Maksim Gorki – Klim Samgin’in Yasami (2. Cilt)

Klim Samgin Spivak’a sergiyi ve fuarı anlatırken, yaşadıkları şaşkınlığın yalnızca belleklerinde kaldığını, duygunun ise kaybolup gittiğini hissetti. Konuşmasının ilginç olmadığını anlıyordu. Onu sıkan şey, bazı gazetelerin ılımlı olmayan yorumlarıyla diğerlerinin kötümser kuşkuculuğu arasında kendi çizgisini bulma arzusuydu. Bunun dışında, İnokov’un yazılarının kaba ve alaycı tonuna yakalanmaktan korkuyordu. Fedosova hakkında bile, anlatmayı umut ettiği büyük sözleri güçlükle buluyor, bu sözcükleri kullandığında ise onların kuru ve donuk olduğunu işitiyordu. Yine de, öyle ya da böyle, Rusya sergisinde edindiği en güçlü izlenimi, bir yana eğrilmiş olan yaşlı kadın yaratıyordu. Belleğinde yalnızca suçlu bir gülümseme bırakan genç adama bağlanmış olan umutları anımsamak, onun için rahatsız ediciydi. “Beş para etmez bir adam; bakanlar onu bir yeni yetme gibi, nereye isterlerse oraya çekiyorlardı,” dedi ve bu sözcüklere kattığı kişisel kin duygusunun güçlülüğüne şaşırdı. Bahçede, kıymetli taş görünümündeki yuvarlak meyveli vişne ağaçlarının gölgesinde oturuyorlardı. Akşamdı ve boğucu hava yaklaşan bir fırtınanın habercisiydi; yağı alınmış süt görünümündeki gökteki gri mavi bulut parçacıkları köpüğü anımsatıyordu; gölgeler bahçede kayıp gidiyor, yaprakların hareketsizliğini görmek insana garip geliyordu. Spivak, yere sabitlenmiş yuvarlak masaya dirseğini dayamış, yanaklarına avuçlarını bastırmış, masada amaçsızca sürünen kırmızı böceği izliyordu. Kocası yarı giyinik durumda, pencerenin altında, halının üzerinde yatıyor, kuru kuru öksürüyor ve çocuk arabasını ileri geri oynatıyordu. Arabanın içinde koca kafalı bir çocuk kımıldıyor, sakin bir biçimde gökyüzünü inceliyordu. Spivak: “İnokov bana Çar hakkında bu tonda ama giderek sert yazıyordu,” dedi ve güldü. “İnokov sanki Rusya’da yalnızca iki kişi, o ve ben okuma yazma biliyormuşuz, jandarmalar ise bilmiyormuş gibi yazıyor.


” Kırmızı böcek Samgin’e doğru iyice yaklaştı, o ise kızgın bir hareketle onu masadan fırlattı. Spivak başını kaldırarak: “Ee, ne olmuş?” diye sordu. “Hodınka hakkında bir şeyler söylüyorlar mıydı?” “Hodınka hakkında mı? Hayır. Ben bir şey işitmedim,” dedi Samgin ve Çar’ı düşünürken Moskova’daki felaketi bir kez bile aklına getirmediğini anımsayarak, alaycı bir gülümsemeyle: “Yumuşak başlı halk bunu unuttu. Kötü şeylerden söz etmeyi seven İnokov bile unuttu,” dedi. Spivak, Klim’e dik dik bakarak bir şey söylemek istedi, ancak bebek ses çıkarınca kocası onu eteğinden çekiştirdi: “Yemek istiyor!” Kadın oğlunu alarak sırtını döndü ve emzirirken nedense burnundan bir şeyler söyledi: “Benim oğlum ne kadar ciddi! Hiç kapris yapmıyor, kendi içine dönük ve dünyayı suskun bir biçimde benimsiyor. İyi bir çocuk!” Baba Spivak ise parmaklarına bakarak: “Müziğin benim parmaklarımda, tırnaklarımın altında gizlendiğini sanıyor,” dedi. Klim, içini dayanılmaz bir sıkıntının kapladığını hissetti. Yaprak ve meyve gölgelerinin her an beyaz giysisi üzerinde lekecikler bıraktığı bu kadın; kara gözlükler takmış, yeşil suratlı veremli müzisyen; bahçenin kıpırtısız yeşilliği, bulanık gökyüzü, kentin uyuşuk gürültüsü, her şey çok sıkıcıydı. Bu sıkıntının ağırlığı altında, annesine ve Varavka’ya yaranamadan birkaç boğucu gün ve gece geçirdi: Sergiden Kırım’a gitmişlerdi ve bu ortam onu eve ve kente bağlamıştı. Bir kadının varlığına alışmış olduğu için, öfke ve alınganlıkla Lidiya’yı düşünüyor, geceleri onun odasına çıkıyor ve hoş olmayan bir şaşkınlık yaşıyordu: Karyolanın yaylı zemininde ters çevrilmiş bir şilte duruyordu; yastıklar ve çarşaflar toplanmış, ayna gazete kâğıdı ile kaplanmış, pencerenin yanındaki koltuğa ise kılıf geçirilmişti. Tüm küçük eşyalar saklanmıştı ve pencere pervazında çiçeklikler yoktu. Bu silik boşluk sanki alaylı bir biçimde soruyordu: “Burada genç bir kız var mıydı?” Ama genç kız vardı: Bunu, bir sancı gibi uzanan ruhsal boşluk ısrarla söylüyordu. Büyük odaya, kış günleri çocukların oyun oynadıkları yere gitti. Orada uzun süre aşağı yukarı dolaştı ve endişe veren şeylerin dışındaki her şeyin, insanın belleğinden nasıl da çıkıp gittiğini düşündü.

Kardeşi gibi, hiçbir zaman anımsamadığı babası bir zamanlar bir yerde yaşıyordu. Ama işte, Lidiya’yı istem dışı düşünüyordu. Onun başına kötü bir şey, başarısız bir ilişki, ya da bu tür bir şey gelseydi çok iyi olurdu. Herhangi bir şey gururunu incitse, bu, Lidiya için de yararlı olacaktı. Niye gururlanıyordu ki? Güzel, üstelik akıllı da değildi. Ev çok tozluydu ve bu tozlu boşluk, düşünceleri de soluklaştırarak, onları adeta emerek yok ediyordu. Odalarda, hizmetçi kız tembel tembel dolaşıyor, Klim ona uzakta, tarlada bulunan bir ineğe vagon penceresinden bakar gibi bakıyordu. Can sıkıntısı, her yerden, tüm insanlardan, binalardan, eşyalardan, sakin ve bulanık nehir kıyısına sıkışmış olan tüm kentten üzerine doğru dalga dalga geliyordu. Serginin tabloları bir rüya gibi soluklaşıyor, unutuluyor ve bu küçük, mavimsi gri Çar figürünün bunları renksizleştirdiği ve yuttuğu akla geliyordu. Spivak, ona takılmıyor ve akıl öğretmiyor, bu da Klim’in hoşuna gitmekle birlikte gücüne de gidiyordu. İsteksiz de olsa okuldan ve ders kitaplarından söz ediyor, çocuğu ve kocası dışında her şeye yorgun ya da çok içine kapalı bir insanın dalgın bakışlarıyla bakıyordu. Sabah dokuzda okula gidiyor, saat üçe doğru dönüyordu. Beşten yediye kadar çocukla ya da kitabıyla dolaşıyor, saat yedide, koroda şarkı söyleyen amatörlerle çalışmak için yeniden gidiyor, gece geç dönüyordu. Bazen ona uzun saçlı, Panama şapkalı, iki katran parçası gibi kalın bıyıklı, tıknaz, züppe görünümlü kilise korosunun şefi elinde bastonuyla eşlik ediyordu. Bir iki kez Klim’e: “Sergi hakkında yazacak mısınız?” diye sormuştu.

Sıkıntı kendisini engellediği ve henüz yazmaya başlamadığı halde: “Yazıyorum,” yanıtını vermişti. Sabahları, karısı gittikten yarım saat sonra, bay Spivak, ek binadan kapıya, tıpkı henüz yerde yürümeyi öğrenen bir çocuk gibi kararsız adımlarla geliyordu. Toz maskesi çenesini öne çıkararak onun kıvırcık başına barbek köpeği başı biçimi veriyor, koyu renk tüylü giysisi ise, bu müzisyenin, sirkte eğitim görmüş bir köpekle olan benzerliğini iyice vurguluyordu. Klim’le karşılaşınca toz maskesini boynuna indiriyor ve sürekli müzikten söz ediyordu. “İşte, bakınız,” diyerek elini Samgin’in yüzüne doğru kaldırıp ona yedi parmağını gösteriyordu: “Yedi nota, yalnızca yedi nota, öyle mi? Peki, Beethoven, Mozart ve Bach bunlardan ne yaptılar? Ve bu, her yerde, herkes için aynı: Bize çok az şey verilmiş, ancak biz bunlardan pek çok güzel şey yarattık.” Müzik dilinin, sözcüklerin dilinden çok daha zengin olduğunu öne sürüyordu. “Bir akorun içeriğini size anlatmak için onlarca sözcük gerekir.” Bir gece bahçede, sıcaktan bunalırken, haber olarak Klim’e; “Ölüyorum, herhalde sonbaharda öleceğim,” demişti. Klim: “Yeter artık, neler söylüyorsunuz?” diye itiraz etti. Bu sözcüklerin ağzından kontrolsüz bir biçimde çıkmasından da korkmuştu. Spivak, havada parmağıyla karmaşık bir işaret çizerek: “Karım da inanmıyor,” dedi. “Ama ben biliyorum. Sonbaharda öleceğim. Korktuğumu mu sanıyorsunuz? Hayır. Ama, üzülüyorum.

Müzik öğretmeyi seviyorum.” Kemikli parmaklarına baktı ve hışırtılı bir sesle iç geçirdi. “Karım da öğretmeyi sever, evet! Biliyor musunuz, yaşamı da orkestra gibi kurmak gerekir: Bırakın herkes kendi partisyonunu çalsın, o zaman her şey yolunda gider.” Güçlükle soluk alarak konuşuyor, gırtlağında bir şey hırıldıyordu; birdenbire başını tuttu, aksırdı ve soluklanarak: “Bu kentteki toz, kuş gübresi gibi kokuyor,” dedi. Samgin bu sözleri Diomidov’un yarı deli sayıklamaları gibi algıladı; ortam bu sözlerle daha da sıkıcı bir hale geldi ve sonuçta bu sıkıntı onu redaksiyona gitmeye zorladı. Redaksiyon yeri, Dvoryanskaya caddesinin köşesinde, boş bir ara sokağın başındaydı. Bu ara sokak, kıvrılarak kimsesizler yurdunun demir kapısına dayanıyordu. İki katlı bina bölünmüştü; bir bölümü caddede, daha uzun ve iki pencereli olan diğeri ise ara sokakta kalmıştı. Bina eski ve kışla görüntüsündeydi, ön cephesi boyasızdı; duvarlarının sarı boyası dökülmüş, işlenmemiş deri rengini almıştı. Güneş, pencere camlarını mor tona boyuyor ve bu binanın yarı kör gibi duran pencerelerinin üzerinde altın harflerle yazılı “ÜLKEMİZ” yazısını görmek hoş bir duygu yaratmıyordu. Samgin, alt kattaki baskı makinelerinin çalışmasıyla titreyen dökme merdivenden büyük odaya girdi; odanın ortasında, muşamba kaplı, mürekkep lekeli büyük masanın arkasında İvan Dronov oturuyor, ıslık çalarak kayıt defterinden uzun bir kâğıda bir şeyler yazıyordu. Klim’i karşılarken, onu tanımamış gibi kararsızca kalktı ama Klim gülümsediğinde elini yakaladı ve sevinçle, belirgin bir abartıyla sıktı. “Geldin mi? Çok mu oldu?” Beceriksizce ve abartılı sevinç gösterisinden ve kendisine “sen” diye hitap edilmesinden dolayı çok bozulan Klim: “Nasılsın?” diye yanıtladı. İvan: “Sokak çocuklarıyla yaşıyorum,” diye gürültülü ve ateşli bir tavırla konuştu. “Köşe yazarı espri yapıyor: Kimsesizleri dünyaya getirin, büroda onları damgalasınlar ve siz de aynı kimsesiz çocuğu beş kez satın.

” Saçlarını, düz kafasını açıkta bırakacak biçimde kısa kestirmişti ve bu yüzden yüzü daha geniş duruyordu. Düğme görünümlü burnu şişmiş ve yayılmıştı. Sokak tozu rengindeki bıyıklarını çekiştirerek konuşmasını sürdürdü: “Bizde herkes espri yapar. Bu lanet olası kentte ise hiçbir olay yok! Haber olsun diye, neredeyse insanın kendisinin çalıp çırpacağı, yakacağı, öldüreceği geliyor.” Konuşurken, sekizlik kalem için muşambanın üzerinde coğrafi haritaya benzer çıkma bir yer çiziyor ve redaktörün oda kapısının ardındaki hışırtıya kulak veriyordu. Odada sanki bir kedi kâğıtla oynuyordu. Çalışma odasının beyaz, ancak eskilikten sararmış kapısı açıldı ve redaktör, kâğıt tomarlarını sallayarak bağırdı: “Dronov! Siz ne şeytansınız! Ah, merhaba!” dedi sevecenlikle ve kapıyı iyice açtı. “Buyrun!” Bir dakika sonra Klim onun karşısında oturuyor ve dinliyordu: “Sansürcü, logofobi, yani sözcükten korkma hastalığı çekiyor. Orada çalışan beyler önü alınamaz gevezeler. Her birisi diğerinden daha radikal olduğunu göstermeye çalışıyor.” Yakınır gibi değil, ciddi bir tavırla, Klim’e dikte edercesine konuşuyordu. Kel kafasının ve sarı şakaklarının terini mendiliyle siliyor, gücenmiş gibi duran dudakları, Latince sözcükleri söylediğinde özellikle ciddi bir biçimde kıvrılıyordu. Klim, gazete Latincesinin redaktörün zayıf tarafı olduğunu artık biliyordu; hemen her yazısını, ob ovo, o tempora, o mores! disi, testimonium paupertatis gibi gazetecilerin pek sevdiği sözcükler süslüyordu. Redaktörün arkasında tıka basa kitapla dolu bir dolap vardı ve dolabın camlarında gri bir sırt, yuvarlak kadınsı omuzlar yansıyor, çıplak bir ense donuk olarak görünüyor, kitap dolabına redaktörün ikizi kapatılmış gibi duruyordu. “Bu koşullarda kamuoyu oluşturmanın ve yönetmenin ne denli güç olduğunu bir düşünün.

Ama buraya hâlâ inançlı biçimde: “Ne denli kötüyse o denli iyi,” diyebilen insanlar geliyor. Ve nihayet, Marksistler, yani bu halka sevgi duymayan sözde devrimciler de geliyor.” Baskı makinesi kokusu gazete dolu küçük odayı dolduruyordu. Döşemenin altında hiç susmaksızın, tekdüze olarak bir dev ayaklarını vuruyor ve uğulduyor gibiydi. Klim’in el yazılarıyla dolu kâğıtla küstah bir sineği kovalayarak: “Sergi hakkında mı?” diye sordu. Sinek, inatla redaktörün şakaklarında kalmak, terini içmek istiyordu. Sözlerini: “İnokov, çok başarısız bir muhabir çıktı,” diye sürdürdü ve el yazısıyla dolu kâğıdı şakağına vurdu, yüzünü buruşturdu ve masanın üzerinde gezinen sineği izledi. “O, yani İnokov, tuhaf bir insan ve bu herhalde çektiği peklikten kaynaklanıyor. Psikolog Kovalevskiy bana, Timon Afinskiy’nin peklik çektiğini ve bunun genel bir belirti olduğunu söyledi…” El yazısıyla sineğe başarılı bir darbe vurarak hafiflemiş gibi iç geçirdi, dudağını kaldırıp biraz da ileri doğru uzatınca, Samgin, redaktörün gülümsediğini anladı. “Ve bunun dışında, İnokov olağandışı şiirler, hani bilirsiniz, komik şiirler yazıyor. Ha, bu arada, bende yerel şairlerin birkaç arşın boyunda şiiri birikti. Bakmak ister miydiniz? Belki pazar günkü sayı için bir şeyler bulabilirsiniz. Yeni şiiri pek anlamadığımı kabul ediyorum…” Sinirli bir tavırla suratını astı, masanın çekmecesini çekti ve Klim’e değişik kâğıtlardan oluşan bir tomar kâğıt uzattı. “Ha, işte! İki hafta önce Dronov güzel bir şiir verdi ve biz onu bastık. Benediktov’un şiiri olduğu ortaya çıktı.

Tabii ki bizi alaya aldılar. Dronov’a: ‘Bu ne demek oluyor,’ diye sordum. ‘Bunu bana tanıdığım bir seminer öğrencisi verdi,’ dedi. Hmm, seminer öğrencilerine güvenmediğimi söylemek zorundayım.” Çalışma odasına köşe yazarı girdi ve: “Benim yazımı yine mi kestiniz?” diye sordu. Samgin’in elini sıkarak: “Bu ay beşinci yazı,” diye belirtti. Pencere pervazına oturdu ve sarsıla sarsıla öyle bir öksürdü ki, sarı yüzü şişti, iyice kızardı ve ince bacaklarının tabanları hummalı gibi duvara çarptı; düz ipek ceketi kemikli omzundan adeta fırladı, kafası sarsıldı, renksiz ve büyük olasılıkla çok kuru saçları yüzüne düştü. Öksürmesi sona erdikten sonra çok yeni olmayan mendiliyle ağzını sildi ve Klim’e: “Üşüttüm,” diye açıklamada bulundu. Daha sonra, gazetelerde çalıştığı dokuz yıl boyunca sansürün, on bir cildini her ciltte yirmi sayfa ve sayfalarda kırk bin işaret bularak yok ettiğini anlattı. Samgin, Robinzon’un bunu üzülerek değil, gururla söylediğini işitiyordu. Redaktör, tek gözüyle birisinin el yazısını okuyarak, diğeriyle de yeni bir can sıkıcı sineği izleyerek: “Abartıyorsun,” diye söylendi. Robinzon bir şeyler söylemek istedi, pervazdan aşağı sıçradı, yeniden öksürdü ve yırtık kâğıtların bulunduğu sepete tükürdü. Redaktör sepete yan gözle baktı, ayağıyla itti ve canı sıkılarak zilin düğmesine bastı: “Tükürük hokkası koymayı yine unutmuşlar.” İçeriye Dronov girdi, redaktör gözlüklerinin üzerinden baktı: “Sizi değil, bekçiyi çağırdım.” Dronov: “Günlük haberler,” dedi.

“Önemli bir şey var mı?” “Suda boğulmuş bir adam. İki küçük hırsızlık. Pazarda kavga. Bir sakatlama.” “Yaşam bu, öyle değil mi?” diye haykırdı Robinzon, Klim’in koluna girerek: “Bira içmeye gidelim,” dedi. Klim, kapının sövesinde durarak ve redaktörün başının üzerinden bakarak: “Zindan müfettişi Toporkov, dünkü toplantıda, Graçev yönetiminin üyelerini aptal, Timofeyev’i ise hırsız olarak tanımladı,” dedi. Robinzon: “Ama ikisi de ona inanmadı,” diye bitirdi ve Klim’i peşinden sürükledi. Klim, akıl vermek ve eleştirmek konusunda kendisini haklı gördüğü adamı yakından tanıma fırsatını kaçırmak istemedi. Caddede rüzgâra karşı yürürken, tozdan sakınarak ve öksürerek, Robinzon hararetle anlatıyordu: “Valgalla’ya gidelim; ben Volga’yı böyle adlandırıyorum. Çünkü meyhane, kahramanlarımızın ve yakıcı tutkulardan bitkin düşen insanların huzur bulduğu Rus Vallagası’dır. Delikanlı, sizi hangi tutkular sarmalıyor?” Temiz caddede, küçük bahçelerin arkasına gizlenmiş, bahçelerle çevrili farklı renklerdeki binaların önünden yürüyorlardı. “Rahat evcikler,” diye söylendi Robinzon, sıcak havayı hırsla yutarak. “Her türlü tutuculuğun kaleleri. Tutuculuk, rahatlığın temelinde yeşerir.” Klim: ‘İşte, acımaya bile değmeyen, evsiz barksız, sorumluluğu olmayan insanlar böyle,’ diye düşündü.

“Tolstoy’da, Akim dayının rahat koşullar nedeniyle yaptığı ironiyi anımsıyor musunuz?” Klim, yanıt vermeden gülümsedi; sarı ipek giysili, elinde sarı şapka bulunan, kaymak renkli karışık saçlı bu zayıf adamın anlamsızca eğik figürü, komiğine gitmişti; elmacık kemiklerindeki kırmızı lekeler, bir soytarının yanaklarını çağrıştırıyordu. Kendisinin de ummadığı bir anda: “Ama kötü bir adam olduğunuzu sanmıyorum,” dedi. “Aslında, hayır!” diye haykırdı Robinzon. “Ama kötü olmak gerekiyor. İşin gereği bu.” Restoran, nehre doğru dik bir eğimde, direklerle desteklenmiş, havada raf gibi asılı gibi duran bir terasta bulunuyordu. Ya şlı ıhlamur ağaçlarının üzerinden nehrin morumsu çizgisi görünüyor, yakıcı güneş su yüzeyinde parlıyordu; nehrin ardındaki kumluk tepelerde köyün gri evcikleri yayılmıştı; tepelerin ilerisindeki ardıç çalılıkları iyice büyümüştü, daha ileride ise görkemli bulutlar yükseliyordu. Terasın bir köşesinde, önünde boş bir dondurma kasesiyle, iki çeneli gibi duran bir kadın sıkıntı içinde oturuyordu. Yüzü kavun biçimindeydi ve atmacayı andıran burnunun altında koyu tüyler vardı. “Madam Kaspari, tanınmış kadın satıcısıdır,” diye fısıldadı, Robinzon. “Onun hakkında yazı yazmayı sansür yasakladı.” Genç garsona dostça bir sesle: “Balık, Mişa, yumurta ve iki bira,” dedi. Çabucak sigarasını içmeye başlayarak, yorgun bacaklarını masanın altına uzattı, kaykıldı ve Samgin’in yüzüne dikkatle bakarak teklifsiz bir merakla konuşmaya başladı: “İnsan olarak düş kırıklığına uğramış olan sizin kuşağınızın ne yapacağını çok merak ediyorum. Her ne kadar siz tarihi Avgust Babel’in ve benzerlerinin bir çalışması olarak düşünseniz de, kahraman insan tipi, anlaşılan, size antipatik geliyor ya da sizi korkutuyor. Bana, siz Narodniklerden daha bireycisiniz ve kitleleri, kendiniz bir kenarda kalmak için öne sürüyorsunuz gibi geliyor.

Sizin arkadaşlarınızın arasında, Gleb Uspenskiy gibi, halka duyduğu sevgiden, onun yazgısı için duyduğu endişeden dolayı aklını kaçıracak bir insanın varlığı hissedilmiyor.” Samgin, sert bir yanıt için sözcükleri seçerek öfkeyle surat astı; siyasetten söz etmek istemiyordu. Onun öğrenmek istediği şey, Robinzon’un herkesi ve her şeyi eleştirme hakkının neye dayandığıydı. Ama köşe yazarı, sigarasının dumanını salarak ve sevimsizce gözlerini kısarak sürdürdü: “Onun, ‘yaşamı açık bir yalan, yapmacık ve güzel sözler üzerine kurmak için akıl ve vicdanın tüm çabayı gösterme’ gerekliliğine ilişkin trajik çığlıklarını anımsıyor musunuz?” Ekmeği böldü, büyük parçaları şiş kursaklı, mavi-gri renkli güvercinlere attı ve onların birbirlerinden kaparak nasıl açgözlüce yediklerine baktı. Kemikli yüzünü sinirli bir titreme kapladı. “Evet, yaşam giderek daha acımasızlaşıyor ve ben bu yaşamda soytarı rolü oynamaktan yoruldum. Köşe yazarı demek, babalık, kulübe dedesi ve soytarı demektir.” Sandalyeden kalkarak güvercinlere mantar fırlattı ve iç geçirerek: “Aptal kuş. Uspenskiy, yine de iyimserdi; yaşam yalan ve parlak sözler üzerine çok kolay kuruluyor ama kimse vicdanı ve aklıyla çaba göstermiyor.” Çabuk çabuk konuşuyor ve sanki çok eğik bir patikada koşuyormuşçasına, bir konudan diğerine adeta sıçrıyordu. Bu sıçramalarda, Klim, karmaşık, çelişkili ve vaaz veren bir şeyler seziyordu. Klim, onaylayan bir yüzle susuyordu. Beklediğinden daha önemsiz birisi ile karşılaşmak hoşuna gitmişti. Köşe yazarı aceleyle aldığı jöleli balığını yedi ve: “Özellikle balık ve yumurta ile, bol fosforlu gıdalarla besleniyorum,” dedi. Ama yumurtayı o da yemedi ve avuçları arasında yuvarlayarak cebine soktu.

“Köpek için. Azizim, bende evsiz köpeklere karşı hastalık derecesinde düşkünlük var. Öylesine akıllı, candan ve değeri bilinmeyen bir hayvan ki. Dikkat edin, Samgin, hiç kimse insanı köpeklerin sevdiği kadar sevemez.” Birayı azar azar, şarap içer gibi yudumluyordu. Yudumluyor, yüzünü buru şturuyor ve ağzını şapırdatıyordu. “Fıkralarla aranız nasıl?” diye sordu, biraz canlanarak. “Ben severim.” Sağ gözünü kapattı ve birisini taklit ederek yaşlı bir sesle, horuldar gibi konuştu: “Halk zekâsının merakı, tüm yaşamı efsanevi ve fıkramsı olarak kavrar… Hayır, ciddiyim! İşte, ben on bir kentte yaşadım ve oralardan yalnızca fıkra edindim. Kazan’da ev sahibim pinti, tefeci ve kurnaz bir ihtiyardı. Bana, zengin bir adam olan Gavriliy Derjavin’in kırk yaşına kadar kendisini dilenci gibi gösterdiğini ve sokaklarda dokunaklı şarkılar söylediğini anlattı. Adil hükümdar Aleksandr Blagoslovennıy onun bu sahtekârlığını ortaya çıkarmış ve Sibirya’ya göndermiş, aşağılamak için de onun yarı çıplak, eski ve pis gömlekli, elini uzatmış vaziyetteki heykelini tiyatronun önüne dikmelerini emretmiş. ‘Sahtekârlık yapma, kerata’ demek istemiş.” Robinzon’un kısık sesinde acı hissediliyordu; bunu alaycı gülümsemesiyle gizlemeye çabalıyor ancak başaramıyordu. Kemikli yüzünde, kederli gözlerinin altındaki kırışıklardan doğmuşçasına gri gölgeler belirmişti.

Gözleri hummalı gibi parıldıyor, kirpiklerle kapanarak umutsuzca sönüveriyordu. “Derjavin, soyadını söyle açıklıyor: Kazanlı mujik Gavrila Büyük Katerina’nın sarayında ocakçıydı. Çariçe, sevgilisi olan Potemkin’e söver ve bağırırdı: ‘Kafanı kestireceğim!’ Adam kaçıyor, ancak o da kadınca bir kudurmuşlukla ardından çıplak vaziyette kovalıyor. Burada, aptal bir adam olmayan Gavrila çariçeyi durduruyor: ‘Sayın Çariçem, sizin sevgililerinizin peşinden koşmanız olacak şey değil!’ diyor. O zaman Çariçe kendisine geliyor: ‘Doğru, Gavrila, Çariçe olarak onurumu ve de devleti bir skandaldan kurtardığın için ödülü hak ettin.’ Bu olaydan sonra, günde yedi saat Çariçe’nin yatak odasının kapısında bekledi ve kendisine Derjavin soyadı verildi. Çariçe Potemkin’i Kazan’a vali olarak gönderdi, ama o daha sonra Pugaçov’a teslim oldu.” Robinzon, cebinden siyah, çelik bir sigaralık çıkardı ve nehrin ardındaki dumanlı, sıkıcı ortama bakarak iç geçirdi: “Ben, çarlar, şairler, rahipler ve valiler hakkında yüzden fazla bu tür öykü yazdım…” Samgin, kayıtsız bir tavırla: “Bu ilginç,” dedi. Yazarın fıkralarını dinlerken, Varavka’n ın ona ilişkin önemsemeyen sözlerini anımsadı: “Robinzon, yaşam deneyimleri ruhunda belirli biçimler kazanmamış aydınlardandır. Pedagojik kötülük yaymıyor, yalnızca onu taşıyanları eziyor. Robinzon, bir ev köpeğidir.” Klim kalktı ve elini uzattı. “Gitmem gerek.” “Ben de gidiyorum,” dedi Robinzon. Restorandan terasa, kulisten sahneye çıkar gibi uygun adım yürüyerek esmer yüzlü, tıknaz kilise korosu şefi çıktı.

Gür bıyıkları, neredeyse şık ceketinin düğmelerinden de iri olan siyah ve yuvarlak gözlerine değecek kadar kıvrılmıştı. Tepeden tırnağa parlamıştı ve kıllı elindeki gereksiz bastonu da parlıyordu. Köşe yazarı, boynunu uzatarak ve öksürerek: “Korvin,” dedi; elini cebine soktu ve iyice yayıldı. “Kendisini, Macar kralı Stefan Korvin’in sülalesinden sayıyor; işe yaramaz bir adam ve korodaki çocukları acımasızca dövüyor. Ben de onun hakkında bir şeyler yazdım; görüyor musunuz, bana nasıl saldıracak gibi bakıyor?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir