Barnegat Kıtabevi’nde o gün işler pek hafifti ama aslında çoğu gün öyledir ya. Eski kitap satanlar ağır tempolu ve basit bir yaşamı hayal etmezler. Onu zaten yaşıyorlardır. O günün iki önemli anı vardı ve talihe bakın ki, ikisi de aynı anda geldi. Bir kadın bana bir şiir okudu, bir adam da bir kitap satmaya kalkıştı. Şiir Marion Carolyn Davies’in “Üçüncü Oregon’dan Smith’in Ölümü”ydü. Okuyan kadın da ince vücutlu, taptaze yüzlü, uzun kirpikli.ve başını ancak tüylü bir dostundan öğrenmiş olacağı biçimde yana yatırma huyu olan bir yaratıktı. Küçük, biçimli, yüzüksüz parmaklı ve ojesiz tırnaklı elleri arasında, Macmillan Yayınları’nın 1918’de basmayı uygun gördüğü Bayan Davies’in ilk kitabı olan Drums in Our Street’in bir kopyası vardı. Ve şiiri bana okudu. “Oregon’da güz – bir daha görmeyeceğim O tepeleri, Willamette’te yağmuru ve o mavi lekeyi.Yürürken Bir tek çulluk bile havalanmayacak, Duymayacağım başımın üzerinde Tembelce, güvenle dolaştığını…” Aslında ben de epey tembel ve insanlara güvenen biriyim ama yine de en son gelen müşterimin bulunduğu Felsefe ve Din bölümüne soğuk bir nazarla bakmaktan kendimi alamadım. Adam irikıyım biriydi, otuz otuz iki yaşlarında olmalıydı, ayağında düz Frye botları,, bacağında önü düğmeli bir Levi’s, açık kahve fitilli kadife ceketinin altında daha koyu kahve bir gömlek vardı. Bağa çerçeveli gözlük. Ceketin dirseklerinde deri yamalar. Titizlikle taranmış bir sakal. Hiç taranmamış kumral saçlar. Bu saçma rüya burada erince sona Đnsanlar gidecekler her sokağına güllerin Döküldüğü ve her günün Bayram olduğu evlerine…. Her nedense gözlerimi adamın üzerinden ayıramıyordum. Bu belki de adamda her an kapıya doğru süzülecekmiş gibi bir havada olmasındandı. Belki de elindeki evrak çantasındandı. Brenda ve Strand’da torbalar ve çantalar kapıya bırakılırdı ama müşterilerimin çantalarını yanlarında taşımalarına izin vardı ve bu yüzden kimi zamanlar çantalar çıkışlarında giriştekinden daha ağır olurlardı. Elden düşme kitap işi zaten istikrarsızdır ve insanın stoğunun kapıdan öyle çıkıp gitmesi hiç hoş bir şey değildir doğrusu. O çitlerden renklerin damladığını görmeyeceğim, ne de eski limanda Yükselen bir gemi direğini. Ölmek üzere olduğumu söylüyorlar belki de o yüzden hepsi gözlerimin önünde: Oregon’da güz ve uçan çulluklar… Kadın takdirle içini çekti, küçük kitabı kapayarak bana uzattı ve fiyatını sordu. Kitabın baş sayfasına kurşunkalemle yazılı fiyata, sonra da tezgâha iliştirdiğim vergi cetveline baktım. Son zamlarla satış vergisini ğ 8,25’e çıkarmışlardı ve bu tür hesapları kafasından yapan insanlar varsa da, herhalde onlar maymuncuk kullanmayı bilemezlerdi. Allah hepimize ayrı ayrı yetenekler verir ve biz de bunları kullanmak için elimizden geleni yaparız. “On iki dolar” dedim. “Vergisi de doksan dokuz sent.” Kadın tezgâhın üstüne bir onlukla üç birlik koydu, ben de kitabı bir kâğıt torbaya koyarak ağzını bir parça yapışkan bantla tutturdum ve ona bir sent verdim. Parayı alırken ellerimiz bir an birbirine değdi ve hafif bir elektriklenme oldu. Öyle güçlü, insanı devirecek bir şey değil ama yine de bir şey olmuştu ve kadın başını yana yatırdı gözlerimiz bir anlığına birleşti. Romantik aşk yazarları aramızda geçen sessiz iletişimden söz edebilirlerdi ama bu da saçmalıktan başka bir şey olmazdı. Aramızdan yalnızca bir adet sent geçmişti. Öteki müşterim Matthew Gilligan’ın The Catogrammatic vs. the Syncogrammatic adlı meşin kaplı cildini gözden geçirmekteydi. Bay Litzauer dükkânı bana sattığından beri kitap oradaydı ve ara sıra rafların tozunu almasaydım yerinden kaldırılacağı da yoktu. Herif eğer bir şey çalacaksa bari onu götürsün, diye düşündüm. Ama Mary Carolyn Davies benim ufak tefek şiir âşığımla kapıdan çıkarken adam da Peder Gilligan’ı rafa geri koydu. Kadın eşiğimi terk edene kadar arkasından baktım. Üzerine bir tayyör takım ve erik ya da ahududu ya da bu yıl adına ne renk diyorlarsa, ondan bir de şapka giymişti ve bu renk de doğrusu kendisine pek yakışmıştı. Sonra bakışlarımı, benim bulunduğum tezgâha doğru yaklaşarak bir elini tezgâhın üzerine koyan adama çevirdim. Sakalının ardından görünebildiği kadar yüz ifadesi tedbirliydi. Bana kitap satın alıp almadığımı sordu. Sanki pek konuşma fırsatı bulamıyormuş gibi sesi paslıydı. Eğer satabileceğime inandığım kitap olursa satın aldığımı söyledim. Evrak çantasını tezgâhın üzerine yerleştirdi, açtı. Đçinde bulunan tek bir büyük cildi çıkararak bana uzattı. Kitabın adı Lepidopterae, yazarı da Francois Duchardin’di. Konusu: Eski Dünya’nın kelebekleri. Konu Fransızca olarak (tahminimce) gayet kapsamlı bir biçimde ele alınmıştı ve çok gösterişli renkli sayfalarla süslenmişti. Ben sayfaları karıştırırken, “Baş sayfası eksiktir” dedi. “Diğer elli üç resimli sayfa sağlamdır.” Başımı sallayarak bir sayfayı dolduran kırlangıç kuyruklu kelebeklere baktım. Çocukken evde yaptığım bir ağla bu yaratıkları kovalar, onları bir kavanoz içinde öldürür, kanatlarını yayarak iğnelerle puro kutularına tuttururdum. Bu tür garip davranış için bir nedenim olmalıydı ama doğrusu bunun ne olabileceğini hayal bile edemiyordum. “Basma resim satanlar bu kitapları parçalarlar” dedi. “Ama bu o kadar iyi durumda ki, bir eski kitapçıya gitmesinin doğru olacağını düşündüm.” Bir daha başımı sallayarak baktım kelebeklere. Biri bir cecropia idi. Adlarını bildiğim bir o vardı, bir de luna. Eskiden başkalarını da bilirdim. Kitabı kapatarak kaç para istediğini sordum. “Yüz dolar” dedi. “Resimlerin sayfası iki dolardan aza gelir. Bir resim satıcısı sayfasına beş ile on dolar ister ve bunu dekoratörlerden kolayca da alabilir.” “Olabilir” dedim. Elimi kitabın üstündeki New York Halk Kütüphanesi damgasının üzerinde dolaştırdım. Sonra kitabı bir daha açarak Ödünç damgasını aradım. Kütüphaneler kimi zaman tıpkı müzeler gibi bazı kitaplarını elden çıkarırlar; ancak Lepidopterae böyle bir davranışa maruz kalacak bir kitaba pek benzemiyordu. Anlayışlı bir sesle, “Đade edilmeyen kitapların cezaları her gün biraz daha kabarır” dedim. “Ama arada sırada af günleri ilan ederler, o günlerde geri götürülen kitaplardan ceza almazlar. Cezalarımızı hiç itiraz etmeden ödeyen bizler için haksızlık ama o yolla da kitaplar yeniden tedavüle çıkar ki, önemli olan da bu değil mi?” Kitabı bir daha kapatarak açık duran çantasının içine bıraktım. “Ben kütüphane malı kitap satın almam.” “Başkası alır.” “Bundan hiç kuşkum yok.” “Kendi Ödünç mührü olan bir kitapçı tanıyorum.” “Ben de vidaları çekiçle çakan bir marangoz tanıyorum” dedim. “Her mesleğin kendine göre bir hilesi vardır.” “Bu kitap dolaşıma çıkmadı bile. Referans bölümünde kilitli bir vitrindeydi, yalnızca özel istekle görülebilirdi. Değeri yüzünden halkın kitaba erişmesini önlemişlerdi. Kütüphanenin halka hizmet için kurulduğu sanılır, oysa onlar kendilerini müze olarak görüp en iyi kitaplarını halktan saklıyorlar.” “Ama bunun bir işe yaramadığı anlaşılıyor.” “Efendim?” “Sizi bundan uzak tutamamışlar.” Birden sırıtarak çarpık da olsa tertemiz dişlerini gösterdi. “Ben oradan her istediğimi çıkarabilirim.” “Sahi mi?” “Bir kitap söyleyin, alıp getireyim. Eğer iyi fiyat verirseniz o taş aslanlardan birini bile getirebilirim.” “Burası şimdilik biraz kalabalık, pek yer yok.” Parmağıyla Lepidopterae’ye vurdu. “Bunun işinize yaramayacağından emin misiniz? Fiyatta biraz indirim yapabilirim sanıyorum.” “Ben doğa tarihi konusunda pek iş yapamam. Ama önemli olan o değil. Kütüphane kitaplarını gerçekten almıyorum.” “Yazık. Ben de yalnızca onları satarım.” “Bir uzmansınız desenize.” Başını salladı. “Satıcılardan, iki yakasını bir araya getirmeye çalışan bağımsız işadamlarından asla bir şey çalmam. Bir koleksiyoncudan da. Ama kütüphaneler…” Omuzlarını dikti. “Bir zamanlar doktora öğrencisiydim. Uyuyor değilsem mutlaka kütüphanede olurdum. Halk kütüphaneleri, üniversite kütüphaneleri. Londra’da on ay kaldım ve British Museum’dan dışarı çıkmadım. Kütüphanelerle özel bir ilişkim vardır. Sanırım buna bir sevgi nefret ilişkisi diyebilirsiniz.” “Anlıyorum.” Çantasını kapayıp kilitledi. “British Museum’un kütüphanesinde iki Gutenberg Đncili var. Eğer birinin kaybolduğunu gazetelerde okursanız kimin aldığını bileceksiniz.” “Ne yaparsanız yapın, ama onu sakın buraya getirmeyin” dedim. Bir iki saat sonra Bum Rap’ta oturmuş Perrier’mi yudumlarken olanları Carolyn Kaiser’e anlatıyordum. “Aklıma gelen tek şey, bunun Hal Johnson’a göre bir iş olduğu” dedim. “Kim?” “Hal Johnson. Kütüphanenin iade zamanı geciken kitapları kovalaması için tuttuğu eski bir polis.” “Bu işi eski bir polise mi verdiler?” “Gerçek yaşamda değil” dedim. “Hal Johnson James Holding’in hikâyelerindeki bir karakterdir, iade süresi geçmiş bir kitabın peşine düşer ve kendini çok daha ciddi olayların içinde bulur.” “Ve sanırım hepsini de çözer.” “Elbette. Hal Johnson aptal değildir. O kitap anılarımı canlandırdı doğrusu. Çocukken kelebek toplardım.” “Söylemiştin.” “Kimi zaman kozalar bulurduk. Bir cecropia kelebeği görünce aklıma geldi. Okulun yanında sazlık vardı ve cecropia kelebekleri de kozalarını onlara tuttururlardı. Kozaları toplayıp kavanozlara doldurur, kelebeklerin çıkmasını beklerdik.” “Sonra ne olurdu?” “Genellikle hiçbir şey. Kozalarımın birinden bile kelebek çıktığını sanmıyorum. Her tırtıl kelebek olmaz.” “Her kurbağanın prens olmadığı gibi.” “Ne kadar da doğru.” Carolyn martinisini bitirdi ve garson kadına bir tane daha getirmesini işaret etti. Benim daha epey Perrier’m vardı. Doğu Onbirinci Sokak ile Broadway’in köşesindeki Bum Rap barındaydık. Bar, Barnegat Kitabevi ile Carolyn’in köpek yıkayarak geçimini sağladığı Fino Fabrikası’ndan yalnızca yarım blok ilerdeydi. Carolyn’in mesleği ego tatmini konusunda pek yararlı değilse de, sosyal olarak kütüphane soymaktan daha yararlı bir şeydi. “Perrier” dedi Carolyn. “Ben Perrier’yi severim.” “Ama bu markası ünlü bir sudan başka bir şey değil ki.” “Öyle.” “Bu gece iş mi planlıyorsun?” “Biraz koşacağım” dedim. “Sonra biraz oyalanırım belki.” Bir şey söyleyecekken garson kadın martinisini getirince sustu. Kadın sımsıkı blucin ve cırtlak pembe bluzlu boyama bir sarışındı. Carolyn kadını gözleriyle bara kadar izledi. “Fena değil” dedi. “Senin âşık olduğunu sanıyordum.” “Garson kadına mı?” “Vergi planlamacısına.” “Ha, Alison.” “Son duyduğumda başbaşa bir vergi gecesi düzenleyecektiniz.” “Ben saldırı planlıyorum, o savunma. Dün gece birlikte çıktık. Cornelia Sokağı’ndaki Jan Wallman’a gidip üzerinde sos olan balığa benzer bir şey yedik.” “Unutulmaz bir yemek olmuş olmalı.” “Ayrıntılara gelince berbat bir belleğim vardır. Epey beyaz şarap içtik ve Stephen Pender’in arka arkaya söylediği romantik baladları dinledik, sonra benim evime gidip biraz Drambuie içip radyoda WNCN istasyonunu dinledik. Chagall’ıma hayran kaldı, kedilerimi okşadı. En azından birini. Archie kucağında oturup mırıl mırıl mırıldandı. Ubi ise yanaşmadı bile.” “Peki, ne aksilik oldu?” “O siyasal ve ekonomik bir lezbiyenmiş.” “O da ne demek?” “Feminizme olan bağlılığının bir parçası olarak erkeklerle cinsel ilişkiden kaçınmanın siyasal olarak gerekli olduğuna inanıyor. Fiziki olarak da hâzır olmadığından kadınlarla d yatmıyor.” “Geriye ne kaldı? Tavuklar mı?” “Geride kalan duvarlara tırmanan ben oluyorum. Onu içirip iknaya çalıştım ama bir yere varamadım.” “Đyi ki erkeklerle çıkmıyormuş. Yoksa herhalde kendisini cinsel bakımdan sömürmeye çalışırlardı.” “Evet, erkeklerin o tür pislikleri var. Kötü bir evlilik geçirmiş ve o yüzden erkeklere karşı epey öfkeli. Ve mesleğinde öyle tanındığı için eski kocasının soyadını da bırakamıyor. Kolay da bir ad: Warren. Kendisinki Ermenice olduğu için vergi planlaması yapmaktan çok halı satsaydı işe yarardı. Aslında vergi falan planladığı da yok ya, vergileri Kongre planlar. Tahminim o daha çok vergi kaçırmayı planlıyor.” “Ben de aynı şeyi yapmayı planlıyorum.” “Ben de. Eğer o kadar güzel biri olmasaydı canı cehenneme derdim ama sanırım bir kere daha deneyeceğim. Ama ondan sonra canı cehenneme diyeceğim, ha!” “Bu gece görüşecek misiniz?” Başını salladı. “Bu gece barları dolaşacağım. Bir iki kadeh, biraz eğlence, belki talihim yaver gider. Böyle şeyler görülmemiş değildir.” “Dikkatli ol.” Yüzüme baktı, “Sen dikkatli ol” dedi. Metroyla eve dönüp naylon şortumu ve koşu ayakkabılarımı giyerek Riverside Park’ta yarım saatlik bir koşuya çıktım. Eylül ortalarındaydık, New York Maratonu’na bir aydan biraz fazla vardı ve park koşanlarla doluydu. Bazıları benim gibi haftada üç dört kere üç dört mil koşanlardı. Diğerleri maraton antrenmanındaydılar ve haftada elli altmış mil koşarlardı ki, koşmak onlar için Ciddi Đş’ti. Wally Hemphill de onlardan biriydi ama bir uzun bir kısa koşu programı yapardı. O gece dört mil koşacağından birlikte koşmaya başladık. Wallace Riley Hemphill otuz yaşlarında yeni boşanmış bir avukattı. Oysa evlenmiş olabilecek kadar bile büyük göstermiyordu. Long Island’ın doğusunda bir yerde doğup büyümüştü ve şimdi Columbus Caddesi’nde oturuyor, modellerle ve artistlerle çıkıyor ve Maraton’a hazırlanıyordu. Batı Otuzlu sokakların birinde tek kişilik bir yazıhanesi vardı. Koşarken kendisini bir boşanma davasında temsil etmesini isteyen bir kadından sözediyordu. “Evrakları hazırladım ve sonra anladım ki, kadın evli bile değilmiş. Hatta kimseyle yaşamadığı gibi erkek arkadaşı da yokmuş. Ama böyle bir geçmişi varmış. Arada sırada kafasının sigortası atar, bir avukat bulup boşanma işlemlerini başlatırmış.” Ona kütüphaneler konusunda uzman olan kitap hırsızını anlattım ben de. Çok şaşırmıştı. “Kütüphaneden kitap mı çalıyormuş? Yani bunu yapan insanlar var mı demek istiyorsun?” “Her yerden her şeyi çalacak insan vardır” dedim. “Ne dünya ama” diye söylendi. Koşumu bitirdim, biraz gerinme hareketleri yaptıktan sonra Yetmişbirinci Sokak ile West End Caddesi köşesindeki apartmanıma yürüdüm. Soyundum, duş yaptım, bir iki gerinme hareketi daha yaptıktan sonra uzanıp bir süre kestirdim. Kalkınca iki telefon numarasını sırayla çevirdim. Birincisine yanıt veren olmadı. Đkincisi iki üç çalıştan sonra açıldı ve açan kişiyle kısaca konuştum. Sonra yine birinci numarayı arayarak tam on iki kere çaldırdım. On iki çalış bir dakika sürer ama telefon eden siz olduğunuzda daha uzunmuş gibi gelir, ve biri sizi arıyor, siz de telefonu açmıyorsanız, bir buçuk saattir çalmakta olduğunu sanırsınız. Eh, buraya kadar iyiydi. Kahverengi elbise ile lacivert arasında bir seçim yapmak zorundaydım, sonunda laciverdi seçtim. Hep aynı şeyi yaparım ve bu gidişle yakaları gene moda olunca kahverengi takım yepyeni kalmış olacak sanırım. Mavi bir gömlek giydim ve iyi bir Đngiliz alayından terhis olduğumu gösterecek çizgili bir kravat seçtim. Kravat bir Amerikalı için ancak bir içtenlik ve mali dürüstlük işareti olabilirdi. Düğümü ilk keresinde doğru oturttum ve bunu da hayırlı bir işaret olarak kabul ettim. Lacivert çoraplar. Siyah mokasenler, koşu ayakkabıları kadar rahat değilse de, daha uygun. Ve ısmarlama yaptırılmış tabanlıklarımı yerleştirince onlar da pek rahat oldu. Kitap hırsızınkinden daha dar ve daha modaya uygun olan bej Ultrasüete çantamı da aldım. Çantanın bölmelerini meslek aletlerimle doldurdum sonra: Avuçları kesilmiş bir çift lastik eldiven, çeşitli çelik çubuklar, bir rulo yapışkan bant, ince bir kalem fener, bir cam kesici, biri selüloitten diğeri yay çeliğinden iki düz parça ve diğer öteberi. Yolum kesilip de çantam aranacak olsa valinin konuğu olarak uzun bir tatil geçireceğim kuşkusuzdu. Bunu düşününce midemde bir düğümleme oldu ve akşam yemek yemediğime sevindim. Yine de, taş duvarları ve demir parmaklıkları düşünerek irkilirken parmak uçlarımda o alışkın olduğum ürperti vardı ve kanım damarlarımda daha hızlı dolaşmaya başlamıştı. Allah’ım, böyle çocukça tepkilerden artık kurtulmama yardım et ama lütfen o kadar da çabuk değil. Evrak çantama bir de çizgili not defteri yerleştirdim, ceketimin iç cebine bir iki kalemle ince bir deri kaplı not defteri soktum. Dış cebimdeki mendili çıkardım, katlayıp yine yerine koydum. Asansöre doğru yürürken bir telefon çaldı. Bu benimki de olabilirdi. Ama dönüp açmadım. Aşağıda kapıcım bana saygılı bir bakışla baktı. Ben daha çağırmak için elimi kaldırmadan kapı önünde bir taksi durdu, Kabak kafalı sürücüye Beşinci Cadde’de Yetmiş altı ile Yetmiş yedinci Sokak arasında bir adres verdim. Adam Central Park’ın ortasından geçen Yetmiş beşinci Sokağı seçti, o beyzboldan ve Arap teröristlerden söz ederken ben de milleri arkalarında bırakan koşucuları seyrettim. Ben işe giderken onlar eğlencedeydiler ve bu hobileri şimdi bana ne kadar da boş geliyordu. Taksiyi gideceğim yerden yarım blok önce durdurdum, adamın parasını verip indim ve yürümeye başladım. Beşinci Cadde’de karşı kaldırıma geçtim, otobüs durağındaki kalabalığa karışıp Aşılmaz Kale’ye iyice baktım. Orası gerçekten de bu ada layıktı, iki savaş arasında yapılmış, parka bakan yirmi iki katlı kocaman bir apartman blokuydu. Mimarı binaya Şarlman adını takmıştı ve daireleri zaman zaman Sunday Times’ın Emlak sayfalarında çıkardı. Daireler şimdi altı rakamlı bedellerle el değiştiriyordu ve bunlar gerçekten yüksek altı rakamlı miktarlardı. Ara sıra birinin, örneğin bir para koleksiyoncusunun adını duyar ve gelecekte işime yarar diye bir kenara not ederdim. Sonra onun Şarlman’da oturduğunu öğrenince dosyalarımdan siler atardım. Çünkü bu, bütün malını banka kasasında! saklıyor olmaktan farksızdı. Şarlman’ın bir kapıcısı, bir yöneticisi, içlerinde kapalı devre televizyon kameraları olan personeli asansörleri vardı. Diğer kapalı devre kameralar da servis kapısını, yangın kapılarını ve Tanrı bilir daha nereleri izliyorlardı ve yöneticinin önünde altı yedi ekranlık bir konsol vardı Şarlman güvenliği bir fetişe dönüştürmüştü ve onları çok iyi anlıyorsam da, bu tavırlarını onaylamam beklenemezdi. Bir otobüs geldi ve yolculardan çoğunu alıp götürdü. Işık kırmızıdan yeşile geçti. Hırsızlık aletleriyle dolu çantamı yüklenerek karşıya geçtim. Benim apartmanımın kapıcısı Şarlman’ın kapıcısı yanında Times Meydanı’ndaki bir erotik film göstericisinin çığırtkanı gibi kalırdı. Bunun bir Ekvadorlu amiralden çok sırması ve en az onun kadar kendine güveni vardı. Burnumdan ayakkabılarıma kadar beni inceledi ve gayet sakin bir biçimde etkilenmemiş olarak kaldı. “Bernard Rhodenbarr” dedim. “Bay Onderdonk beni bekliyor.” 2 Kapıcı benim sözümle yetinmedi kuşkusuz. Beni yöneticiye devrederek herhangi bir güçlük çıkarmam olasılığına karşılık bir kenara çekilip beklemeye başladı. Yönetici dahili telefondan Onderdonk’u aradı, gerçekten beklendiğimi saptadı ve beni asansör memuruna devretti. O da beni,cennete elli metre daha yaklaştırdı. Asansörde gerçekten bir kamera vardı ye ben ondan kaçınıyormuş gibi görünmeden ona bakmamaya çalışırken üstsüz garsonluğunda ilk gecesini yaşayan bir kız kadar umursamaz hissediyordum kendimi. Asansör gül ağacı kaplı, parlak pirinç akşamlı, şarap rengi halıyla kaplı epey lüks bir yerdi. Koskoca aileler bundan daha az konforlu mekânlarda yaşarlardı ama ben yine de inince memnun olduğumu söylemeliyim. Onaltıncı katta asansörcü bir kapıyı işaret etti ve kapı açılana kadar da oralarda oyalandı. Kapı yarım karış kadar açılıp zincirinin sonuna geldi, ancak bu kadar bile Onderdonk’un beni görüp gülümsemesi için yeterliydi. Kilidi açarken, “Hoş geldiniz, Bay Rhodenbarr” dedi. “Teşekkür ederim, Eduardo.” Ancak ondan sonra asansörün kapıları kapandı ve kafes aşağı indi. “Bu akşam çok beceriksizim” dedi Onderdonk. “Tamam, açıldı işte.” Zinciri çekerek kapıyı açtı. “Buyrun, Bay Rhodenbarr. Şuradan. Dışarda hava hâlâ güzel mi? Ne içerdiniz? Eğer tercih ederseniz hazır kahvem de var.” “Kahve iyidir.” “Sütlü mü şekerli mi?” “Sütsüz ve şekersiz.” “Çok iyi.” Yana taranmış kır saçlı, yıpranmış yüzlü adam altmış yaşlarında vardı. Boyu kısa, yapısı inceydi ve belki de bunu telafi etmek için o askeri tavırları benimsemişti. Belki de eski bir askerdi. Ama onun, zamanında kapıcılık ya da Ekvador amiralliği yaptığını hiç sanmıyordum. Kahvemizi oturma odasındaki mermer üstlüklü masanın başında içtik. Yerdeki halı Aubosson, mobilyalar genelde XV. Louis stilindeydi. Sade alüminyum çerçeveler içindeki hepsi de yirmi yirminci yüzyıl soyutları olan tablolar klasik mefruşatla etkileyici bir çelişki oluşturuyordu. Krem rengi bir fon üzerinde mavi ve bej amip biçimleri olan biri Hans Arp’ın yapıtlarına benziyordu; Adam stili şöminenin üzerindeki ise kesinlikle bir Mondrian’dı. Resimden pek o kadar iyi anlamam ve Rembrandt’ı Hals’tan ya da Picasso’yu Braque’dan her zaman ayırt edemesem de, Mondrian daima Mondrian’dır. Siyah bir kafes, beyaz bir zemin, temel renklerden birkaç kare. Adamın gerçekten bir stili vardı doğrusu. Şöminenin iki yanında tavana kadar kitap rafları yükseliyordu ve benim varlığımın nedeni de bunlardı. Gordon Kyle Onderdonk bir iki gün önce Drums in Our Street’i almak ya da Lepdopteroe’yi satmak isteyen biri gibi gayet sıradan bir biçimde Barnegat Kitabevi’nin kapısından içeri girmişti. Bir süre kitapları karıştırmış, birkaç mantıklı soru sormuş, bir Louis Auohincloss romanı satın almış ve sonra çıkarken duraklayıp kütüphanelere fiyat biçip biçmediğimi sormuştu. “Kitaplarımı satmak niyetinde değilim” dedi. “En azından bunu yapacağımı sanmıyorum ama Batı Kıyısına taşınmayı düşünüyorum ve onları oraya taşımaktansa elden çıkarmak daha uygun olur diye de düşünmüyor değilim. Yıllar boyunca epey kitabım birikti ve belki de bir yangın olasılığına karşı onları sigortalatmam iyi olur. Ayrıca, eğer satmaya karar verirsem kütüphanemin birkaç yüz dolar mı yoksa birkaç bin dolar mı ettiğini öğrenmem gerekir, değil mi?” Ben pek fazla fiyat takdir işi yapmış değilsem de, bu hoşuma giden bir şeydi. Bu iş karşılığı fazla bir para isteyemezsininiz ama orada birkaç saat karşılığında alacağım para da, dükkânda tezgâh ardında geçirerek kazanacağımdan genelde daha fazla olurdu. Kimi zaman da bir kütüphaneye fiyat biçmek onu satın alma fırsatını da getirirdi. Bir müşteri, “Bin dolar değeri varsa sen ne kadar verirsin?” diye sorardı. Ben de, “Bin dolar ödeyemem, siz kaça indirirsiniz?” derdim ve böylece keyifli bir pazarlık oyunu başlardı. Bundan sonraki bir buçuk saati defterim ve kalemim elimde, rakam yazıp toplayarak geçirdim. Açık ceviz raflardaki kitapların hepsine baktım, sonra bir tür çalışma odası olan başka bir odada maun raflara dizili vitrin içindeki kitapları inceledim. Đlginç bir koleksiyondu. Onderdonk belirli bir şey toplamaya girişmemiş, yıllar boyunca eline geçeni saklamıştı. Meşin ciltli gayet güzel takımlar vardı: Güzel bir Hawthorne, bir Defoe ve kaçınılmaz olarak Dickens. Đyi para eden on onbeş tane Sınırlı Baskı Kulübü cildi, Heritage Press’ten sekiz on kitap vardı. Bu sonuncular yalnızca sekiz on dolara satılırsa da, satışları pek kolaydı. Sonra ilk baskılar vardı: Evelyn Waugh, J. P. Marquand, John O’Hara, Wallace Stevens. Biraz Faulkner, birkaç Hemingway, Sherwood Anderson. Biraz tarih, Guizot’nun France’inin esaslı bir takımı, Oman’ın yedi ciltlik Tarihi. Fazla bir bilimsel eser yoktu. Lepidopterae de. Adam epey para kaybetmişti. Koleksiyoncu olmayan pek çok kişi gibi kitaplarının kaplarını çıkarıp atmıştı ve böylece de değerlerinde kayba uğramıştı. Bazı kitapların ilk baskıları kapları olursa yüz dolar ederken kaplan çıkarılırsa on on beş dolardan fazla getirmezdi. Onderdonk bunu öğrenince şaştı. Çok kimse şaşardı zaten. Ben rakamları toplarken o bir kahve daha getirdi ve bu kere yanında bir şişe Irish Mist de vardı. “Kahvemde bir iki damlasına bayılırım” dedi. “Size de ikram edebilir miyim?” Esaslı bir fikir gibi geldi ama ilkelerimiz olmasaydı halimiz n’olurdu? Kahvemi yine sade olarak yudumlayarak rakamları toplamayı sürdürdüm. 5400 doları aşan rakamı adama okuyarak, “Biraz tutucu davranmış olabilirim” dedim. “Herhangi bir yere bakmadan yaptığımdan rakamları biraz düşük tuttum. Altı bin dolar derseniz yanılmazsınız.” “Bu rakam ne rakamıdır?” “Perakende satış rakamları.” “Peki, siz kitapçı olarak alıyor olsaydınız, yani bunlar ilgi alanınıza giren kitaplar olsaydı…” “Đlgilenirdim” dedim. “Bu kitaplar için yüzde elli önerebilirdim,” “Yani üç bin dolar mı öderdiniz?” Başımı salladım, “ilk söylediğim rakamda ısrar ederdim, iki bin yedi yüz dolar öderdim. Kuşkusuz kitapların taşınması da bana ait olurdu.” “Anlıyorum.” Adam kahvesini yudumladı, bacak bacak üstüne attı. Üzerinde gayet ustaca dikilmiş gri flanel pantolon ve deri düğmeli balıksırtı bir ceket vardı. Ayakkabıları timsah derisi olabilirdi. Çok zarifti ve küçük ayaklarının zarafetini ortaya çıkarıyordu. “Şu anda satmak istemiyorum” dedi. “Ama taşınırsam ki bu bir olasılıktır, teklifinizi düşüneceğim.” “Kitapların değeri artar da, düşer de” dedim. “Birkaç ay ya da bir yıl sonra fiyatlar değişmiş olabilir.” “Anlıyorum. Kitapları satmaya karar verirsem bunun gerçek nedeni parası değil, taşıma güçlüğü olacaktır. O zaman da daha iyi bir fiyat aramak yerine teklifinizi kabul etmek benim için daha kolay olacaktır.” Omzu üzerinden Mondrian’a baktım ve değerinin ne olabileceğini düşündüm. Kütüphanesinin değerinin on, yirmi ya da otuz katı belki de. Dairesi de herhalde Mondrian’ın üç dört , katı ederdi, o nedenle eski kitaplar için bin dolar fazla ya da eksik olmuş hiç farketmezdi. Onderdonk ayağa kalkarak, “Teşekkür ederim” dedi. “Ücretiniz iki yüz dolar mıydı?” “Evet.” Cüzdanını çıkardı, bir an duraksadı, “Umarım nakde bir itirazınız olmaz.” “Ben nakde asla itiraz etmem.” “Bazı insanlar üzerlerinde nakit taşımaktan hoşlanmazlar, onları anlıyorum; gayet tehlikeli bir çağda yaşıyoruz.” Dört ellilik sayıp uzattı. Cüzdanımı çıkararak banknotlara yeni bir yuva sağladım. “Telefonunuzu kullanabilir miyim?”
Lawrence Block – Mondrian Gibi Resim Yapan Hırsız
PDF Kitap İndir |