Lawrence Block – Umdugunu Degil Buldugunu Yiyen Hirsiz

Saat dokuzu birkaç dakika geçe Bloomingdale’s alışveriş torbamı yüklenip kapıdan çıkarken, yüzü bir atı andıran uzun boylu sarışın bir adamla karşılaştım. Elinde pek işe yaramayacak kadar ince görünen bir evrak çantası vardı. Bir model gibi diyebilirsiniz. Paltosu o yeni kareli modellerden biriydi ve benimkinden biraz daha uzun saçları tek tek kesilmişti. “Yine karşılaştık” dedim ki, bu yalanın sunturlusuydu. “Sonunda iyi bir gün oldu işte.” Arasıra üç beş sözcük konuşan komşulardan olduğumuza inanmaya hazır olarak gülümsedi. “Bu akşam biraz serince ama” dedi. Serin olduğunu kabul ettim. Zaten seve seve onaylamayacağım fazla bir şey söyleyemezdi. Saygın görünüyordu, Altmış Yedinci Sokak’ta doğuya doğru yürüyordu ve kendisinden istediğim de yalnızca buydu. Onunla arkadaş olmak ya da hentbol oynamak ya da berberinin adını öğrenmek ya da kurabiye tarifini bana vermesi için kendisini kandırmak istemiyordum. Benim bir kapıcının yanından geçmeme yardımcı olmasını istiyordum, hepsi o kadar. Söz konusu olan kapıcı yarım blok ilerde, yedi katlı tuğla bir binanın önündeydi ve son yarım saattir en az bina kadar yerinde sabitti. Ona yerinden ayrılmak için bu kadar süre tanımıştım ama bundan yararlanmadığı için şimdi yanından geçmek zorundaydım.


Bu kulağa geldiğinden çok daha kolay bir iş olduğu gibi daha önce düşündüğüm seçeneklerin de en basitidir. Daha önce düşündüklerim arasında blokun çevresini dolanmak, başka bir binaya girip arkasından çıkıp girmek istediğim binanın hava boşluğuna erişmek, yangın merdiveni üzerinde cambazlık yapmak, bodrum ya da zemin katının çelik parmaklıklarını kaynak makinesiyle kırmak gibi şeyler vardı. Bütün bunlar mümkündü sanırım ama bundan ne çıkardı yani? En iyi yöntem bütün basitliğiyle Euclides’in yöntemidir. Bir binaya girmenin en kısa yolu sokak kapısındandır. Uzun boylu sarışın yol arkadaşımın binada oturuyor olacağını ummuştum. Lobiden geçip asansöre giderken konuşmamıza devam edebilirdik o zaman. Ama olmadı. Adamın doğuya doğru gidişinden vazgeçmeyeceği anlaşılınca, “Eh, ben burada ayrılayım, o Connecticut’taki iş olur umarım” dedim. Connecticut’taki ya da herhangi bir yerdeki işten söz etmediğimiz için adam şaşırmış olmalıydı; hatta belki de kendisini birine benzettiğimi sanmıştı. Ama bunun önemi yoktu. O yürümeyi sürdürdü, ben sağa döndüm, kapıcıya pek de yüzüne bakmadan başımı sallayıp gülümsedim, gelenekselden büyük gıdılı, kır saçlı bir kadına “Đyi akşamlar” diye mırıldandım, bacaklarıma doğru kesik kesik havlayan köpeğine pek de inandırıcı olmayan bir gülümsemeyle bakıp kararlı adımlarla asansöre doğru yürüdüm. Dördüncü kata çıktım, merdiveni bulana kadar bir süre sağa sola baktım, sonra bir kat aşağı indim. Bunu hep yaparım ve zaman zaman da neden yaptığımı merak ederim. Bir keresinde bir filmde biri yapmış ve ben de çok etkilenmiş olmalıyım; ama aslında, hele asansör insanın kendi kullandığı tiptense, bunun zaman kaybından başka bir şey olmadığının farkındayım. Önemli olan, daha sonra acil bir anda gerek duyulacağını düşünerek merdivenin nerede olduğunu zihnine kazımaktır, ancak bunu da merdivenlerden inip çıkmadan yapmak gerekir.

Üçüncü katta binanın ön tarafında olan 311 numaralı daireyi buldum. Bir süre durup kulaklarımın görevini yapmasını bekledikten sonra zili şöyle esaslı bir şekilde çaldım, otuz saniye bekleyip bir daha bastım. Sizi temin ederim ki, bu bir zaman kaybı değildir. Elli eyaletten kamu kurumlan önce zil çalmayan gençler için yiyecek, giyecek ve barınak sağlarlar. Ve aptal şeyi yalnızca bir dürtüklemek yeterli değildir, iki yıl kadar önce Park Caddesi’nde Sandoval adında sevimli bir çiftin dairesinin zilini parmağım zonklayana kadar bastırmış ama gene de soluğu cezaevinde almıştım. Zil bozuktu, Sandovallar kahvaltı köşesinde keyifteydiler ve Bernard G. Rhodenbarr bendeniz de çok geçmeden pencerelerinde demir parmaklıklar olan küçük bir odadaydım. Bu zil çalışıyordu, ikinci çalışım da birincisinden farklı bir karşılık getirmeyince paltomun -geçen yılın modeli, ekose değil, zeytuni- altına elimi sokup pantolon cebimden domuz derisi bir kutu çıkardım. Kutuda anahtarlar ve en iyi Alman çeliğinden yapılma gayet yararlı başka şeyler vardı.,Kutumu açtım, talihimin yaver gitmesi için kapının tahtasını tıklattım ve işe koyuldum. Komik bir şey. Bina ne kadar iyi, aylık kirası ne kadar yüksek, kapıcı ne kadar becerikli olursa içindeki bir daireye girmek de o kadar kolaydır. Helis Kitchen’de kapıcısız tek odalı yerlerde oturanlar kapılarına beş altı tane sürgülü kilit takıp, yetmezmiş gibi, garanti olsun diye bir de Segal polis kilitlerini kullanırlar. Böyle döküntü yerlerde yaşayanlar uyuşturucu bağımlılarının kapılarını bir tekmede indireceğinden, haydutların, kilitlerinin silindirlerini bir yumrukta sökeceklerinden korktukları için kendilerini mümkün olduğu kadar sağlama almak isterler. Ama eğer bina öyle sıradan kapkaççı sanatçıları ürkütmek için yapılmışsa, o zaman kiracıların çoğu mal sahibinin kilidinin yanına bir ikincisini yerleştirmeyi akıllarına bile getirmezler.

Bu defa mal sahibi bir Rabson takmıştı. Bir Rabson kilidinin pek öyle külüstür bir yanı yoktur. Rabson gayet iyi bir kilittir. Ama ben de iyiyimdir doğrusu. Kilidi açmam sanırım bir dakikamı aldı. Bir dakika uzun da olabilir kısa da, önemli de olabilir önemsiz de. Eğer sizin olmayan bir dairenin kilidine maymuncuk sokuyorsanız ve o altmış saniye içinde koridordaki herhangi bir kapının açılabileceğini, meraklı birinin ne yaptığınızı soracağını da bilirseniz gerçekten çok uzundur. Kapılardan açılan olmadı, asansörden de kimse inmedi. Ben de hassas bir biçimde su verilmiş çelik aletlerimle yaratıcı şeyler yaptım, pimler itildi, kilit mekanizması döndü ve sürgü geriye çekildi. O.zaman tuttuğum soluğumu bırakıp taze bir soluk aldım. Sonra maymuncuğumla biraz daha oynayıp sürgüden sonra çocuk oyuncağı gibi gelen yaylı kilidi açtım. Kilidin dili geriye giderken her kilit açışımda duyduğum o küçük heyecan dalgasını hissettim yine. Kolu çevirip ağır kapıyı bir santim kadar içeri doğru ittim. Şimdi gerçekten’ heyecanlıydım.

Kapının öte yanında ne olacağını asla kesin olarak bilemezsiniz. Bu işi heyecanlı yapan şeylerden biri budur ama aynı zamanda ürkütücü de yapar ki, işi kaç kere yapmış olursanız olun o ürküntüyü hep hissedersiniz. Ancak kilit bir kere açıldı mı, yüzme havuzuna giren yaşlı bir kadın gibi kapıyı öyle duraklaya duraklaya açamazsınız. Ben de bir kerede açtım ve içeri girdim. Oda karanlıktı. Kapıyı arkamdan kapattım, sürgüyü ittim, cebimden bir fener çıkartıp çevreme tuttum. Perdeler kapalıydı. Bu da odanın o zifiri karanlığını açıklıyordu. Bu, aynı zamanda karşıdaki binadan görülme korkusu olmadan ışıkları açabileceğim demekti. 311 numaralı daire Altmış Yedinci Sokak’a bakıyordu ama perdeler kapalı olduğu sürece boş bir duvara bakıyor da denebilirdi. Kapının yanındaki düğme Tiffany tipi iki sehpa abajurunu yaktı. Bana taklit gibi geldilerse de, yine de hoş şeylerdi. Odanın içinde dolaşarak havasına alışmaya çalıştım. Bunu her zaman yaparım. Güzel bir odaydı.

Epey geniş, beş metreye sekiz metre kadar. Parıl parıl cilalı meşe parke üzerinde Doğu işi iki halı. Büyüğü Çin halisiydi, küçüğü, pek emin değilsem de, Buhara olabilirdi. Halılar hakkında daha fazla bilgim olması gerekir ama çalmak güç olduğu için hiç öğrenme zahmetine girmedim. Doğal olarak önce çalışma masasına gittim. Bu meşe ağacından, masif bir on dokuzuncu yüzyıl işi, üstü kepenkli masaydı ki, bu tiplerden hoşlandığımdan zaten ilk yaklaşacağım şeydi. Ancak bu durumda dairede olmamın nedeni özellikle o masanın çekmecelerinden ya da bölmelerinden birindeydi. O armut biçimli ve kaçamak bakışlı adam öyle demişti ve sözünden kuşkulanmam için bir neden yoktu. O çikolata renkli gözlerini sol omzumun ötesine nişanlayarak “Kocaman eski bir masa var” demişti. “Üstü kepenkli olanlardan. Kepenkli masa derler.” “Doğrusu adını iyi uydurmuşlar” demiştim. Sözümü duymazdan gelmişti. “Odaya girer girmez göreceksin zaten. Kocaman bir şey.

Kutuyu o masada saklıyor.” Küçük ellerini açarak söz konusu kutunun boyutlarını göstermişti. “Şu kadar. Bir puro kutusu boyunda. Belki biraz daha büyük, belki de daha küçük. Ben puro kutusu boyu diyorum işte. Mavi renkli.” “Mavi.” “Mavi deri. Deri kaplı yani. Herhalde derinin altı tahtadır. Safı deri değil yani. Derinin altında ne olduğu önemli değil. Önemli olan kutunun içindeki.” “Kutunun içinde ne var?” “Önemli değil.

” Yüzüne bakıp bu oyunda hangimizin Abbott ve hangimizin Costello olduğunu sormaya hazırlandım. Kaşlarını çattı. “Kutunun içindekinin değeri senin için beş bin dolardır. Birkaç dakikalık bir iş için beş bin dolar. Kutunun içinde ne olduğuna gelince, kutu kilitlidir.” “Anlıyorum.” Bakışları sol omzumun üzerindeki havadan sağ omzuma kayarken yol üstünde horgörüyle gözlerimin üzerinde durakladı. “Kilitler herhalde senin için önemli değildir.” “Kilitler benim için çok önemlidir.” “Bu kilidi, kutunun kilidini açmayacaksın.” “Anlıyorum.” “Açman senin için iyi olmaz. Bana kutuyu getirirsin, paranın geri kalanını alırsın ve herkes mutlu olur.” “Şimdi ne yaptığını anladım” dedim. “Ha?” “Beni tehdit ediyorsun.

Ne kadar da ilginç.” Gözleri irileşti ama yalnızca bir anlığına. “Tehdit mi? Asla. Öğüt ve tehdit arasında dünyalar kadar fark vardır. Seni tehdit etmek aklımın ucundan bile geçmez.” “Eh, mavi deri kutunu açmak da benim aklımdan geçmez.” “Deri kaplı.” “Evet.” “Pek farkı yok ya.” “Sanmam. Nasıl mavi?” “Ha?” “Koyu mavi, açık mavi, kuş yumurtası mavisi, Prusya mavisi, kobalt mavisi, toz mavi. Ne renk?” “Ne fark eder ki?” “Yanlış mavi kutuyu getirmek istemem.” “Sen orasını merak etme, evlat.” “Nasıl istersen öyle olsun.” “Mavi deri kutu olsun da.

Açılmamış olarak.” “Anlaşıldı.” O konuşmadan bu yana saatlerimi kutuyu açıp açmayacağımı düşünerek geçirmiştim. Her kilidin benim için bir kışkırtma olduğunu bilirdim ve belirli bir kilidi açmamaya uyarıldığımda, o kilidin benim için” çekiciliği kat kat artardı. Diğer yandan, artık çocuk değilim. Đnsan birkaç kere içeri girdi mi, fikirlerinin gelişmesi beklenir ve mavi kutuyu açmada kârdan çok tehlike olduğu anlaşılıyorsa… Ama bu soruyu nasıl çözümleyeceğime karar vermeden kutuyu bulmam ve ondan önce de masayı açmam gerekiyordu ki, bunu yapmaya henüz hazır değildim. Önce odanın havasını içime sindirmek istiyordum. Bazı hırsızlar, tıpkı bazı âşıklar gibi, bir an önce girip çıkmak isterler. Diğerleri malını çaldıkları insanın psikolojisini öğrenmeye, evlerinden.onların zihinsel bir profilini çıkarmaya çalışırlar. Ben biraz farklı çalışırım. Đçinde bulunduğum çevreye uymak için kendime bir yaşam yaratmak isterim. Şimdi de bu daireyi ele alıp J. Francis Flaxford’un meskeninden, bendeniz Bernard Grimes Rhodenbarr’ın kutsalların kutsalı meskenine dönüştürdüm. Koyu yeşil deri döşenmiş kocaman bir koltuğa yerleştim, ayaklarımı taburesine uzattım ve yeni yaşantıma keyifle göz geçirdim.

Duvarlarda, süslü altın yaldızlı çerçevelerde, eski yağlıboya tablolar. Fırçayı daha az ünlü bir el tutmuşsa da, Turner’e çok şey borçlu olan küçük bir manzara. Eş oval çerçeveler içinde iki eski portre, bir tek kül parçasının bile bulunmadığı şöminenin üzerinde düşünceli bakışlarla birbirlerini süzen bir kadınla bir erkek. Flaxford’un ataları mı? Herhalde değildi ama o onları öyle yutturmaya mı çalışıyordu? Önemli değildi. Onlara kendi atalarım deyip haklarında inanılmayacak hikâyeler uydurabilirdim. Şöminede bir ateş yanar ve odaya sıcak bir parıltı yayardı. Ben de bir kitap ve bir kadehle, hatta belki de ayaklarımın dibinde bir köpekle, bu koltukta otururdum. Đri bir köpek, iri ve yaşlı bir köpek, öyle ani hareket etmeyip sık sık havlamayacak bir hayvan. Belki de en iyisi doldurulmuş bir köpek… Kitaplar. Koltuğumun yanında bir yer abajuru vardı ve ampulü okuma yüksekliğindeydi. Koltuğun arkasındaki duvar kitap raflarıyla doluydu ve koltuğun yanında o küçük döner kitap raflarından bir tane duruyordu. Koltuğun öte yanında alçak bir sehpa üzerinde gümüş bir sigaralık ve kristal bir kül tablası vardı. Tamam. Burada epey kitap okurdum, ama nitelikli eser-lef, öyle modern pislikler değil. Belki de o meşin kaplı ciltler göstermelikti ve sayfalan açılmamıştı bile.

Ama ben burada yaşıyor olsaydım, durum çok farklı olurdu. Ve sehpanın üzerinde iyi marka bir konyak sürahisi dururdu. Hayır, iki sürahi, o geniş tabanlı gemi sürahilerinden, biri konyak, diğeri eski şarap dolu. Sigaralığı atınca onlara yer açılırdı. Kül tablası kalabilirdi, onun boyunu ve şeklini beğenmiştim, ayrıca pipo içmeye de başlayabilirdim. Geçmişte pipo hep dilimi yakmıştı ama belki de ayaklarım taburede, kitap elimde, şarap ve konyak yakınımda olup da şöminede gürül gürül bir ateş yanarken çağların bilgeliği arasında ilerledikçe… Bu hayal üzerinde birkaç dakika oyalanarak Bay Flaxford’un dairesinde geçireceğim yaşam hakkında bir iki şey daha düşündüm. Bunu yapmak sanırım saçma ve çocukça bir şey, bir zaman kaybı olduğunu da biliyorum. Ama bence bunun gerçekleştirdiği bir amaç var. Hissettiğim gerilimin bir kısmını alıp götürür. Başka birinin evine girdiğimde çok gergin olurum. Böyle hayal kurarak en azından kısa bir süre için kendimi evimde hissederim ki, bunun da yararını görürüm. Ancak bu işe ilk olarak bu nedenle başladığıma ya da neden devam ettiğime pek emin değilim. Harcadığım zaman pek fazla olamazdı, çünkü işe başlamadan eldivenlerimi giyerken saate bakmıştım, dokuzu yalnızca on yedi dakika geçiyordu. Ben doktorların giydiği ince ameliyat eldivenleri kullanırım ve ellerimin terlememesi için avuç içlerinde ve dışlarında daire biçimli parçalar keserim. Böylece diğer lastik eşyada olduğu gibi duyarlılığı pek kaybetmezsiniz ve içiniz de daha rahat olur.

Masanın iki kilidi vardı. Biri kepengin kilidiydi. Sağ üst çekmecede olan diğeri de bu çekmeceyle birlikte tüm diğer çekmeceleri de açıyordu. Anahtarları arasam herhalde bulurdum -pek çok kimse anahtarlarını masaya yakın bir yere saklarlar- ama her ikisini de kendi aletlerimle açmak hem daha çabuk hem daha kolaydı. Şimdiye kadar bana güçlük çıkaran bir masa kilidine rastlamış değilim. Bu ikisi de istisna değillerdi. Kepengi geriye ittim, bölmelere, küçük çekmecelere baktım. Her nedense atalarımız insanın işlerini düzene koymak için bu düzenleme sistemini pek verimli bulmuşlardı. Oysa bence böyle masaların orasına burasına sokuşturulan öteberiyi kocaman bir sandığa atıp ihtiyacın olduğunda karıştırıp bulman çok daha az zahmetli olurdu. Ama her şeyin bir yeri olması ve hepsinin de yerli yerinde olmasından zevk alan insanlar vardır sanırım. Bunlar ayakkabılarını dolapta yüksekliklerine göre dizen insanlardır. Ve otomobillerinin lastiklerini üç ayda bir değiştirmeyi hatırlayan ve haftanın bir gününü tırnaklarını kesmeye ayıran insanlar Kestikleri tırnakları ne yaparlar acaba? Masalarının gözlerinden birine mi saklarlar? Mavi deri kutu kepengin altında değildi ve armut biçimli müşterim küçük ellerini karşımdaki bölmelere ve küçük çekmecelere sığmayacak bir kutuyu gösterecek biçimde açmıştı. Bu yüzden öteki kilidi de açarak alt çekmeceleri kilitten kurtardım. Đnsanlar bilmem neden en önemli mallarını üst çekmecelere koyduklarından işe oradan başladım, çekmece çekmece mavi kutuyu arayarak aşağı kadar indim ve bulamadım. Çekmeceleri aceleyle karıştırdıysam da, o kadar da acele etmiş değildim.

Gayet iyi bir fikir olduğu için daireden mümkün olduğu kadar çabuk çıkmak istiyorsam da, içerde bulunabilecek başka parçalan da atlamak niyetinde değildim. Pek çok insan evde para bulundurur, bir kısmı da seyahat çeklerini, para koleksiyonlarını, kolay satılabilecek mücevherlerini ve Bloomingdales alışveriş torbasına kolayca girebilecek pek çok ilginç parçayı evlerinde saklar. Ben mavi kutuya karşılık alacağım dört bin dolan istiyordum -avans olarak aldığım bin dolar arka cebimde tatlı bir şişkinlik yaratmaktaydı- ama önüme çıkacak öteberiyi de kaçırmak istemiyordum. Bir sonraki yemeğinin nereden geleceğini düşünmeyen bir adamın evinde bulunuyordum ve eğer talihim yaver giderse, beş bin dolarlık garanti parayı önümdeki bir yıllık bakkaliye masraflarımı karşılayacak bir miktara dönüştürebilirdim. Çünkü artık gereğinden fazla çalışmaktan hoşlanmıyorum. Evet, heyecanlı bir iştir, zevklidir, bunu kabul ederim ama ne kadar çok çalışırsanız olasılıklar da o kadar kötüleşir. Belli bir miktar kapı açmanın sonunda yakalanmak kaçınılmazdır. Arada sırada tutuklanırsınız ve bunlardan bir kısmından yakayı sıyırmak imkânsız olur. Yılda beş altı iş yeter de artar bile. Birkaç yıl önce, henüz kendi kendime bazı şeyleri kanıtlamak zorundayken böyle düşünmezdim. Eh, insan yaşadıkça öğreniyor ve bu iş de genel olarak bu sırayı izliyor. Đki yandaki çekmeceleri hızla şöyle bir yokladım ve neler buldum dersiniz? Kâğıtlar, fotoğraf albümleri, herhalde hiçbir yere uymayan bir tomar anahtar, üç sentlik posta pulları (bilmem hatırladınız mı?), bir çift içi kürklü çocuk eldiveni, bir çift astarsız domuz derisi eldiven, annenizin sizi takmaya zorladığı tipten bir kulaklık, I949’da Buffalo’da Marine Trust Şirketi’nin çıkardığı sürekli bir takvim, bir oyun kâğıdı destesi boyunda bir incil, incil’den daha büyük olmayan bir deste oyun kâğıdı, herhalde içlerinde, hâlâ mektupları bulunan bir sürü zarf, son yirmi yılın tarihlerini taşıyan ve çürümüş lastik bantlarla tutturulmuş iptal edilmiş çekler, bir çocuğa atlama ipi yapacak kadar çok kıstırgaç, birkaç dolmakalem, bir iki keçe ve tükenmez kalem, hepsinin de uçları kırık bir sürü kurşun kalem… Ama ne para koleksiyonu, ne nakit para, ne seyahat çeki, ne hisse senedi, ne tahvil, ne yüzük, ne saat, ne değerli taş, ne altın külçesi, ne gümüş külçesi, ne üç sentlikten daha değerli pul ve ne de deri ya da başka bir maddeden mavi bir kutu. Mutlu değildim ama pes etmiş de değildim. Doğruldum, hafifçe içimi çektim ve Flaxford’un viskisini nerede sakladığını düşünmeye başladım ki, birden iş üstündeyken hiç içmediğimi hatırladım. Sonra masanın üstündeki sigaraları düşündüm ama o pis şeyleri de yıllar önce bıraktığım aklıma geldi.

Bunun üzerine bir daha içimi çekip çekmecelere bir daha göz atmaya karar verdim. Đnsanın bu kadar gereksiz eşyayla dolu bir masada, bir puro kutusu gibi kütlesi olan bir şey bile olsa, aradığını gözden kaçırması mümkündür. Saatime bakınca ona yirmi üç dakika kaldığını gördüm. Saat onda, haydi bilemediniz en geç on buçukta yola koyulmuş olmalıydım. Masayı bir daha araştırdıktan sonra gerekirse odadaki diğer mantıklı saklama yerlerini ve gerekirse kaç tane olursa olsun, diğer odaları da dolaşıp toz olmam gerekirdi. Biraz terlemeye başladıkları için ellerime pek bir yararı olmasa da şöyle bir üfledikten sonra tam işe koyuluyordum ki, kilitte bir anahtarın çevrildiğini duydum ve olduğum yerde donakaldım. Dairenin kiracısı J. Francis Flaxford’un en erken geceyarısına kadar dönmemesi gerekiyordu. Ama mavi kutunun da masada olması gerekiyordu. Kalçamı masaya dayayıp yüzümü kapıya çevirdim. Anahtarın dönüşünü, sürgünün sonra da yaylı dilin çekilmesini bekledim. Bir anlık bir sessizlik oldu. Sonra kapı.açıldı ve ellerinde namluları üzerime doğrulmuş tabancaları olan iki polis içeri daldı. “Sakin olun, yalnızca benim” dedim.

2 Kapıdan ilk giren polis çok genç ve yabancıydı. Ama sarkık yanakları, göbeği ve uzun bir burnu olan arkadaşını tanıdım. Adı Ray Kirschmann’dı ve namludan doldurma tüfek taşıdıkları günden beri New York emniyetindeydi. Birkaç yıl önce beni tutuklamıştı ve o zaman bana aklı başında biri olarak görünmüştü. Tabancasını indirerek genç arkadaşının silahının üstüne elini koydu. “Vay canına! Bayan Rhodenbarr’ın oğlu Bernard. Kaldır silahı, Loren. Bernie tam bir beyefendidir.” Loren silahını kılıfına sokup birkaç metreküp hava üfledi. Kendilerinin olmayan kapılardan girdiklerinde gerilim içine giren zavallılar yalnızca hırsızlar değildir. Eh, Ray de kapıdan içeri bu genç arkadaşından önce girecek değildi ya. “Merhaba, Ray” dedim. “Görüştüğümüze memnun oldum, Bernie. Yeni arkadaşım Loren Kramer’e bir merhaba de bakalım. Loren, bu Bernie Rhodenbarr.

” Merhabalaştık, tokalaşmak için elimi uzattım. Loren bu hareketime şaşırdı ve kemerinden sarkan kelepçelere davrandı. Ray güldü. “Tanrı aşkına! Kimse Bernie’ye kelepçe takmaz. Karşındaki o çılgın serserilerden biri değil, Loren, Bu, profesyonel bir hırsızdır.” “Ya.” “Kapıyı kapat, Loren.” . Loren kapıyı kapattı ama kilitlemedi -ben de biraz daha rahat ettim. Şimdiye kadar dikkati çekmemiştik. Komşular koridoru doldurmamışlardı. Gecenin kalan kısmını kendi çatımın altında geçirmeye kararlıydım. Kibar bir sesle, “Seni beklemiyordum, Ray” dedim. “Buraya sık sık gelir misin?” “Seni namussuz seni” diye sırıttı. “Yaşlandıkça çaptan düşüyorsun.

Otomobildeydik ve bir kadın kuşkulu sesler işittiğini bildirdi. Sen her zaman bir fare kadar sessizdin. Kaç yaşındasın, Bernie?” “Nisan’da otuz beşime basacağım. Neden sordun?” “Boğa mı?” diye sordu Loren. “Mayıs sonu. ikizler.” “Karım Boğa’dır” dedi Loren. Copunu kemerindeki yerinden çıkarmış, tempolu bir biçimde avcunun içine vuruyordu. “Neden?” diye sordum yine. Ben Ray’ın neden yaşımı sorduğunu soruyordum, Loren ise karısının doğduğu tarih nedeniyle Boğa olduğunu anlatıyordu ve Ray konuyu açtığına pişman görünüyordu. Loren’de karışıklık yaratan bir şey vardı. “Yaşlanmak seni çaptan düşürmüş” dedi Ray. “Gürültü yapmak, dikkati çekmek falan. Sen böyle değildin.” “Ben asla gürültü yapmam.

” “Bu geceye kadar.” “Bu geceden söz ediyorum. Ayrıca, daha yeni geldim.” “Ne zaman?” “Bilmem, birkaç dakika önce. En fazla on beş yirmi dakika olmuştur. Doğru adrese geldiğinden emin misin?” “Bir hırsızı işbaşında yakaladık, değil mi?” “Orası doğru. Ama bu daireyi belirttiler mi? 311?” “Numarayı vermediler, ama üçüncü katta sağ ön daire dediler. O da budur.” “Sağını solunu karıştıran pek çok insan vardır.” Ray bana baktı, Loren avcuna vurduğu copu düşürmeyi başardı. Copu kemerine bağlayan meşin bir kayış vardı ama kayış çok uzun olduğundan cop yere vurdu, Çin halısı üzerinde zıpladı. Ray ters ters bakarken Loren eğilip copu kaldırdı. “Bütün gece yaptığımdan daha fazla gürültü bu” dedim. “Bak, Bernie…” “Belki bunun üstündeki daireyi söylemek istemişlerdir. Belki de arayan kadın Đngiliz’di.

Onlar katları başka türlü sayarlar, Birinci kata zemin katı derler, böylece onların üçüncü kat dedikleri şey, üç merdiven, yani seninle benim dördüncü kat diyeceğimiz…” “Yeter.” Loren’e, sonra da yine Ray’e baktım. “Deli misin sen? Suçüstü yakalan biri olduğunu hatırlaman için sana haklarını okumamı ister misin? Senin neyin var böyle, Bernie?” “Ben buraya yeni geldim ve çıtım bile çıkmadı.” “Belki yandaki dairede bir kedi raftan bir saksı düşürmüştür ve biz de bir talih eseri yanlışlıkla buraya gelmişizdir. Yine de burada sen ve biz varız, değil mi?” “Doğru.” Acıklı olması gereken bir gülümsemeyle baktım yüzüne. “Talihiniz varmış. Bu akşam zenginim.” “Öyle mi?” “Çok zengin hem de.” “Đlginç” dedi Ray. “Anahtarı kapıcıdan mı aldınız?” “Evet. O gelip kapıyı açmak istedi ama biz görevi başında kalmasının daha doğru olacağını söyledik.” “Demek burada olduğumu ikinizin dışında bilen yok.” Polisler birbirlerine baktılar. Çok esaslı bir çelişki oluşturuyorlardı.

Ray eski üniforması içinde, Loren’inkiyse temiz ve ütülü. “Doğru” dedi Ray. “Her ne işe yararsa?” “Ya?” “Bu bizim için iyi bir tutuklama olur. Đkimizin de buna ihtiyacımız var. Hatta bir takdirname bile alabiliriz.” “Bırak bu ağızları” dedim. “Her zaman mümkündür.” “Beni sen kendi girişiminle yakalamadın ki. Telsizde bir ihbar duyup geldin. Kimsenin sana madalya falan vereceği yok.” “Eh, orada haklı olabilirsin” dedi Ray. “Ne diyorsun, Loren?” “Eh!” Loren copunu avcunun içine vurarak düşünceli bir tavırla alt dudağını ısırdı. Cop üstüne başına kıyasla epey eski ve kullanılmıştı. Onu sık sık ve Çin halısından daha sert yerlere düşürdüğünü düşündüm. “Ne kadar zenginsin bakalım, Bernie?” Pazarlık etmenin anlamı yoktu.

Genelde cebimde bin dolar taşırım ve şimdi de o kadar vardı işte. Sol arka cebimdeki on tane yüzlük bu iş için aldığım avanstı ama tümünü polis dostlarıma versem bile yalnızca taksi paramla birkaç saatimi kaybetmiş olurdum. Kaçamak bakışlı dostum bin dolar kaybedecekti ama bu da onun talihsizliğiydi. “Bin dolar” dedim. Ray Kirschmann’ın yüzüne dikkatle baktım. Daha fazla istemeyi düşündü ama sonunda en yükseğe çıkmış olduğunu anlamış olmalıydı. Ve yalnızca ikiye bölüneceği için bunun tatmin edici bir rakam olduğu kuşkusuzdu. “Đyiymiş” dedi. “Üzerinde mi?” Parayı çıkartıp verdim. Banknotları şöyle bir sallayıp pek de göstermemeye çalışarak gözleriyle saydı. “Buradan bir şey aldın mı, Bernie? Çünkü kimse olmadığını rapor edersek ve sonra da kiracısı bir hırsızlık bildirirse, pek hoş olmaz, değil mi?” Omuzlarımı silktim. “Siz gelmeden gittiğimi iddia edebilirsiniz. Ama buna gerek kalmayacak. Çalmaya değer bir şey bulamadım, Ray. Buraya yeni geldim ve yalnızca masaya e! sürdüm şimdiye kadar.

” “Üzerini arayabiliriz” dedi Loren. Ray de, ben de öyle bir baktık ki, normalinden çok daha koyu bir pembeliğe büründü suratı. “Yalnızca bir fikirdi” dedi. Kendisine burcunun ne olduğunu sordum. “Başak” dedi. “Boğa ile uyuşur.” “Đkisi de toprakla ilgili. Dengeli” dedi. “Bence de öyle.” “Astrolojiye meraklı mısın?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir