ona yakından uzaktan benzeyen bir şey de değildi.” • “Eh, yaşlanıyor” dedim. “Beyin damarları sertleşiyor. Sence de öyle mi?” “O kadar aşırı olduğunu sanmıyorum ama…” “Bu kadarı beni kaygılandırmaya yetiyor” dedi. “Ve bunu da açık açık söylemekten kaçınmıyorum. Bu işte çok risk var ve pek çok insanın umutları söz konusu. Ama bunu sana söylemem gerekmez herhalde, değil mi?” “Sanırım öyle.” “Çok konuşurum ben. Benim de sorunum hep bu olmuştu işte.” Ve apartmana varana kadar bir daha konuşmadı. Apartman gerçek bir kaleydi.

Park Caddesi’nin büyüt binalarından yirmi iki katlı Boccaccio’nun, Art Deco stilinde döşenmiş holünde bir ormanı dolduracak kadar çok saksı bitkisi vardı. Önde bir kapıcı, arkada masa başında bir yönetici ve asansörde bir memur. Hepsi de yaldızlı kordonları ve kestane rengi üniformalarıyla çok gözalıcıydılar doğrusu. Ellerindeki beyaz eldivenler etkilerini azaltıyor, insan alışana kadar Walt Disney hayvanlarıymış izlenimi veriyorlardı. Hoberman yöneticiye, “Adım Kaptan Hoberman, Bay Weeks’le randevum vardı” dedi. “Evet, efendim. Bay Weeks sizi bekliyor” Adam defterine baktı Hoberman’ın adı yanına bir işaret yaptı, sonra beklentili bir tavırla bana baktı. “Bu da Bay Thompson” dedi Hoberman. “Benimledir.” “Çok iyi, efendim.” Bir not daha. Buraya tek başıma girmek belki de sandığım kadar kolay olmayacaktı ama yine de… Holün karşı tarafından asansör memuru olayı izliyor ve herhalde duyuyordu da. Hoberman’ın sesi epey gürdü. Yanına yaklaştığımızda adam, “On iki mi, beyler?” dedi. “On iki J” dedi Hoberman.

“Bay Weeks.” “Başüstüne, efendim.” On ikinci katta indik, asansörcü J dairesini işaret etti ve yolumuzu kaybetmeyeceğimizden emin olana kadar bekledi. Kapı önüne vardığımızda Hoberman bana bakıp epey gür olan kaşlarından birini kaldırdı. Benim hedefim olan merdivenler durduğumuz yerden birkaç adım ilerdeydi ama asansör hâlâ görüş alanımdaydı ve asansörcü de görevini yapmaktaydı. Parmağımı uzatıp zile bastırdım. “Ama Weeks’e ne diyeceğim” diye söylendi Hoberman. Neyse ki hafif sesle konuşmuştu. “Beni tanıştır yeter, gerisini hallederim.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir