Maksim Gorki – Klim Samgin’in Yasami (3. Cilt)

Anfimyevna, evin odalarında yorgun bedeniyle ağır ağır dolaşıyordu. “Gömdüler mi? İşte…” diye anlaşılmaz bir biçimde homurdandı ve yatak odasına girdi; Klim oradan yaşlı kadının renksiz sesini işitiyordu: “Yegor’la ne yapacağımı bilemiyorum. İçiyor da içiyor. Çar’ın ailesine acıyor, dizginleri iyice bıraktı.” Samgin çay istedi ve çalışma odasının kapısını kapatarak ortalığı dinledi. Dışarıda insanların ayaklarını vuruşları ve sürükleyişleri duyuluyordu. Bu aralıksız gürültü, bir makinenin işleyişi izlenimi yaratıyordu. Bu makine, kaldırımı düzleştiriyor, caddeyi genişleterek binanın duvarlarına çarpıyor gibiydi. Evin karşısındaki fener kırılmıştı ve yanmıyordu; ev bulunduğu yerden başka bir yere kaymış gibiydi. Samgin, gözlerini kapatarak ve bu sözleri gelecek yazısının başlığı gibi görerek: ‘Her şey olup bitti,’ diye düşündü; sözler ünlem işareti ile bitiyor ancak işaret eğri duruyor ve soru işaretine benziyordu. ‘Bu durumda, defnetme işlemi, normal yaşamın yeniden doğuşunu vurguluyor gibi.’ Uyuşuk uyuşuk ve bir teselli bulamadan düşünüyor, Mitrofanov, Lütov ve Nikonova’nın anısı kendisini engelliyordu. ‘Acaba Mitrofanov’u ihbar etti mi?’ Daha sonra yatakta onunla birlikte yatmanın ne denli rahatsız olduğunu düşündü; Nikonova oldukça fazla yer kaplıyordu ve yatak dardı. Ayrıca göğsünü korse içine sokma alışkanlığı… Birkaç saat sokaklarda yürüyüş yapmanın etkisi kendisini gösterdi. Anfimyevna bir bardak çay getirdiğinde, Samgin uyumuştu bile.


Varvara, onu yataktan düşürmek istercesine hızla kolundan çekiştirerek uyandırdı. “Uyan artık! İşitiyor musun? Üniversite yakınında ateş açtılar…” Kürk giymişti; üzerinde soğuk hava ve parfümlerin varlığı hissediliyor, erimiş kar damlaları kürkünün üzerinde duruyordu; eliyle gırtlağını tutarak bağırdı: “Korkunç bir şey! Ölü insanlar üst üste yığılmış! Çocuğu…” “Çocuğu mu?” diye yineledi Samgin. “Belki de…” “Ne belkisi? Allah kahretsin!” Nihayet bir çengeli açmayı başarabildi ve soğuk kürkü üzerinden çıkarıp Klim’in dizine atarak odada hızla dolaşmaya başladı; histerik bir biçimde haykırıyordu: “Genel olarak ateş açma kararı alınmış. Bu cenazeler! Aslında, bir düşünsene, biz Fransa’da yaşamıyoruz ki! Bu tür gösteriler düzenlemek olacak şey mi!” Yemek odasından Kumov’un sesi duyuldu: “Ne çılgınlık!” Samgin, inanmaz bir tavırla: “Kim ateş etti?” diye sordu. “Manejden ateş açtılar. Askerler. Stratonov hakl ı: Museviler bu cenaze törenlerinin bedelini pahalı ödeyecek! Ama ben bir şeyi anlamıyorum!” diye şapkasını sallayarak haykırdı. “Önceden karar vermişler ve ateş açıyorlar! Bu ne anlama geliyor! Neden susuyorsun?” Klim’i konuşma zahmetinden kurtararak odadan dışarı fırladı. Klim: ‘Herhalde abartıyor,’ diye düşündü. Oturuyor ve karısının kesik haykırışlarını dinliyordu: “Evet, evet, korkunçtu!” Sokaktaki insanların adımları sanki daha telaşlı gibiydi. Samgin, güçlükle yemek odasına girdi ve o andan itibaren yaşamı kısa süreli bir kabusa dönüştü. Kumov ona çarptı. Gözlerini kırparak ve kırmızı bir renk almış avuçlarıyla saçlarını sıvazlayarak başını sallıyor, ancak saçları yeniden yanaklarına düşüyordu. Dişlerinin arasından: “Çılgınlık bu,” dedi; telefona doğru giderek ahizeyi aldı ve kulağının altına, yanağına yakın bir yere yerleştirdi. Varvara: “Telefon çalışmıyor!” diye haykırdı.

Kumov, ahizeye bakarak: “Almanya’nın, III. Aleksandr dönemindeki 1 Mart olaylarından sonra olduğu gibi, yeniden Petersburg’a hükmettiğine inanmıyorum,” diye homurdandı. “Kumov, sizi bir yere bırakmam! Neden onun da Nikitinskaya’ya gittiğini düşünüyorsunuz? Nikitinskaya’ya giden herkesi…” Lübaşa Somova, yemek odasına bir kuş gibi daldı; arkasında, döşemenin üzerinde bir İskoç battaniyesi sürüklüyordu; neredeyse düşecek gibi oldu ve bir kör gibi masaya çarptı ve soluk alarak, yumruğuyla vurarak inanılmaz bir çabuklukla konuşmaya başladı: “Turoboyev öldürüldü… yaralı, hastanede, Strasnıy’da. Kendini savunmak gerek, başka türlü nasıl olabilir ki? Sağlık merkezleri oluşturmak gerek! Çok sayıda yaralı ve ölü var. Dinleyin, sizin de sağlık merkezlerine gitmeniz gerek! Tabii ki ayaklanma olacak… Eserler Prohorov fabrikasındalar…” Varvara, kabaca, hatta öfkeyle soru sorarak sözünü kesti. Anfimyevna içeri girdi ve hiçbir şey söylemeden Lübaşa’yı soymaya başladı; o ise Anfimyevna’nın elinden kurtularak haykırdı: “Bırakın, ben şimdi gidiyorum. Ah, Tanrım, bırakın beni…” Varvara ateşli bir tavırla kocasının kulağına fısıldadı: “Hiçbir sağlık merkezine gitmek yok! Asla olmaz! Kesinlikle bırakmıyorum…” Masanın üzerine sıçramak istercesine yerinde zıplayan Lübaşa, telaşla bağırıyordu: “Goginler orada bir merkez örgütlüyor ve Lütov’dan rica etmek gerek, Klim! Onun evi boş! Ve orada böyle bir yer kurulabilir ve gerekli de! Şimdi ona git, Klim. Hemen git…” Varvara, ikna edici bir tavırla Somova’nın öfkeli haykırışını destekleyerek: “Evet, evet, git Klim,” diye yineledi. “Bana bluzumu ve mantomu verin!” Anfimyevna, bas bir sesle: “Ama nereye, nereye gideceksin?” dedi; ancak Lübaşa, “rozan” somununa benzeyen yumruğuyla masaya vurarak ona bağırdı: “Hiçbir şey anlamıyorsunuz! Siz… balık gibisiniz! Aleksey Gogin’i kovaladılar ve ateş ettiler…” Anfimyevna, Lübaşa’yı dışarı çıkardı, Varvara ise yeniden kocasına: “Sen git, Lütov’u ikna et. Onun konumu iyi, bizimki ise uygun değil, teşekkürler!” diye fısıldadı. Samgin giyinmeye gitti; bunu sağlık merkezlerini gerekli gördüğü için değil, evden uzaklaşmak, kafasını toplamak için yapıyordu. Kendisini sersemlemiş, aldatılmış hissediyor ve duyduklarına inanmak istemiyordu. Ama, anlaşılan, yine de kötü bir şeyler olmuştu ve sanki bunlar kendisine yönelik şeylerdi. ‘Kendini savunmak gerek. Ayaklanma olacak.

’ Soka ğa çıkarken Lübaşa’nın haykırışlarını içinden yineliyordu. ‘Aptal kadın.’ Somova’ya verip veriştirirken, bu dar ve eğri sokakların barikatlar için uygun olduğunu da düşündü. Ancak hemen ardından, 8 Ocak’ta işçilerin kenti nasıl yabancı gözlerle incelediklerini anımsadı ve aniden bu devasa ve kargaşa dolu kentin birkaç saat önceki gibi olmadığını, kendisine de yabancılaştığını hissetti. Soğuk karanlık kentin üzerine çökmüş, insanları evlerine, binalara itiyor, sokaklardaki ve pencerelerdeki tüm ışıkları söndürüyordu. Yalnızca arada bir camların üzerindeki kırağıların pelüşü andıran tabakası ardındaki sarı lekeler acıklı bir biçimde görünüp kayboluyordu. Karanlıkta iğneleyici ve keskin bir toz serpiştiriyordu. Kent, karanlıkta her şeyin gerçekliğini yitirdiği, yalnızca karanlığın gerçek kaldığı kuralına uyarak, gerçekliğini yitirmişti. Karanlığın içindeki her kişi gibi, Samgin de var oluşunu hoş olmayan bir biçimde hissediyordu. İnsanlar çok çabuk, küçük gruplar halinde yürüyor, içlerinden herhalde yalnızca bazıları nereye gittiğini biliyor, diğerleri ise yolunu şaşırmış gibi gidiyordu. Samgin, iki kez, ara sokağın köşesini döndüklerini ancak hemen geri geldiklerini fark etti. Kendisi de elinde olmadan onları izledi. Küçük, beş kişilik bir grup yanından geçti; içlerinden birisi sigara içiyor, sigarası sık sık, adımlara uyarcasına yanıp sönüyordu; kadınsı bir ses, alınmış bir tonla sordu: “Beyler, bu ciddi bir davranış mı?” Ve haykırdı: “Sigara içmeyi bırakın!” Samgin, irkilerek, bu gece Moskova’nın 10 Ocak’taki Petersburg’dan daha korkunç olduğunu düşündü. Gergin bir ruh haliyle, anımsadığı silah seslerini duyabilmek için kulak kesildi. Ama aniden, bir kapıya vuruluyormuşçasına, bazı darbeler ve uzaktan anlayamadığı bazı çatırtılar duydu; aşırı soğuktan yarılan ağaç çatırtısına benziyordu.

Bazen demir bir çatıda yürünüyor, bazen de sanki bir çit yıkılmışçasına bir şeyler gıcırdıyor ve düşüyor gibi geliyordu. Caddelerin ve ara sokakların arasında giderek yoğunlaşan karanlıkta yolunu şaşırarak dolaşırken, Samgin, Lütov’u görmenin çok tatsız bir şey olacağını düşündü ve sağlık merkezlerinin çocukça bir düşünce olduğuna karar verdi. Adımlarını yavaşlatarak: ‘Aslında iyice düşünmeden evden çıktım,’ diye düşündü. ‘Bu silah sesi, herhalde bir yanlış anlama olsa gerek.’ Ama 9 Ocak olaylarını da bir yanlış anlama olarak düşünmek istediğini anımsayarak, o günkü olaylar hakkındaki varsayımlarını bir yana bıraktı ve eve dönmeye karar verdi. Alina, kuşkusuz Turoboyev’e gitmenin anlamsız olduğunu biliyordu. Turoboyev böyle ölmeliydi. Gerçekte o bir maceracıydı. Bu tür insanlar ya yaşamlarına son verirler ya da işledikleri suç yüzünden hapishaneyi boylarlardı. Yıkıma uğrayan bir toplumsal kesimin kalıntısıydı o. Belki de Alina onu hâlâ seviyordu. Birisi, kadınların ilk aşklarını yaşamları boyunca unutmadıklarını söylemişti. Ancak bu bedensel değil, bellekle ilgili bir şeydi. Köşeden ara sokağa saptı; birkaç adım attıktan sonra birileri kendisine bağırdı: “Kimsiniz?” Karşısında uzun boylu bir adam durdu, kibrit çaktı ve yüzünü aydınlatarak sert bir tavırla: “Bu sokakta mı oturuyorsunuz?” diye sordu. “Hayır.

” “Burası geçişlere kapalı.” Samgin neden kapalı olduğunu sormadı. Sokağın iç kısımlarında insanlar haykırarak ve yavaşça konuşarak koşuşturuyor ve ağır bir şeyi yerde sürüklüyordu. Zoraki bir gülümsemeyle: ‘Mutlaka öğrencilerdir. Yaramaz çocuklar,’ diye dü şünerek uzun paltolu, Sibirya kalpaklı adamın yanından uzaklaştı. Soğuk karanlık, bedeninin büzülmesine neden olarak Klim’i uyuşturuyor ve uykusunu getiriyordu. Sıradan düşünceler ön plana çıkıyor, beyni sanki bu düşüncelerle birlikte pul pul dökülüyordu. Samgin, ister istemez, büyük olayların olduğu günlerde, hemen her zaman, özellikle sıradan düşüncelerin ve ayrıntıların etkisi altına girdiğini düşündü; bu düşünceler, temel izlenimin tepesinde, bir ateşin külü üzerindeki kıvılcımlar gibi dönüp duruyordu. Paltosunun yakasını kaldırarak ve elini cebine iyice sokarak: ‘Bu sanatçılara özgü bir şey,’ diye düşündü ve yoluna devam etti. ‘Sanatçılar, arayışları sırasında, herhalde ana konuya ilişkin en karakteristik şeyleri düşünürler. Bu belki de, anlamsızlığın yıkıcı darbelerine karşı kendini savunma duygusunun özgün bir ifadesidir.’ Köşeyi döndü, evinin bulunduğu sokağa saptı ve küçük bir insan topluluğuna rastladı. Bu kişiler iki küçük bahçenin arasına sıkışmıştı ve içlerinden birisi, yavaşça: “Çar’a, anayurda inanıyorum…” diyordu. Üç sözcüğü tek sözcük gibi söylemişti. Samgin, insanların yalnızca enselerini ve sırtlarını görüyordu; adımlarını sıklaştırarak onları hemen geride bıraktı ama ardından telaşlı ve soğuğun sessizliğinde çok net duyulan sözcükler işitildi: “Grevciler, Museviler tarafından satın alındı.

Bu çok açık, evet işte onlar gömdüler, ama kimi? Nasıl gömdüler? Geçen yıl general Keller’i gömmediler, ama o bir kahramandı!” Samgin evinin kapısına yaklaşarak ve çevresine bakınarak: “Bu da ‘açıklayıcı beyefendi,’ diye düşündü. Yemek odasındaki ışığı yaktığında karısını gördü; karısı giyinmiş, konuk odasının divanında dişlerini çıkartmış durumda yatıyor, bir eliyle göğsünü, diğer eliyle de başını tutuyordu. Karısı uyanarak ve yüzünü buruşturarak: “Lütov buradaydı,” dedi. “Senin hastaneye gelmeni rica etti. Orada Alina aklını kaçırıyor. Tanrım, başım öyle ağrıyor ki! Tüm bu olanlar öylesine aptalca ki!” Birdenbire ayaklarını vurarak tiz bir sesle haykırdı: “Bir de sen çıktın! Geceleri dolaşıyorsun… Tanrı bilir nerede, buradayken… Sen artık öğrenci değilsin…” Sinirli bir tavırla bluzunu çözerek mumu aldı ve çıktı. Ardından; “Senden izin alarak çıktığımı herhalde unuttun,” diyen Samgin, ‘Dağılmış durumda…’ diye düşündü. Bir kadın için utanç verici olan sözü yuttu ve karanlıkta sıcak divana oturarak sessizliğe kulak verdi. Yeniden, adeta hastal ıklı bir acıyla, kendisini aldatılmış, yalnız ve her şeyi düşünmeye mahkûm hissetti. ‘Bu benim tepkim mi?’ diye düşündü. ‘Lamark’a göre tepki organı yaratır. Cinsel içgüdüyü elinden alırsan, erkek hangi fonksiyonun organı olur ki? Tolstoy, sağduyudan nefret ederken haklıydı.” Sigara söndü. Kibritler ortada yoktu. Tembel bir tavırla onları aradı, bulamadı ve yatak odasına gitmeme kararı alarak botlarını çıkardı: Varvara, herhalde daha uyumamıştı ve onun saçmalıklarını dinlemek çok tatsız olacaktı.

Botlarını elinde tutarak, burada bir zamanlar Kutuzov’un durduğunu anımsadı. ‘Kuşkusuz şu anda bir yerlerde tutkusunu alevlendiriyordur…’ O anda Samgin aniden içinde bir çıbanın patladığını ve tüm bedeninde sanki öfkenin soğuk akımının dolaştığını hissetti. ‘Ve haklı da!’ diye içinden haykırdı. ‘Bırak tutkular boşalsın, her şeyin yüzünü şeytan görsün, sözde halk için uğraşanların, kesinti yapanların, eleştirenlerin ve analizcilerin evleri, daireleri cehennemin dibine gitsin…’ Varvara, elinde bir mumla kapıda belirdi ve ona avucunun altından bakarak: “Niçin yatmıyorsun?” diye sertçe sordu. “Gel, lütfen! İtiraf etmesi güç ama korkuyorum! Bu çocuk… Şu doktorun oğlu… öyle inliyordu ki…” Uzun geceliği, başlığı ve terliğiyle, Buş’un bir karikatürüne benziyordu. Varvara, yatağa yaklaşarak: “Tuhaf davranıyorsun,” dedi. “Ama ben tüm bu olanların hoşuna gitmeyeceğini biliyorum, sen ise…” Klim alçak sesle “Sus!” diye haykırdı ama bunu öyle bir tonda söylemişti ki, Varvara geriledi. “‘Biliyorum’ diyip durma!” diye sürdürdü, giysisini üzerinden çıkararak. Karısına ilk kez bağırıyordu ve bu başkaldırı hoşuna gitmişti. Varvara: “Sen aklını kaçırmışsın,” diye söylendi. Samgin karısının elindeki şamdanın titrediğini ve terliklerini şakırdatarak kendisinden iyice uzaklaştığını görüyordu. “Sen ne biliyorsun ki? Belki de yarın bir kıyım ve yağma başlayacak…” Varvara, ağır ağır ve beceriksizce, sırtı ona dönük olarak yattı; Klim de mumu söndürdü ve uzandı. Daha başka şeyler söylemesini bekledi ve ona birçok acı gerçeği anlatmaya hazırlandı. Tavanın altındaki karanlıkta bazı duman izleri ve daireler dönüp duruyordu. Issızlıkta fısıltı halindeki sözcükleri duyması için uzun süre beklemesi gerekti.

“Bana niçin kızıyorsun, anlamıyorum. Devrimi ben yapmıyorum ki…” Klim başka sözler de bekliyordu. Bu sözler yanıt vermek için çok aptalcaydı ve başını yorganın altına sokarak o da karısına sırtını döndü. ‘Ona bağırmanın yararı yok ve bu aptalca bir şey. Başka birisine bağırmak gerek. Hatta, belki de kendime.’ Ama kendisine yazık olacaktı ve düşünceleri saçma sapan bir durum almaya başlamıştı. Varvara herhalde ağlıyordu; sürekli burnunu çekiyor ve uyumasını engelliyordu. ‘Benden nefret ediyor olmalı. Ama ben de yakında kendimden nefret edeceğim herhalde.’ Ve bu düşünceden dolayı kendisine daha fazla acıdı. Sabaha karşı uyudu; uyandığında ve karısıyla aralarında geçen sahneyi anımsadığında hemen kendisine çeki düzen verdi ve çayını içtikten sonra kaçınılmaz bir hale gelen açıklamada bulunmamak için, evden ayrılmak konusunda aceleci davrandı. Tuhaf bir biçimde sessizleşen kentin bulvarlarını adımlayarak, ‘Moskova artık yıldı,’ diye düşündü. Öğlen olmuştu ama sokaklarda oldukça az insan vardı ve hepsi de sıradan kişilerdi; kaygılı, asık yüzlü bu insanlar küçük gruplar halinde kapıların önünde duruyor, yine üçlü beşli gruplar halinde bir yerlere gidiyorlardı. Öğrencilerin varlığı fark edilmiyordu, yalnız dolaşan yaya sayısı çok azdı.

Ortalıkta ne arabacı ne de polis vardı; ama her yerde haylaz çocuklar, beklenti içinde camlardan sarkıyor ve görünüp kayboluyordu. Dün Samgin’in geçmesine izin vermedikleri ara sokak, tekerleksiz bir arabayla, sandıklarla, şiltelerle, gazete büfeleriyle ve kapı demirleriyle kapatılmıştı. Bu yığının önündeki bir fıçının üzerinde kızıl sarı sakallı bir adam ağzında sigara ile oturuyordu; dizlerinin arasından bir tüfek sarkıyordu ve ava çıkmış gibi giyinmişti. Barikatın arkasında üç kişi bir şeyler yapıyordu: Birisi kalın bir tahtayı arabaya telle tutturuyor, diğer ikisi ise avludan tuğla taşıyordu. Tüm bunlar Samgin’de, orada yaşayanların yaramazca bir eğlence hazırladıkları izlenimi yarattı. Petrovska Hastanesi’nin girişinde, perişan ve ezik haldeki Lütov, ateşten yanan gözleri, çizgilerin zikzaklar oluşturduğu boz lekelerle kaplı yüzüyle Klim’in üzerine atıldı: “Ah, seni nasıl da bekledim!” diye fısıldayarak Samgin’i yakaladı, koridora sürükledi ve pencerenin nişine oturttu. “O öldü, saat on bir otuz üçte. Karnına isabet eden iki kurşun yemişti. Acı çekti. İşte böyle kardeşim.” Samgin’in üzerine abanarak ve doğrudan yüzüne bakarak kısık bir sesle konuşmasını sürdürdü: “Burada Alina çok öfkelendi, onu mutlaka Veden Mezarl ığı’na defnetmek istiyor ama bu saçma! Bu Veden Mezarlığı’nın nerede olduğunu şeytan bilir! Zaten burada defin töreni dediğin ne ki? Rahip törene katılmayı reddetti. Sersem herif. ‘Burada, bir cinayet, ağır bir suç söz konusu,’ dedi. ‘Ne suçu?’ dedim. ‘Askerler kendi keyiflerine göre değil, kuşkusuz üstlerinin emri üzerine ateş açtılar; demek ki bu, askerlerin azgın liselilere karşı kendilerini koruma durumunda işledikleri bir adam öldürme eylemi!’ diye yanıtladı.

” Lütov, sözcüklerin arasında adeta boğuldu, öksürdü ve daha sonra da avcuyla Samgin’in omzuna yaslanarak konuşmasını sürdürdü: “Sen, kardeşim, onu bu törenden vazgeçirmeyi dene, olur mu?” Bacakları titriyor, dizleri bükülüyor ve sallanıyordu. Samgin, bu adamın bir şeyden dolayı canının acıdığını fark ederek konuşmadan dinledi. Lütov, Klim’i omzuyla iterek, duvara, onun olduğu yere yaslandı ve ellerini iki yana iyice açarak: “Nasıl bir şey bu olanlar, ha? Al sana hi, hi, hi! Ben onunla gidiyordum ve beni Dolgorukiy sokağında bir Eser durdurdu ve birdenbire, trak! trak! İt oğlu itler! Kaç kişi öldürdüklerine bakmak için gelmediler bile. Ateş açtılar ve maneje saklandılar. Sen, Samgin, onu ikna et! Ben yapamam! Bu, kardeşim, benim için beklenmedik bir şey… anlaşılmaz bir şey! Onun için Makarov’un… işte geliyor!” diye fısıldadı ve köşeye doğru uzaklaştı. Alina, koridorun ilerisinden ağır ağır yaklaşıyordu. Kürkünün düğmeleri açıktı, omuzlarında bir şal vardı, saçları karmakarışıktı ve bu haliyle çok iri duruyordu. Yakla ştığında Samgin onu ikna etmeye çalışmanın yararsız olacağını anladı: Yüzü hareketsizdi; gözleri, gölgeli göz çukurlarının içine kaçmıştı, göz bebekleri ise kudurmuşçasına parlarken adeta kaynıyor izlenimi veriyordu. Dişlerinin arasından: “İşte nihayet akıllı bir adam bulunabildi,” diyerek alçak sesle konuşmaya başladı. “Sen, Klim, beni mezarlığa götürür müsün? Lütov, sen gitme! Klim ve Makarov gider. İşitiyor musun?” Lütov sakalını çekiştirdi ve başını itaatkâr bir tavırla eğdi. “Altı adam tuttum, tabutu taşıyacaklar,” diye konuşmasını sürdürdü ve aniden ayağını yere vurarak bas bir sesle: “Hiçbir yerde çiçek yok, hayvanlar!.” dedi. Yürümeye devam etti, Lütov ise sitemkâr bir tavırla başını sallayarak, fısıldadı: “Sen nasılsın, Samgin? Eh, birader, onu yalnız bırakmak olur mu… eh!” Çizmelerinin ucuna basa basa Alina’nın ardından yürümeye başladı. Samgin, çevresine bakarak: ‘Ne kadar aptalca durumlara düşüyorum,’ diye düşündü.

Kapılar gürültüsüzce açılıyor, hastabakıcıların beyaz figürleri telaşla koşuşturuyor, duvarlardan ilaç kokusu geliyor, pencere camlarına rüzgâr vuruyordu. Makarov, koğuştan koridora çıktı, yürürken sabahlığının önünü bağladı, Klim’e baktı ve düşünceli bir tavırla: “Sen misin?” diye sordu. Koluna girerek, Klim’i tek pencereli, raflarda ve dolaplarda pek çok kap kacağın bulunduğu karanlık bir odaya götürdü. Sabahlığını çıkartırken: “Burada sigara içilebilir, iç…” dedi. “Yarası karnında olmasına ve acı vermesine karşın, yakınmadan, erkekçe öldü.” Masanın bir köşesine oturduktan sonra güldü: “Bana, ‘şerefli bir biçimde öldüğümü bilseydim mutlu olurdum,’ dedi. Bu adeta bir İngiliz romanından alınmış gibi. Şerefli ölmek ne demek? Hepsi şerefiyle ölüyor ama işte diğerleri yaşıyor…” Samgin, sigara içiyor, dinliyor ve bu erkenden saçı başı kırlaşmış adamdan neden hiç hoşlanmadığını düşünüyordu. Makarov, kaşlarını hareket ettirerek ve sigarasının dumanlı ucuna bakarak: “Samgin, bizde devrim mi oluyor yoksa?” diye sordu. “Öyle görünüyor.” “Sen memnun musun?” Klim: “Devrim bir trajedidir,” diye biraz düşünerek yanıt verdi. “Ama yanıt vermedin.” “Trajedilere sevinilmez.” “Sen Bolşevik misin?” Klim: “Tabii ki, hayır,” diye yanıtladı, ardından da çok acele yanıt verdiğini düşündü. “Demek ki devrimci değilsin,” dedi alçak sesle Makarov.

Bunu çok yalın ve inanarak söylemişti. Genel olarak alışılmadık, Samgin’e yabancı gelen bir biçimde davranıyor ve konuşuyor, bu haliyle de kuşku uyandırarak insanı dikkatli olmaya zorluyordu. Makarov, yine sıradan tavrıyla: “Devrimciler Bolşeviktir,” dedi. “Onlar kafalarını doğrudan duvara vuran kişilerdir; böyle de olması gerekir, ama ben, herhalde onları sevmiyorum. Onlara para verdim ve genelde hep yardım ettim… birilerini ve bir şeyleri sakladım. Ya sen hiç yard ım ettin mi?” Samgin: “Yardım ettiğim oldu,” diye ihtiyatla yanıtladı. “Neden? Niçin?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir