Lawrence Block – Seytan Biliyor Ki Olusun

Eylül ayının son Perşembe’si Lisa Holtzmann, Dokuzuncu Cadde’de alışverişe çıktı. Evine üç buçukla dört arasında döndü ve kahve koydu. Lisa yanmış bir ampulü yeni aldığıyla değiştirirken, yiyecekleri yerlerine kaldırırken ve Goya mercimek kutusunun arkasındaki yemek tarifini okurken kahve hazırlandı. Telefon çaldığında elinde bir fincan kahveyle pencere kenarında oturuyordu. Arayan Glenn’di, kocası, altı buçuğa kadar eve gelemeyeceğini söylemek için arıyordu. Geç saatlere kadar çalışması alışılmadık bir şey değildi ve Glenn geç kalacağını bildirmeye dikkat ediyordu. Bu açıdan her zaman düşünceli olmuştu, Lisa bebeğini kaybettiğinden beri daha da titizlenmişti. Gienn kapıdan içeriye girdiğinde saat neredeyse yediydi, yemeğe oturduklarında yedi buçuk olmuştu. Lisa mercimek tarifine sarımsak, taze kişniş ve bolca Yucateca acı sosu ekleyerek pişirmiş, ayrıca pilav ve yeşil salata yapmıştı. Yemek yerken güneşin batışını, gökyüzünün kararmasını izlediler. Daireleri Elli Yedinci Sokak ile Onuncu Cadde’nin güneydoğu köşesinde yüksek bir apartmanda, Jimmy Armstrong’un barının çapraz karşısındaydı. Apartmanın yirmi sekizinci katındaki daireleri güneye ve batıya bakıyordu, manzara muhteşemdi. George Washington Köprüsü’nden Battery’ye kadar bütün Batı Yakası’nı ve Hudson yoluyla New Jersey’in yarı yolunu görebilirdiniz. Güzel bir çifttiler. Glenn ince uzundu.


Koyu kahverengi saçları belirgin saç çizgisinden geriye taranmıştı ve şakaklarında hafif bir kırlık vardı. Koyu renk gözler, koyu renk ten. Güçlü yüz hatları çenedeki hafif bir incelikle biraz yumuşuyordu. Güzel ve düzgün dişler, güvenli bir gülümseme. Büroya giderken her zaman giydiklerini giymişti: iyi dikilmiş koyu renk takım elbise ve çizgili kravat. Yemeğe oturmadan önce ceketini çıkarmış mıydı? Bir iskemlenin arkasına ya da kapı koluna asmış olabilirdi. Ya da belki bir askıya asmıştı, eşyalarına özen gösterirdi. Onu, mavi Oxford gömleğinin kollarını kıvırmış, lekelenmemesi için kravatını bir omzundan arkaya atmış, masada otururken gözümde canlandırabiliyorum. Bir keresinde Sabah Yıldızı adlı bir kahvede onu böyle görmüştüm. Lisa da ince uzundu, düz koyu renk saçları modaya uygun olarak kısa kesilmişti, porselen gibi cildi ve şaşırtıcı mavi gözleri vardı. Otuz iki yaşındaydı ama daha genç gösteriyordu, kocası ise otuz sekiz yaşında olmasına rağmen daha büyük duruyordu. Lisa’nın ne giydiğini bilmiyorum. Belki jean pantolon, paçaları kıvrılmış, dizleri ve popo kısmı biraz eskimiş. Sarı, pamuklu bir süveter, boyunlu bluz, kolları dirseklerine kadar sıyrılmış. Ayağında kahverengi süet terlikler.

Ama bu yalnızca bir tahmin, bir düşgücü egzersizi. Lisa’nın ne giydiğini bilmiyorum. Sekiz buçukla dokuz arasında Glenn dışarı çıkması gerektiğini söyledi. Ceketini daha önceden çıkarmışsa tekrar giydi, üstüne de paltosunu aldı. Bir saat içinde döneceğini söyledi. Önemli bir şey yok dedi. Yalnızca halletmesi gereken bir şey vardı. Sanırım Lisa bulaşıkları kaldırdı. Bir fincan kahve daha koydu ve televizyonu açtı. Saat onda merak etmeye başladı. Kendine aptallık etmemesini söyledi ve yarım saat daha pencerenin önünde oturarak bir milyon dolarlık manzarayı izledi. On buçukta kapıcı arayarak bir polisin yukarı gelmekte olduğunu bildirdi. Polis asansörden çıkarken Lisa koridorda bekliyordu. Polis mavi üniforma giymiş, uzun boylu, sinekkaydı tıraş olmuş bir Đrlandalıydı. Lisa onun tıpkı polis gibi göründüğünü hatırlıyordu.

“Lütfen” dedi. “Sorun nedir? Ne oldu?” Dairenin içine girene kadar polis hiçbir şey söylemedi ama Lisa zaten anlamıştı. Polisin yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu. Kocası On Birinci Cadde ile Batı Elli Beşinci Sokak’ın köşesindeydi. O köşedeki kulübeden telefon etmek üzereydi belli ki ama biri olasılıkla soygun yapmak için yakın mesafeden dört el ateş etmiş ve ölümüne neden olmuştu. Daha fazlası da vardı ama Lisa ancak bu kadarını duyabildi. Glenn ölmüştü. Başka bir şey duymasına gerek yoktu. 2 Glenn Holtzmann’la ilk kez Nisan ayının bir Perşembe günü tanıştım. Nisan için en acımasız ay denilirdi. T. S. Eliot bunu “Çorak Ülke”de söylemişti ve belki de neden söz ettiğini biliyordu. Ama ben bilmiyorum. Bana bütün aylar kötü görünüyor.

Ellinci ile Altmışıncı sokaklar arasındaki Elli Yedinci Sokak’taki beş katlı bir binada bulunan Sandor Kellstine Galerisi’nde tanıştık. Galeride çağdaş fotoğrafçılardan oluşan bir grubun açılışı vardı ve üçüncü kattaki büyük salonda yedi fotoğrafçının sergisi bulunuyordu. Yedisinin de arkadaş ve akrabaları sergi için gelmişti, ayrıca Hunter College’da Perşembe akşamları “Soyut Bir Sanat Olarak Fotoğrafçılık” adlı bir kursa katılan Lisa Holtzmann ve Elaine Mardell gibi kişiler de vardı. Bir masanın üstüne plastik sürahilerde beyaz ve kırmızı şarap ile üzerlerine çeşitli renklerde kürdanlar takılı peynir küpleri konulmuştu. Soda da vardı, kendime biraz soda alıp Elaine’i buldum, o da beni Holtzmann’larla tanıştırdı. Adama bir baktım ve hemen ondan hoşlanmadığıma karar verdim. Kendime bunun aptalca bir şey olduğunu söyleyerek elini sıkıp gülümsemesine karşılık olarak gülümsedim. Bir saat kadar sonra dördümüz Sekizinci Cadde’deki bir Tayvan lokantasında yemek yiyorduk. Sohbet sıradandı. Biraz önce gördüğümüz sergiden konuşmaya başladık, sonra standart konulara -yerel politika, spor, hava- geçtik. Glenn’in avukat olduğunu ve başka yayıncıların yayınladığı kitapların büyük punto baskılarını yapan Waddell & Yount Yayınevi’nde çalıştığını zaten biliyordum. Glenn, “Çok sıkıcı bir iş” dedi. “Çoğunlukla sözleşmeler, arada bir de birine sert bir mektup yazmak zorunda kalırım. Artık bu becerimi aktarabileceğim biri var. Oğlan yeterince büyüyünce ona nasıl sert mektup yazılacağını öğreteceğim.

” Lisa, “Ya da kızına” dedi. Kız ya da oğlan henüz doğmamıştı, sonbaharda doğması bekleniyordu. Bu nedenle Lisa bira yerine buzlu kahve içiyordu. Elaine hiçbir zaman içkiyi çok seven biri olmamıştı, son günlerde ise hiç içmiyordu. Ben de gün-be-gün içmiyordum. Glenn, “Ya da kıza” diye kabul etti. “Kız ya da erkek, çocuk, babasının sıkıcı ayak izlerini takip edebilir. Matt, senin işin heyecan verici olmalı. Yoksa çok fazla televizyon izlediğim için mi böyle düşünüyorum?” “Heyecan verici anları vardır” dedim, “ama çoğunlukla rutin işler yapılır. Diğer bütün işler gibi.” “Tek başına çalışmaya başlamadan önce polis miydin?” “Evet.” “Şimdi de bir ajansta mı çalışıyorsun?” “Beni aradıkları zaman” dedim. “Güvenilir adlı bir ajansa parça başı işler yapıyorum ve önüme çıkan işleri de yürütüyorum.” “Sanırım çok miktarda sanayi casusluğu vardır. Şirket sırlarını açığa vuran mutsuz personel.

” “Bazen.” “Ama fazla değil.” “Ben ruhsatlı değilim” dedim, “bu yüzden kendi başıma şirket müşterim pek olmaz. Güvenilir, epeyce şirket işleri epeyce alıyor ama beni daha çok marka hırsızlığı için kullanıyorlar.” “Marka hırsızlığı mı?” “Sahte Rolex saatlerden svetşört ve beyzbol kasketleri üzerindeki izinsiz amblemlere kadar her şey.” “Đlginç görünüyor.” “Değil” dedim. “Sert mektup yazmanın sokaktaki eşdeğeri.” “Çocuğun olsa iyi olur” dedi. “Bu aktarmak isteyeceğin bir beceri.” Yemekten sonra evlerine kadar yürüyüp manzara karşısında klasik ah’lar, oh’lar çektik. Elaine’in dairesinden East River’in bir kısmı görünüyordu, oteldeki odamdan ise Dünya Ticaret Merkezi’nin bir parçasını görebiliyordum ama Holtzmann’ların manzarası bizimkilere bin basardı. Dairenin kendisi küçüktü – ikinci yatak odası yirmi beş metre kare kadardı- birçok yeni binada olduğu gibi tavanı alçaktı ve inşaat kusurları vardı. Ama manzara bunların hepsini kapatıyordu. Lisa hazır kahve yaptı ve eş bulma ilanlarından konuşmaya başladı.

Bu ilanları kullanan çok saygın insanlar tanıdığını söyledi. “Çünkü bugünlerde insanlar başka nasıl tanışacak ki?” dedi. “Glenn’le ben şanslıydık, Ben Waddell & Yount’a kitabımı sanat yönetmenine göstermeye gitmiştim ve rastlantıyla koridorda karşılaştık.” Glenn, “Onu odanın diğer tarafından gördüm ve rastlantıyla karşılaşmamız gerektiğinden kesinlikle emin oldum” dedi. Lisa konuşmaya devam etti. “Ama böyle şeyler ne kadar sık olur? Siz ikiniz nasıl tanıştınız, sormamda bir mahzur yoksa tabii?” Elaine, “Đlanlarla” dedi. “Ciddi misin?” “Hayır. Aslını ararsan yıllar önce sevgiliydik. Sonra ayrılıp birbirimizin izini kaybettik. Sonra tekrar birbirimize rastladık ve…” “Ve aynı eski büyü hâlâ oradaydı, öyle mi? Güzel bir hikâye bu.” Belki de güzeldir ama bütün hikâye bu değildi. Yıllar önce tanışmıştık, tamam, Elaine genç ve tatlı bir telekız, ben de Altıncı Bölge’ye bağlı ama Long Island’daki karısıyla iki oğluna o kadar bağlı olmayan bir detektifken. Yıllar sonra ortak geçmişimizden bir psikopat ortaya çıktı ve her ikimizi de öldürmeye ant içti. Bu bizi tekrar biraraya getirdi ve evet, Lisa, aynı, eski büyü hâlâ oradaydı. Birbirimize yapıştık ve bağ sağlam görünüyor.

Ben buna güzel bir hikâye derim ama büyük kısmı anlatılmamış olduğu için bu konuda fazla sohbet edemedik. Lisa bir arkadaşının arkadaşının boşandıktan sonra New York dergisindeki bir ilana cevap verdiğini, kararlaştırılan saatte kararlaştırılan yere gidince eski kocasıyla karşılaştığını anlattı. Bunu bir işaret olarak görmüşler ve tekrar birleşmişler. Glenn buna inanmadığını söyledi. Çok anlamsızdı, bu konunun düzinelerce çeşitlemesini duymuş ama hiçbirine inanmamıştı. “Şehir folkloru” dedi. “Bunun gibi düzinelerce hikâye var. Her zaman bir arkadaşın arkadaşıdır, hiçbir zaman gerçekten tanıdığın biri olmaz ve aslını ararsanız böyle şeyler hiç olmaz. Akademisyenler bu tür hikâyeleri toplar, bunlarla dolu kitaplar vardır. Valizdeki Alman çoban köpeği gibi.” Şaşkın şaşkın bakmış olmalıyız. “Ah, haydi” dedi. “Bunu biliyor olmalısınız. Adamın köpeği ölür, kalbi kırılır, ne yapacağını bilemez, büyük bir valize köpeği koyar ve veterinere ya da hayvan mezarlığına doğru yola çıkar. Soluk almak için valizi yere koyduğu sırada biri gelip valizi alır kaçar.

Ha-ha-ha, çalınan valizi açıp içinde ölü bir köpek bulduğu zaman zavallı orospu çocuğunun yüzündeki bakışı düşünebiliyor musunuz? Bahse girerim bu hikâyenin en azından bir versiyonunu duymuşsunuzdur hepiniz.” Lisa, “Ben Doberman’lı olanı duymuştum” dedi. “Şey, bir Doberman, bir çoban köpeği. Herhangi bir büyük köpek.” Elaine, “Benim duyduğum hikâyede bir kadının başına geliyordu” dedi. “Tamam, elbette, genç bir adam valizini taşımayı önerir.” Elaine, “Ve valizin içinde” diye devam etti, “kadının eski kocası vardır.” Şehir folkloru için bu kadar yeter. Yenilmek bilmez Lisa ilanlardan telefonda seks konusuna geçti. Bunu doksanların, sağlık bunalımından kaynaklanan kusursuz bir eğretilemesi olarak görüyordu. Ona göre kredi kartları, 900’lü numaralarla telefonda seks kolaylaştırılmıştı ve insanların gerçeklik yerine fanteziyi tercih etmesiyle giderek artıyordu. “Kızlar iyi para da kazanıyor” dedi, “ve yapmaları gereken tek şey konuşmak.” “Kızlar mı? Herhalde yarısı anneannem yaşındadır.” “Ne olmuş? Yaşlı bir kadının üstünlüğü vardır. Genç görünmen gerekmez, aktif bir düşgücü yeterli.

” “Yani müstehcen bir kafa demek istiyorsun. Seksi bir ses de gerekir.” “Benim sesim yeterince seksi mi?” Glenn, “Ben seksi olduğunu söyleyebilirim” dedi, “ama ben önyargılıyım. Neden? Bana bunu düşündüğünü söyleme.” “Şey” dedi Lisa. “Düşünmüştüm.” “Dalga geçiyorsun, değil mi?” “Şey, bilmiyorum. Bebek uyurken buraya tıkılıp kalacağım…” “Telefonu kaldıracak ve yabancılarla açık saçık konuşacak mısın?” “Şey…” “Evlenmeden önce aldığın müstehcen telefonları hatırlıyor musun?” “O başka.” “Korkudan ölmüştün.” “Şey, o bir sapıktı.” “Ah, gerçekten mi? Müşterilerinin kim olacağını sanıyorsun, yavru kurtlar mı?” “Karşılığında para aldığımda farklı olur” dedi. “Mahremiyetimin ihlali gibi olmaz. Hiç değilse olmayacağını düşünüyorum. Sen ne dersin Elaine?” “Hoşlanacağımı sanmam.” Glenn, “Eh, elbette hoşlanmazsın” dedi.

“Senin pis bir kafan yok.” Elaine’in evine dönünce, “Olgun bir kadın olarak açık bir üstünlüğün var” dedim. “Ama telefonda seks için yeterince müstehcen bir hayalgücün olmaması çok kötü.” “O kadar korkunç muydu? Neredeyse bir şey söyleyecektim.” “Ben de söyleyeceğini sanmıştım.” “Neredeyse söylüyordum. Ama soğukkanlılık egemen oldu.” “Eh” dedim, “bazen olur.” Elaine ile ilk tanıştığımda bir telekızdı ve tekrar biraraya geldiğimizde de telekızlığa devam ediyordu. Đlişkimizi sağlamlaştırırken mesleğini yapmaya devam etti, ben de bu beni rahatsız etmiyormuş gibi davrandım, Elaine de aynı şeyi yaptı. Bu konuda konuşmadık, hiç ağzımıza almadığımız bir konu oldu bu: Ortalıkta dolaşan ama hiç sözü edilmeyen züccaciyecideki fil gibi. Sonra bir sabah karşılıklı itiraflarda bulunduk. Bunun beni rahatsız ettiğini itiraf ettim, Elaine de birkaç ay önce gizlice işi bıraktığını itiraf etti. Bütün olayda tuhaf bir “Sihir” vardı, yapılacak düzenlemeler, aslında ikimizin de hiç tanımadığı bir arazide çizilecek yeni yollar vardı. Elaine’in düşünmesi gereken şeylerden biri de bundan sonra ne yapacağıydı.

Çalışmak zorunda değildi. Hiçbir zaman parasını muhabbet tellallarına ya da uyuşturucu satıcılarına kaptırmamış, akıllı yatırımlar yaparak Queens’de daireler satın almıştı. Her şeyi onun adına bir yönetim şirketi yürütüyor ve her ay ona bir çek gönderiyordu. Yaşam biçimini rahatça koruyabilirdi. Sağlık kulüplerine ve konserlere gitmeyi, kolej kurslarına katılmayı seviyordu ve her zaman yapacak bir şeyler bulunan bir kentin göbeğinde oturmanın rahatlığını yaşıyordu. Ama yaşamı boyunca çalışmıştı ve emeklilik biraz canını sıkıyordu. Bazen eleman ilanlarını okur ve kaşlarını çatardı. Bir keresinde bir hafta uğraşarak bir özgeçmiş yazmış, sonra içini çekip yırtmıştı. “Umutsuz” dedi. “Boşlukları ilginç yalanlarla bile dolduramıyorum. Yirmi yılımı dolar peşinde koşarak geçirdim. Ev kadınıydım diyebilirim ama ne fark eder ki? Her iki açıdan da aslında işe alınamaz biriyim.” Bir gün, “Sana bir soru soracağım” dedi. “Telefonda seks hakkında ne düşünüyorsun?” “Eh, belki bir sıkıntıya çare olabilir” dedim, “bazı nedenlerle bir araya gelemiyorsak. Ama işin ruhuna kapılmayacak kadar bilinçliyim sanırım.

” Elaine sevecenlikle, “Aptal” dedi. “Đkimiz için değil. Para kazanmak için. Tanıdığım bir kadın bunun çok kârlı olduğunu söylüyor. On-on iki kızla dolu bir odadasın. Mahremiyet, için bölmeler var, bir masaya oturuyor ve telefonda konuşuyorsun. Ödeme konusunda sıkıntı yok. AIDS ya da belsoğukluğu korkusu yok. Fiziksel tehlike, hatta fiziksel temas yok, müşterilerini hiç görmüyorsun, onlar da seni görmüyorlar. Hatta adını bile bilmiyorlar.” “Sana ne diyorlar?” “Bir sokak adı uydurabilirsin ama benim böyle adım yok, çünkü hiç sokakta çalışmadım. Bir telefon adı ama bahse girerim Fransızca’da bunun bir karşılığı vardır.” Bir sözlük alarak karıştırdı. “Nom de téléphone. Galiba Đngilizcesi daha iyi.

” “Peki kim olacaksın? Trixie mi? Vanessa mı?” “Belki Audrey.” “Durup düşünmedin bile değil mi?” “Birkaç saat önce Pauline ile konuştum. Bir ad düşünmek için ne kadar zaman gerekir?” Derin bir soluk aldı. “Pauline çalıştığı yere beni sokabileceğini söylüyor. Ama bu konuda sen ne düşünüyorsun?” “Bilmiyorum” dedim. “Öngörmesi zor. Belki denemen iyi olur, o zaman her ikimiz de ne hissettiğimizi görürüz. Bunu yapmak istiyorsun, değil mi?” “Sanırım.” “Eh, mastürbasyon hakkında ne derlerdi? Gözlüğe ihtiyaç duyana kadar yap.” “Ya da işitme aletine” dedi. Ertesi Pazartesi işe başladı ve altı saatlik vardiyanın dört saatini ancak tamamladı. “Olanaksız” dedi. “Söz konusu bile değil. Yabancılarla müstehcen konuşmak yerine düzüşmeyi tercih ederim. Bunu bana açıklamak ister misin?” “Neler oldu?” “Yapamadım.

Umutsuz vakaydım. Şu sivri akıllılardan biri kamışının ne kadar büyük olduğunu duymak istedi. “Ah, çok büyük’ dedim. ‘Gördüğüm en büyük şey. Allahım, bu şeyin içime nasıl girebileceğini düşünemiyorum bile. Senin kamışın olduğundan emin misin? Kolun olduğuna yemin edebilirim.’ Adam çok kızdı. ‘Bu işi doğru yapmıyorsun’ dedi. Bunu bana kimse daha önce söylememişti. ‘Abartıyorsun. Aptal bir hale sokuyorsun.’ Eh, ben de kendimi kaybettim. ‘Aptal mı?’ dedim. ‘Orada bir elinde telefon, bir elinde kamışınla oturmuş bir yabancının seninle konuşması için para ödüyorsun ve aptal olan benim, öyle mi?’ Ona defolup gitmesini söyleyerek telefonu kapadım. Bunu kesinlikle yapmamam gerekiyordu, çünkü 900’lü bir numarayla sana ulaşıyorlar ve hatta kaldıkları sürece para yazıyor.

Yapmaman gereken tek şey ondan önce telefonu kapatmak ama ben aldırmadım. Başka bir dahi ona hikâyeler anlatmamı istedi. ‘Bir kadın ve bir erkekle üçlü ilişki kurduğun zamanı anlat’ dedi. Eh, ona anlatacak gerçek hikâyelerim vardı ama gerçekten olmuş bir şeyi otuzbir çekmesi için nasıl anlatabilirdim? Allah kahretsin. Bu yüzden uydurdum. ‘Elbette üçü de kızışmıştı, harikaydı, cinsel olarak mükemmel eşzamanlıydı ve sanki havai fişekler patladı. Gerçek yaşamdaysa soluğu kokan, terli erkekler var, kadınlar ise orgazm olmuş gibi yapıyor ve erkeklerinki kalkmıyor.” Đğrenerek başını salladı. “Unut gitsin” dedi. “Para biriktirmem iyi olmuş çünkü hiçbir işe giremeyeceğim ortaya çıktı. Telefon orospusu bile olamıyorum.” “Eee?” dedi, “ne düşünüyorsun?” “Glenn ve Lisa hakkında mı? Hoş insanlar. Her şey gönüllerince olsun.” “Onları bir daha görmesek üzülmeyeceksin yani?” “Bu biraz sert bir cevap olacak ama bütün boş zamanlarımızı onlarla geçirmeyi düşünemediğimi kabul etmeliyim. Bu akşam fazla başarılı değildi.

” “Nedenini merak ediyorum. Yaş farkı mı? Onlardan fazla yaşlı değiliz.” “Lisa hayli genç” dedim, “ama nedenin bu olduğunu sanmam. Galiba ortak yanlarımız pek yok. Sen onunla birlikte ders alıyorsun, ben de onlardan bir blok ötede oturuyorum ama bunların dışında…” “Biliyorum” dedi. “Fazla ortak yan yok ve bunun böyle olacağını öngörebilirdim. Ama Lisa’yı çok hoş buluyorum, bu yüzden denemeye değer diye düşündüm.” “Eh, haklıydın” dedim, “ondan neden hoşlandığını anlıyorum. Onu ben de sevdim.” “Ama kocasını sevmedin.” “Özel olarak bir sempati duymadım.” “Sence bunun nedeni ne?” Biraz düşündüm. “Hayır” dedim. “Aslında bilmiyorum. Onu neden rahatsız edici bulduğum konusunda bazı nedenler ileri sürebilirim ama aslını ararsan ondan hoşlanmamaya en başta karar vermiştim.

Ona bir baktım ve hoşlanmayacağım biri olduğuna karar verdim.” “Kötü görünüşlü bir adam değil.” “Değil” dedim. “Yakışıklı. Belki de neden budur, belki de onu çekici bulacağını sezdim ve kendimi geri çektim.” “Ah, onun çekici olduğunu hiç düşünmedim.” “Düşünmedin mi?” “Đyi bir görünüşü var” dedi, “erkek mankenler gibi ama onlar da bugünlerde çok hoş görünmüyorlar. Güzel oğlanları çekici bulmam. Homurtulu yaşlı ayıları severim.” “Bunun için Allah’a şükretmem gerek.” “Belki de Lisa’ya bayıldığın için ondan hoşlanmadın.” “Daha Lisa’ya bakmadan ondan hoşlanmadığıma karar vermiştim.” “Ya!” “Ayrıca neden ona bayılayım?” “Güzel kız.” “Zarif bir taşbebek gibi. Zarif, hamile bir taşbebek.

” “Erkeklerin hamile kadınlara deli olduğunu sanıyordum.” “Bunu yeniden düşün.” “Anita hamileyken ne yaptın?” “Fazla mesai” dedim. “Birçok kötü adamı kodese tıktım.” “Hamile değilken yaptığın gibi.” “Çoğunlukla, evet.” “Belki de polislik içgüdüsüdür” dedi. “Belki de bu yüzden ondan hoşlanmadın.” “Biliyor musun” dedim, “tam on ikiden vurdun galiba. Ama bunun hiç anlamı yok.” “Neden?” “Çünkü o hamile bir eşi ve harika bir evi olan genç ve geleceği parlak bir avukat. Sağlam bir el sıkışı ve güvenli bir gülümsemesi var. Neden onu yanlış bir insan olarak göreyim?” “Sen söyle.” “Bilmiyorum. Bir şey sezdim ama bunun ne olduğunu söyleyemeyeceğim.

Ona anlattıklarımdan daha çoğunu bilmek istermiş gibi dikkatle dinliyordu yalnızca. Bu gece sohbet sıkıcıydı ama ona detektif öyküleri anlatmış olsam harika bir sohbet olabilirdi.” “Neden anlatmadın?” “Belki dinlemeye fazla meraklı olduğu için.” “Telefonda seks” gibi dedi. “Bir elinde telefon, bir elinde kamışı vardı.” “Bunun gibi bir şey.” “Telefonu kapamak istemene şaşmamalı. Allahım, nasıl bir felaket olduğunu hatırlıyor musun? Bir hafta boyunca yatakta tek bir kelime bile etmedim.” “Biliyorum. Đnlemedin bile.” “Şey, inlememeye çalıştım” dedi, “ama bazen başka seçeneğim yoktu.” Nazi aksanıyla, “Sizi inletecek yollarımız var” dedim. “Gerçekten mi?” “Sanırım zi Fräulein kanıt istiyor.” “Galiba istiyorum.” Bir süre sonra “Eh, geçirdiğimiz en iyi akşam olduğunu söyleyemem ama kesinlikle güzel bir sonu oldu, değil mi?” dedi.

“Galiba haklıydın, onda ters bir şeyler var ama boş ver gitsin. Onları bir daha görmek zorunda değiliz.” Ama ben onları görmek zorunda kaldım. Đlk görüşmemizden bir hafta ya da on gün sonra bir akşam otelimden çıktım ve Dokuzuncu Cadde’nin yarısına geldiğimde adımın seslenildiğini duydum. Çevreme bakınınca Glenn Holtzmann’ı gördüm. Takım elbise giymiş, kravat takmıştı ve elinde bir evrak çantası vardı. “Beni geç saatlere kadar çalıştırıyorlar” dedi. “Lisa’ya bensiz yemesini söyledim. Yemek yedin mi? Bir yerlerde bir şey atıştırmak ister misin?” Yemek yediğimi söyledim. “Öyleyse bir fincan kahveyle bana eşlik etmek ister misin? Şık bir yer düşünmüyordum, Kızıl Alev ya da Sabah Yıldızı’na ne dersin? Zamanın var mı?” “Aslına bakarsan yok” dedim. Dokuzuncu Cadde’yi gösterdim. “Biriyle buluşmaya gidiyorum.” “Peki, seninle birlikte bir blok yürüyeceğim. Đyi bir çocuk olup Alev’de Yunan salatası yiyeceğim.” Göbeğine vurdu.

“Kiloları azaltmak gerek” dedi, oysa bana yeterince zayıf gelmişti. Elli Sekizinci Sokak’a kadar yürüyüp karşıya birlikte geçtik. Alev’in önünde, “Burada ayrılıyorum” dedi. “Umarım görüşmen iyi geçer. Đlginç bir vaka mı?” “Bu aşamada söylemesi zor” dedim. Aslında bir olay falan yoktu. St. Paul’ün bodrum katında bir Adsız Alkolikler toplantısı vardı. Bir buçuk saat katlanır metal bir iskemlede oturarak plastik bardaktan kahve içtim. Saat onda dua ettik ve iskemleleri topladık. Birkaçımız Kızıl Alev’e giderek bir şeyler yedik. Orada Yunan salatasını yemekte olan Holtzmann’a rastlayacağımı düşündüm ama o çoktan gökyüzündeki küçük kulübesine dönmüştü. Biraz kahve ve tost alarak onu tamamen aklımdan çıkardım. Bir-iki hafta sonra onu Dokuzuncu Cadde’de otobüs beklerken gördüm ama o beni görmedi. Başka bir seferinde Elaine’le Armstrong’da bir şeyler atıştırmıştık, tam çıkarken Holtzmannlar binalarının önünde taksiden iniyorlardı.

Bir öğleden sonra da pencere kenarında otururken Glenn Holtzmann olabilecek bir adamın sokağın karşısındaki fotoğrafçıdan çıkarak batıya doğru yürüdüğünü gördüm. Odam üst katta, yani gördüğüm insan başka biri de olabilirdi ama yürüyüşündeki ya da duruşundaki bir şey aklıma Holtzmann’ı getirmişti. Ama ancak Haziran ayında tekrar konuştuk. Hafta içi bir akşamdı ve saat geç olmuştu. Hiç değilse geceyarısını geçmişti. Bir toplantıya gitmiş ve sonrasında kahve içmiştim. Odama döndüğümde elime bir kitap aldım ama okuyamadım, televizyonu açtım ama izleyemedim. Bazen böyle olurum. Bir süre huzursuzlukla mücadele ettim, geceyarısı Allah kahretsin diyerek ceketimi askıdan alıp dışarıya çıktım. Güneybatıya doğru yürüdüm ve Grogan’a gelince barda bir iskemleye yerleştim. Grogan’ın Yeri Ellinci Sokak ile Onuncu Cadde’dedir. Yıllar önce Cehennem Mutfağı’nı tarif etmek için kullanılan eski tip Đrlanda barlarından biridir. Bugünlerde bu tür barların sayısı azaldı, gerçi Grogan henüz Tarihi Eserler Komisyonu’ndan bronz plaka almadı ya da Tükenmekte Olan Türler Listesi’ne girmedi. Solda uzun bir bar var, sağda ise bölmeler ve masalar, arka duvarda da bir dart tahtası var. Yerde eski tip karoların üzerine talaş atılmış, eski çatı tamir gerektiriyor.

Grogan genellikle fazla kalabalık olmaz ve bu gece de bir istisna değildi. Barın ardında Burke vardı, kablolu kanallardan birinde eski bir film izliyordu. Bir Cola isteyince getirdi. Mick’in orada olup olmadığını sordum, başını sallayarak, “Daha sonra” dedi. Bu onun için uzun bir konuşmaydı. Grogan’daki barmenlerin ağzı çok sıkıdır. Đş tanımlarının bir parçasıdır bu. Cola’mı yudumlayarak salona göz gezdirdim. Tanıdık birkaç yüz vardı ama merhaba diyecek kadar iyi tanımıyordum ve buna da memnun oldum. Filmi izledim. Aynı filmi evde de izleyebilirdim ama orada hiçbir şey izleyememiş, hatta oturamamıştım bile. Burada sigara dumanı ve bira kokusu arasında nedense kendimi çok rahat hissediyordum. Ekranda Bette Davis içini çekerek başını yana eğdi, çok genç görünüyordu. Filme kendimi kaptırmayı başardım, sonra düşüncelere dalıp gerilere gittim. Birinin adımı seslendiğini duyunca dalgınlığımdan sıyrıldım.

Döndüm, Glenn Holtzmann’dı. Spor gömleğinin üzerine bir rüzgârlık giymişti. Onu ilk kez takım elbise dışında bir giysiyle görüyordum. “Uyuyamadım” dedi. “Armstrong’a gittim ama çok kalabalıktı. Bu yüzden buraya geldim. Ne içiyorsun, Guinness mi? Bir dakika, bardağında buz var. Burada buzlu mu veriyorlar?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir