Maksim Gorki – Klim Samgin’in Yasami (4. Cilt)

Berlin onu hiç de konuksever bir biçimde karşılamamıştı: Petersburg’dan alışkın olduğu grimsi, hafif bir yağmur çiseliyor, garın hamalları grev yapıyordu. Klim iki ağır valizi kendi başına taşımak, yeraltı geçitlerinden öfkeli insanların arasında yürümek, onlarla birlikte merdivenleri tırmanmak zorunda kalmıştı. Çoğunlukla uzun boylu ve şişman olan insanlar, söyleniyor, homurdanıyor, umursamadan birbirlerine yükleriyle çarparak ve göründüğü kadarıyla özür bile dilemeden yollarına devam ediyorlardı. Samgin’in önünde, askeri eğitim almış gibi görünen, avcı giysili, yuvarlak şapkalarının kurdeleleri arasına birer kuş tüyü takılmış iki adam onu engelleyerek yürüyordu. Başlarında tüylü şapka bulunan bu adamlar, hamalların grevine kızmış olan insanları güldürmek istercesine, sopaya geçirilmiş küçük bir sepeti taşırken yükleri çok ağırmış gibi numara yapıyorlardı. Ancak gülen bir kişi vardı; o da omuzlarından dizlerine kadar uzanan çeşit çeşit torbalar yüklenmiş, bir elinde valiz, diğerinde makyaj çantası taşıyan sıska bir kadındı. Kadın tiz bir sesle, nezaket icabı ve gergin bir biçimde gülüyordu; büyük bir zorlukla ilerleyebiliyor, insanlar onu başkalarından daha çok itekliyor ve kadın gülüşüne ara vererek, şakacılara endişeyle: “Aman Tanrım! Orada cam eşya vardı! Ah, Richard, orada vazo var…” diye bağırıyordu. Garın önündeki meydanda tek bir arabacı bile yoktu. Kaldırımın ıslak taşlarından, yağmurun sıklaşmış damlaları altında, karamsar tavırlı, suskun ve iyi giyimli insanlar geçiyordu. Ya ğmur biraz yumuşak gibiydi; taşlara hiç ses çıkarmadan düşüyor, ancak yağmur suyu borularındaki tekdüze ses ve adımların öfkeli şapırtıları çok net duyulabiliyordu. Hantal binaların, sık sıraları yükseliyor, rutubet bu yapıların neredeyse hepsini tek renge, paslı demir rengine boyanmış gibi gösteriyordu. Soğuk bir umutsuzluğun giysilerini ve derisini aşarak, içini yavaşça kaplamaya başladığını sezen Samgin, valizleri yere bıraktı, şapkasını çıkardı, terli alnını sildi ve kendi kendine: ‘Her durumda bir çıkış yolu vardır,’ diye anımsattı. Kır bıyıklı, yapılı, deri kasketli, dizlerine kadar inen lacivert bol giysili, göğsünde madeni bir madalyon, ayaklarında ise kocaman kunduralar bulunan bir adam, Samgin’in arkasında belirdi. “En yakın otele kadar iki mark öderim,” diye önerdi, Samgin. Hamal, Samgin’in yüzüne bile bakmadan: “Hayır,” diye yanıtladı, sonra omzu ile onu geri itiyormuş gibi bir hareket yaptı.


‘İşçi dayanışması ya da arkadaşlarının tepkisiyle karşılaşmaktan korkuyor,’ diye alaycı bir tavırla düşündü Samgin; hamal ise Klim’e yan gözle baktı ve çenesiyle ileride bulunan birkaç binadan birini işaret ederek, yüksek sesle: “Balz pansiyon,” dedi. Teşekkür etmeyi unutan Samgin valizlerini kaldırdı ve yağmur altında yürümeye başladı; bir saat kadar sonra artık banyosunu yapmış, kahvesini içmişti ve küçük odanın penceresi önünde oturmuş, pansiyonun sahibesiyle tanışmasını belleğinde canlandırıyordu. Şişman, yusyuvarlak, koyu kızıl renk giysili ve gri önlüklü, şişkin kırmızı yanaklarının arasına sıkışmış burnunun üzerinde gözlükleri olan bu kadın öncelikle: “Siz Musevi değilsiniz, değil mi?” diye sormuştu. Pansiyon sahibesi banyo küvetini çabucak ve ustalıkla hazırladı ve kahve getirdikten sonra, bir grevcinin yeğeni olan hizmetçi kızı işten çıkartmak zorunda kaldığını anlattı. Sonra gözlüğünün camları ardından gözlerini Klim’e küstahça dikerek, Rusya’da neler olup bittiğini sordu. Samgin, Almanca bilgisini sınayarak, kısa ancak istekle yanıt veriyor, sınırı aştıktan sonra, en azından kısa süreliğine, ana yurdun yorucu kargaşasının sesini duymamak için, arkasındaki kapıyı sıkıca kapatabilmeyi ve hatta ülkesini unutmayı bile istiyordu. Pansiyon sahibesi ise yüksek sesle, kararlı bir tavırla, tek bir kişi için değil de, birçok kişi için konuşuyormuşçasına: “Bebel’in yeri Reichstag değil, daha önce kaldığı cezaevidir. Onun bir Musevi olmadığını söyleseler de, o yine de bir sosyalisttir,” diyordu. Samgin, gülümseyerek: “Tüm Museviler sosyalist ve aynı zamanda da zengin mi?” diye sordu… “Ah, evet!” diye öfkeli bir biçimde bağırdı kadın. “Johannes Richter’in söylevlerini okuyunuz. Sosyalistler, Almanya’dan bu ülkenin kanuni sahiplerinin elindekileri alarak ülkeden kovmak isteyenlerdir; bunu ancak Yahudiler isteyebilir. Evet, evet, Richter’i okuyunuz, o sağduyulu bir Alman aklını temsil eder.” Kadın, boğazında hırıltılarla, aynı zamanda da tavuğun kanat çırpması gibi dirseklerini hiddetle hareket ettirerek konuşmasını sürdürüyordu: “Almanya, devrimin gerçekleşmesine izin vermeyecek, kendisine bahtsız Rusya’nızı örnek almayacaktır. Almanya’nın kendisi Avrupa için örnek oluşturur. Bizim Kayzerimiz, tıpkı Büyük Friedrich gibi dâhidir; tarihin çoktandır beklediği bir imparatordur.

Eşim, Moris Balz, bana hep şunu telkin etmiştir: “Lizbet, tüm Avrupa’yı Almanların önünde diz çöktüren bir imparatorun zamanında yaşadığın için şükretmelisin…” Bu kadın öylesine şişman ve yumuşaktı ki, otururken poposunun sağ yanı sandalyeden tıpkı bir balon gibi sarkıyor, göğüsleri ve karnı aynı biçimde balon gibi şişkin görünüyordu. Kadın ayağa kalktığında ise bu balonlar yok olmuş, neredeyse şekli hiç bozulmamış tek bir balona dönüşmüştü. Bu balonun tepesinde kırmızı, küçük çatlak gibi bir şey oluşmuş ve bu çatlaktan sözcükler akmaya başlamıştı. Kadının sevimsiz dış görünümünün ardında, Samgin önemli bir özelliğini keşfetmiş ve pansiyon sahibesi odadan yuvarlanırcasına çıktığında: ‘Böyle bir mesleğe sahip bir Rus kadın, bu tür sorunları konuşmaz…’ diye düşünmüştü. Yağmur dinmiş, sokak grimsi bir sisle kaplanmıştı; lokomotifler geçerken düdüklerini çalıyor, demirin uğultulu sesleri yayılıyor ve gürültüden pencerenin camları tiz bir ses çıkararak titreşiyordu. Dört katlı binanın önüne dikilmiş inşaat direklerini, tekdüze görünümde bedene sahip, lacivert gömlekli ve komik kırmızı başlıklı işçiler indiriyordu; bu işçiler neredeyse eksiksiz olarak “Simplitsissimus”un çizdiği işçileri anımsatıyordu. Samgin, pencereden bakıyor, sigarasını içiyor ve uçarı düşüncelerin fısıltısına kulak verirken, lirik bir ruh haline bürünüyordu. ‘Yaşantım bir tür monolog; bense diyaloglarla düşünüyorum ve sürekli birilerine bir şeyler kanıtlamaya çalışıyorum. İçimde âdeta yabancı, bana düşmanca duygular besleyen, her düşüncemi izleyen biri yaşıyor ve ben ondan korkuyorum. Acaba hiçbir şey söylemeden düşünebilen insanlar var mıdır? Belki de müzisyenler böyle düşünebilir… Yoruldum ben. Fazlas ıyla duyarlı gözlemcilik yorucudur. Elinde olmadan, bayağı, gereksiz bir sürü şey algılayarak yutup duruyorsun,’ diye düşünüyordu Klim. Samgin, gözlerini kapadı ve karanlıkta endamlı, çıplak bir kadının pembemsi bedeni gözlerinin önüne geldi. ‘Ona âşık olsaydım, o kadın içimdeki her türlü şeyi ortaya çıkarabilirdi… Nedir ki bu ‘her türlü şey’ dediğim? Beni iflah olmaz bir ukala olarak nitelendirerek, benim gibi insanların dünyanın hastalığı olduğunu söylemişti. Kuşkusuz bu doğru değil.

Ben ne bir kitapseverim, ne bir dogmacı, ne de ahlak bekçisiyim. Çok bilirim, ancak ders vermeye kalkışmıyorum. Düşünce ve hayal gücünün özgür hareketini kısıtlayacak kuramlar falan da üretmem!’ İşte o anda, Klim’in üzerine, geçenlerde okumuş olduğu ve kime ait olduğunu anımsayamadığı sözler tıpkı sonbahar sinekleri gibi üşüştü: “Sınır tanımayan, son aşamasına varmış bir özgürlük…” “sözde her şeyi bilmenin trajizm…” “tıpkı Narsist gibi kendine bakmaya doyamayan bilgi saflığı…” Belleği giderek bu gibi sözleri dikte ediyor, Klim’e bu sözler kafasında değil de kendisinin dışında, odanın içinde hışırdıyormuş gibi geliyordu. Klim, valizden birkaç kitap çıkarttı, kitapların birinin önsözünde, gözü şöyle bir ifadeye takıldı: “Biz, dinlerin tamamını, her türlü mistik öğretiyi kabul ediyoruz, yeter ki gerçek yaşamda var olmasınlar.” ‘Bu bir poz değilse, umutsuzluktur,’ diye düşündü. Yağmur yine cama vurmaya başlamıştı ve rüzgârın uğultusu duyuluyordu. Samgin, Miropolskiy’nin şiirini okumaya başladı. Edebi eserleri okuma alışkanlığı onun için tıpkı sigara içmek gibi, temel bir gereksinimdi. Kitaplar sözcük dağarcığını genişletiyordu; Klim, sözcük bileşimlerinin anlamını ve ses uyumlarını değerlendirme yeteneğine sahipti; aynı düşüncenin, farklı yazarlarda büründüğü biçimleri mest olurcasına izler ve özellikle de birbirlerine zıt görünen insanlarda ortak noktalar bulmaktan hoşlanırdı. Neredeyse hep hüzünlü bir kurt ulumasına dönüşen Leonid Andreyev’in kedi miyavlamasını andıran yazılarını okurken, Samgin, Gonçarov’un homurtusunu zevkle anımsadı: “Vahşi ve devasa şeylerin ne anlamı var? Denizin mesela. Denizin görüntüsü insana yalnızca hüzün veriyor; ona bakarken insanın ağlayası geliyor. Dağ gibi dalgaların inlemesi ve vahşice saldırıları, zayıf kulağa hoş gelmez, bunlar dünyanın başlangıcından beri, karamsar içeriği çözülememiş bir şarkıyı yineleyip dururlar.” Bu sözler, Tütçev’in endişe dolu: “Ne diye uğuldayıp duruyorsun ey gece rüzgârı,” sorusunu ve: “Aman eski kargaşaları anlatan O korkunç şarkıları söyleme…” dizelerini anımsatıyordu. Daha sonra yine Gonçarov aklına geliyordu; Klim: “Doğanın bu inleyişleri karşısında, bir hayvanın kükremesi güçsüz, insanın sesi bir hiçtir ve insanın kendisi de öylesine küçük ve acizdir ki…” sözlerini anımsıyordu. Ardından belleği, yardım edercesine, Byron’un Karanlık eserini, Shelley’nin Ozimpadio’sunu ve Edgar Poe’nun, Musse’nin, Baudelaire’nin şiirlerini, Sologub’un Ateş Çemberi’ni anımsatıyor ve bu gibi bir zamanlar okunan ve bellekte, arada sesini duyurmak için korunan daha birçok şeyi aklına getiriyordu.

Ancak insanın doğanın acımasız güçleri karşısındaki acizliğine ilişkin sözler ve ölüm yasası Samgin’in moralini bozmuyordu; çünkü Klim bu sözlerin fiziksel açıdan sağlıklı olan yazarların yaşamını hiç engellemediğini biliyordu. Arthur Schopenhauer’in, 72 yıl yaşadıktan ve kötümserliğin dinsel düşüncelerin temelini oluşturduğunu kanıtladıktan sonra, dünyanın “beynin hayaleti” olduğuna ilişkin pek de iç açıcı olmayan felsefesinin XIX. yüzyılda verilmiş olan en iyi eser olduğu inancıyla öldüğünü biliyordu. Dinsel-ruhsal durumlar ve fizik ötesi ile ilgili sorunlar Samgin’e hiçbir zaman heyecan vermemişti; üstelik o, Dostoyevskiy ve Lev Tolstoy’un din üzerine düşüncelerinin keskin anlamını hızla yitirerek, Merejkovski’nin boş laflarına indirgendiğini; yarı nihilist olan Vladimir Solovyev’in soğuk sözcüklerinde tutkularından arındığını; duygusal Vasili Rozanov’un kurnaz zekâ ürünü sözcüklerinde çürüdüğünü; sembolistlerin yarattığı sisin içerisinde eriyip gittiğini görebiliyordu. Klim, Dostoyevskiy’i bölüm bölüm, kendini biraz zorlayarak okur, özgün biçimde yazan bu sanatçının, insanları fazlasıyla bilinçli, kanıt göstererek ve bilgece aşağıladığını düşünürdü. Klim, Çehov’un acı ve boyun eğmiş bir biçimde yaşamın bayağılığıyla dalga geçişini de beğenirdi. Genellikle kitaplar ona, insanları acınası, yaşamın sıradan bocalamalarında yolunu şaşırmış, akılla duygu çelişkisine takılmış, bayağıca bir kendini beğenmişlik yarışına saplanmış bireylerin öykülerini anlatan nesnelermiş gibi gelirdi. Neticede edebi eserler, Klim’e, hiç de aptal olmayan, bazen çok ilginç ve sessizce tartışılabilecek, sessizce alay edilebilecek ve inanılmayacak sohbet arkadaşları gibi geliyordu. Dışarıda, binaların nemli duvarları üzerinde, güneşin sarımtırak lekeleri kayıyordu. Samgin, tuhaf kitabı masaya fırlattı, aceleyle giyindi, sokağa çıktı ve kendisine çok sert gelen kaldırımda yürürken, kısa süre sonra Berlin’in Petersburg’a benzediğini gördü; bu benzerlik, kentteki subay sayısının çokluğundan ortaya çıkıyordu; az sonra Klim buradaki subayların, Petersburg’dakilerden daha mağrur tavırlı olduklarını düşündü ve bunun birçok kez vurgulandığını anımsadı. Klim ticaret merkezinin caddelerinde, derin bir hendeğin dibindeymişçesine yürüyordu; ağır yapılı binaların iki sırası da ona doğru ilerliyor gibi görünüyor, dükkânların açık kapılarından deri, yağ, tütün, et, baharat ve daha birçok şeyin kokusu geliyor ve her şey huzursuz edici bir biçimde tekdüze bir izlenim bırakıyordu. Klim, Lütov’un sözlerini anımsadı: “Almanya öncelikle Prusya’dır. Sınırsız bira tüketicileri kültürünün yüceltilmesidir. Paris’te Notre Dame ve Eyfel Kulesi’ni karşılaştırırken tarihin ironisini, Moupassant’ın sıkıntılarını, Baudelaire’nin nefretini, Anatole France’ın zarif alaycılığını anlayabiliyorsun. Berlin’de ise hiçbir şeyi anlamak zorunda değilsin; her şey, Zafer Yolu ve Reichtag binas ıyla çok net biçimde açıklanmıştır.

Prusya’nın başkenti, kum üzerine inşa edilmiş bir kenttir. Almanya’nın böğründe bir ur, karaciğerinde bir taştır…” Grimsi bulutlar yeniden küçük yağmur damlalarını serpiştirmeye başladı. Samgin bir at arabasına binerek otele döndü. Akşam olduğunda Klim, Vedekind’in bir oyununu tiyatroda seyrederken sıkılıyor, ertesi gün ise sabahtan akşama kadar kent içinde etrafı seyrederek yürüyor ve arabayla dolaşıyor, bir sonraki gün ise Pots Dame gezisine tüm gününü ayırıyordu. Berlin’in bilindik olumsuz özelliklerine Klim kendinden katabileceği bir şey bulamamıştı. Evet, bu insanın üzerinde ağır bir etki yapan sıkıcı bir kentti ve bu kentin yapılarında ve insanlarında gerginlik yaratan, sıkıntı veren bir şeyler var gibiydi. İri yapılı taş yontma ve marangoz ustaları, sessizce, karamsar bir tavırla makine gibi çalışıyordu. Göğüsleri kabarık ve yüzleri de tıpkı subaylarınki gibi ifadesizdi. Çok fazla şişman insan vardı. Samgin, müzeleri gezmeyi ve daha sonra kentten ayrılmayı düşündü. İşte şimdi güzel sanatlar müzesindeydi. Sokakların ağır ve sıcak neminden sonra boş salonların serinliğinde dolaşmak güzeldi. Resim sanatı Samgin’in pek ilgisini çekmiyordu. Müze ve sergileri gezmeyi kültür sahibi bir insanda bulunması gereken bir alışkanlık olarak görüyor, bu gibi yerlere gitmeyi konuşmalar için konu yaratan bir olay olarak görüyordu. Klim, tabloları genellikle kitap okurcasına seyrediyor ve bu tavrının tabloların anlamını körelttiğini seziyordu.

Kadın bedenlerinin resmedildiği tabloların önünde birkaç saniyeliğine durduğu anlarda Klim, Marina’yı anımsayarak: ‘O daha güzel,’ diye düşünüyordu. Nedense böyle anlarda Marina’yı anımsamak pek de hoş değildi. Bunun nedeni, belki de bu durumda, sanatın gerçeğin üzerine çıkamamasından dolayı canının sıkılmasıydı. Manzara resminde ise sanat neredeyse hep doğanın üzerine çıkabiliyordu. Samgin, sakin, iyi niyetli ve romantizm dolu bir biçimde güzelleştirilmiş doğa betimlemeleri tarzını yeğliyordu. Acaba kendisinin alışkın olmadığı hoş hüznün izlenimini yaratan bu tablolar değil miydi? Klim, büyük bir salonda bulunan kanepeye oturarak yorgun gözlerini kapattı ve şunu düşündü: Geçmişle ilgili birçok şeyi anımsatıyormuş gibi görünen bu renkli tablolar ne işe yarayabilirdi ki? Belleği Tütçev’in elejik şiirlerini anımsattı: “… gölgelerin illüzyonu Sessiz, aydınlık ve harikulade, Ne şu fırtınalı saatlerin düşüncelerine Ne sevincine ne de acısına ait olan…” Klim kalktı ve içinden şiir dizelerini coşkuyla yineleyerek yürümeye başladı; üzerinde karmaşık figürlerin fantastik bir biçimde dağıldığı koyu renk bir tablonun karesi önünde durdu: İnsana ait biçimler burada kuş ve hayvan biçimleriyle bütünleşiyor, bir üçgene sıkıştırılmış bir yüzün görüntüsü iki ayak üzerinde bir yerlere yürüyormuş izlenimi yaratıyordu. Ressam, kural tanımaz bir biçimde, var olan bildik öğeleri parçalara ayırmış, daha sonra bu parçaları komik ve cüretkâr bir biçimde olanaksız ve çirkin şekillerle birleştirmişti. Samgin tablonun önünde üç dakika kadar durdu ve ansızın bu tablonun ressamın yaptığı işi yinelemek isteği uyandırdığını hissetti; bu istek figürleri parçalara bölerek onları yeniden birleştirmeye, ancak bunu artık Samgin’in isteğine göre yapmaya itiyordu. Bu isteğe karşı çıkan ve böyle etkilenmesine şaşıran Klim, arkasını döndü ve uzaklaşmaya başladı; ancak birden ressamın adını öğrenmek için geri döndü. Donuk bir metal parçası üzerindeki “Jheronimus Bosch” yazısını okuyabildi, sonra da daha küçük ama aynı tuhaflıkta iki tablo gördü. Bir koltuğa oturdu ve resim sanatı bilinciyle yapılmış gibi görünmeyen eseri seyrederken uzun süre ressam Bosch’un gerçeğin bölünmüş parçalarından bu gerçeküstü dünyayı yaratırken neler düşünmüş olabileceğini uzunca bir süre çözmeye çalıştı. Kuş, hayvan, geometrik figür gibi bir araya gelemeyecek biçimlerin oluşturduğu resme bakarken, içindeki tüm bu figürleri yıkma ve karamsar gerçeküstücülüğün ardında saklı olan anlamı bulma isteği giderek artıyordu. Jheronimus Bosch, güzel sanatlar tarihinde ona bir şey anımsatmıyordu ve Almanların başkentindeki en iyi müzede bu sinir bozucu tablonun yer alması tuhaftı. Samgin, alt katta oturan katalog ve fotoğraf satıcısına indi. Sarı yüzlü, ipek şapkalı adam sağ gözünü gazetesinden ayırmadan Klim’e, Bosch’la ilgili bilgi içeren bir yazının kendisinde bulunmadığını, ancak kitapçılarda bulunabileceğini söyledi.

Kitapçıda Klim sanatçıya ait Fransızca bir monografi bulmuştu. Otelde bayan Balz, Klim’e kızarmış kaz eti, patates, salata ve sazan yedirdikten sonra Samgin sigarasını yaktı, kanepeye uzandı ve göğsünün üzerine ağır kitabı yerleştirerek reprodüksiyonları incelemeye başladı. Kanatlı maymunlar, hayvan başlı kuşlar, böcek, balık ve kuş görünümlü cinler, yarı yıkılmış bir kulübenin yanında, korku içerisinde büzülmüş Aziz Antonius vardı; kadın gibi görünen bir domuz, başında komik başlık olan bir maymun, üzerine doğru geliyordu; etrafta türlü sürüngenler dolaşıyordu ve nedeni belli olmadan bir çölün ortasında duran bir masanın altında, çıplak bir kadın saklanmıştı; çevrede cadılar uçuşuyor, hangi hayvana ait olduğu belli olmayan bir iskelet arp çalıyor; havada ya asılı duran ya da uçan bir çan görünüyordu; yaban domuzu başlı ve keçi boynuzlu olarak resmedilmiş bir kral yürüyordu. “İnsanın Yaradılışı” tablosunda ise, Safaof sakalsız bir genç olarak resmedilmişti; cennette bir değirmen vardı; her tabloda karamsar, ancak yine de komik çağdışılıklar göze çarpıyordu. Samgin: ‘Bu bir karabasan,’ diye düşündü, sonra da bu sözleri aslında her insanın söyleyebileceğini fark etti. Monografi yazısında, Bosch’un tablolarını İspanya’nın hırçın ve karamsar karakterli kralı, İkinci Phillip’in seve seve aldığı belirtiliyordu. Samgin: ‘Belki de yaban domuzu başlı kral, İkinci Phillip’in ta kendisidir,’ diye düşündü. ‘Şu Bosch gerçekle, tıpkı çocuğun oyuncağıyla oynaması gibi oynuyor, önce onu kırıyor, sonra da parçaları istediği gibi birleştiriyor. Saçmalık. Bunlar bir taşra gazetesinde yermeli fıkralar yazan birine yakışan bir sanat eseri. Bosch konusunda Kutuzov ne söylerdi acaba?’ Klim’in yakmış olduğu sigara nemden etkilenmişti ve yavaş yanıyordu, dumanın da tadı yoktu. ‘Yurdumuzun dumanı bile bize tatlı ve hoş gelir,’ diye anımsadı Klim. Daha sonra yurdunun kötü koktuğunu düşündü. O ülkede çok sık ve çok fazla kan dökülüyor. ‘Cesurların deliliği… Zorunluluklar ülkesinden özgürlük ülkesine kaçma çabası…’ Benim gibi bir insana sosyalizm ne vaat ediyor acaba? Yine aynı yalnızlığı ve bu kez insanların bulunduğu bir çölde daha da yoğun hissedilen bir yalnızlığı… “Özgürlük krallığını” görecek kadar yaşayamayacağım kesin bir kere… Bir gün ölmek için yaşamak, kötü düşünülmüş bir şey.

’ Düşüncelerin tadı acı olmakla birlikte hoş bir acıydı bu. Düşünceler, soğuk sonbahar yağmurunun ardı arkası kesilmeyen damlaları gibi akıp gidiyordu. ‘Ben yeteneksiz biri değilim. Başkalarının göremediğini görebilme yeteneğim var. Zekâmın sıra dışılığını daha çocukluğumda vurgulayanlar oldu…’ diye düşünüyordu, Klim. İçinde yeni bir ruh halinin ortaya çıktığını seziyor, ancak tam olarak neyin yeni olduğunu anlayamıyordu. Düşünceler kendiliğinden açık sözlü biçimlere bürünüyor, bununla birlikte, kitaplarda sıkça rastladığı çoktandır bilinen düşünceleri de çağrıştırıyordu. Klim, dalmıştı, ancak bir türlü uyuyamıyor, tam olarak kavrayamadığı bir endişenin dürtüklemeleri onu uyanık tutuyordu. Samgin: ‘İspanya Kralının Bosch’un tablolarında beğendiği şey neydi acaba?’ diye düşünüyordu. Akşam olduğunda, Klim, Winteragarten’in ilginç mimarisi olan sarayındaydı ve kuşku dolu bakışlarla, sahnedeki iki eksantrik adamın olağan olanı yıkmaya yönelik komik çabalar içerisindeki kıvranışlarını izliyordu. Bu insanların çevik hareketleri ve yaptıkları hokkabazlıklarda çift anlamlı, imalı göndermeler sezinliyor, izleyenler gülmüyor ve insanların, sahnedeki iki adamın herkesin kabul ettiği olguları çarpıtma çabalarındaki ciddiyetlerinden dolayı neredeyse alındıkları izlenimi uyanıyordu. Samgin: ‘Bosch da bir eksantrikti,’ diye düşündü. Klim’in sağ ön tarafında gri giysili, bakımsız, dağınık saçlı bir adam oturuyor, elindeki gazeteyi sallıyor ve endişeyle çevresine bakınıyordu; yüzü uzun ve kemikliydi, sivri bir sakalı ve iri gözleri vardı. Samgin: ‘Rus. Onu bir yerlerde görmüş olmalıyım,’ diye düşündü.

Sonra da, adam başını her arkaya çevirişinde Klim, başını eğmeye başladı. Ancak ara verildiğinde adam Klim’in yanına geldi ve kalın, biraz hırıltılı bir sesle konuşmaya başladı: “Samgin, değil mi? Ben Dolganov’um. Hatırladınız mı, Finlandiya’da, Vıborg’da tanışmıştık? Gazeteleri okudunuz mu? Hayır mı?” Samgin’i omzuyla duvara doğru iterek ve sesini hırıltılı bir fısıltıya çevirerek, aceleyle: “Stolıpin’in yazlığını havaya uçurmuşlar. Kendisi kurtulmuş. Yirmi kadar insan ölmüş. Tanıdık bir bayan arkadaş da şey olmuş…” “Ne olmuş? Tutuklanmış mı?” diye irkilerek sordu Samgin. “Öldürülmüş. Çocuğuyla birlikte.” “Lübimova mı?” “Tanıyor muydunuz yoksa? Ben de tanırdım. Gençliğimde. Halkçıların mahkemesinde yargılanmıştı, Mark Natanson, Romas, Andrey Lejava da onunlaydı. Davranışları pek iyi değildi… Dinleyin, şu gösteri cehennemin dibine batsın! Bir birahaneye gidelim, oturalım. Olayları konuşuruz.” Dolganov, Samgin’i kolundan çekiştirdi, soluğu kesildi, sertçe öksürdü ve hırıldarcasına sesler çıkardı. Samgin o sırada, kim olduklarını bilmediği o kırmızı yüzlü, huzurlu insanların, kendisini ve Dolganov’u sabit bakışlarla teklifsizce incelediklerini fark etti ve çıkışa doğru yöneldi.

Samgin: ‘Lübimova dediği… yoksa gerçekten o kadın mı?’ diye düşündü. Klim, ayrıntıları öğrenebilmeyi istiyor, ancak Dolganov soru sormasına fırsat vermeden uzun bacakları üzerinde sallanarak yürüyor, omzuyla çarpıyor ve kesik kesik, hırıltılı bir sesle konuşuyordu: “Evet, işte size havai fişek gibi bir haber. Siyasi bir yanlıştan başka bir şey değil. Geçici hükümetin olduğu sırada ortaya çıkmış bir terör. Adiler… Ben işçilerin yanındayım. Yasad ışı şeyleri savunurum. Siz Esdek misiniz? Anlamıyorum. Lenin aklını kaçırmış olmalı. Bek’ler, Moskova ayaklanmasının önemini kavrayamadılar. Aklımızı başımıza toplamanın zamanı geldi artık. Sağduyulu düşünceye sahip insanların ödevi, demokrasinin yapılandırılmasıdır.” Samgin küçük bir restoranın kapısını iterek açtı. Bilardo topu sesi gelen oda kapısının yanında, köşedeki masaya geçtiler. “Ben siyah bira alacağım,” diye söylendi Dolganov. “Bira yararlıdır.

Ben Davos’tan geliyorum. Tüberkülozum var. Pnömatoraksım da. Totma’da kaptım, sürgündeyken. Tıpkı Davos gibi Tanrı’nın unuttuğu bir yer. İnsanları özledim. Siz göç mü ettiniz?” “Hayır. Seyahatteyim,” diye yanıtladı Klim. “Ha. Sizce, genç subaylar şu adi Ekimcileri, monarşistleri ve diğerlerini dizginleyebilecekler mi? Aydınların tamamı onlar, yani genç subaylar tarafından örgütlenmiş durumda…” Boğuk Almanca konuşmalarının yanında, Dolganov’un etkileyici olmayan sesi güç duyuluyor, kopuk sözleri pek anlaşılmıyordu. Samgin, Dolganov’un yorulmasını bekliyordu. Dolganov ise susamışçasına birasını hırsla yudumlayarak içiyor, göğsünden hırıltılar geliyor, kısılı duran öfke dolu gözleri Klim’in yüzüne iğneleyici bir tavırla bakıyordu. Bira köpüğü, Dolganov’un hüzünlü bir biçimde aşağı doğru sarkan bıyık ve sakalında takılıp kalıyor, böylelikle sözleri de köpürüyormuş izlenimi veriyordu. Bıyıklarının altında iki altın diş rahatsız edici bir biçimde parıldıyordu. Dolganov konuştukça konuşuyor, gözlerinin hastalıklı parıltısı ise giderek artıyordu.

Birden, Samgin, karşısındakini ölü olarak hayal etti: Beyaz bir yastık üzerinde, toprak rengini andıran bir yüz, koyu çukurlar içerisinde sönmüş gözler, sivrileşmiş bir burun, ağız hafiften açık ve içinde şu iki altın diş görünüyor. Klim, Dolganov’un yanından bir an önce ayrılmak istedi. Samgin, Dolganov’un soluğunun kesildiği bir anda: “Lübimova, kızlık soyadı mıydı?” diye sordu. Dolganov, parmaklarıyla ıslak bıyıklarını düzelterek: “Kocasının soyadını aldı. Onun kızlık soyadı İstomina. Evet,” diye söylendi. “Karanlık bir kişilikti o kadın. Ama aslında, gerçeği kim bilebilir ki? Arkadaşım, Saveliy Lübimov, söylenenlere inanmıyordu ve ona acıdığı için evlendi. Kadının amacı soyadını değiştirmekti herhalde. Kendisini unutturmak için,” Dolganov o sırada masanın yanından geçmekte olan garsona: “Noch ein mal,” 1 diye emretti. Samgin, Lübimova’nın nasıl biri olduğunu, kaç yaşında gösterdiğini sormak istedi, ancak Dolganov oturduğu koltuğun arkasına yaslandı, gözlerini kapattı ve bu hareketiyle Samgin’in çabucak ayağa fırlamasına neden oldu. Klim, telaşla: “Gitmeliyim, sağlıcakla kalın!” dedi. “Yarın ne yapıyorsunuz? Reichstag’a gidelim mi? Yar ın toplantılar yapılmayacak mı? Bak şu keratalara! Siz nerede kalıyorsunuz?” diye sordu Dolganov. Samgin, ertesi sabah Dresden’e gitmek zorunda olduğunu söyledi ve pek de nazik olmayan bir biçimde Dolganov’un nemli elinden parmaklarını kurtararak ayrıldı. Zayıf bir ışıkla aydınlatılmış ıssız sokaktan geçerken, Klim elini mendille sarmıştı; teselli edilmeye gereksinim duyduğunu ya da bir konuda kendisini haklı çıkarması gerektiğini seziyordu.

‘Lübimova…’ diye düşündü. Bu kadın çoktandır, Klim’in belleğinden silinip gitmişti aslında. Şu veremli adam, onu âdeta yeniden diriltmiş gibiydi. Klim, bu kadının, göğüslerini korsesine yerleştirirken yaptığı yavaş hareketi, suskun şefkatini anımsadı. Anılarında, ondan geriye kalan daha başka ne vardı?. Hiçbir şey. Dolganov’a rastlamasının, bu kentte bulunduğu sırada kafasında yeni beliren, daha tam olgunlaşmamış, ancak çok büyük önem taşıyan düşünce akışını böldüğünü seziyordu. Klim, sinirli bir tavırla bastonunu kaldırımın taşlarına vurarak yürürken düşünüyordu: ‘Hali harap. Rusya’ya dönerken, tren vagonunda ölebilir. Almanlar onu gömecekler, evraklar ını düzenli bir biçimde Rus konsolosuna gönderecekler; konsolos ise bu evrakları Dolganov’un ülkesine yollayacak, orada ise bu adamın kimsesi yok. Hiç kimsesi.’ Klim irkildi, bastonunu koltuğunun altına alarak dirseklerini sıktı, daha sessiz bir biçimde yürümeye başladı; kendisini tehlikeli bir yere varmak üzereymiş gibi hissediyordu. ‘İnsan doğar, uzun süre bir şeyler öğrenir, çok sayıda zorlukla baş eder, toplumsal sorunları çözer, çünkü yaşadığı ortam onun aleyhine bir yığın olguyla doludur; bunların yanı sıra bir kadınla manevi yakınlık kurmak için güç harcar ve bu da en kısır güç harcama yoludur. Kırk yaşına gelince de bu insan yalnız kalır…’ Kendisini düşünmekte olduğunu fark edince, Samgin yeniden ama bu kez kızgın bir ruh hali içerisinde Dolganov ile ilgili düşüncelerine dönmek istedi. ‘O, aslında bir hiç.

’ Ancak düşüncelerini, yalnız insanın kaderinden uzaklaştırmak hiç de kolay değildi ve Klim oteline bu düşünceler içinde geldi, onlarla birlikte uyumak için yatağına yattı ve uzun süre kendisini yaşamın değişik yollarında hayal ederek bir türlü uykuya dalamadı; otelin yanındaki gardan buharlı trenlerin ıslıkları ve demir sesleri duyuluyordu. İri damlalı yağmur, pencerelerin camına on dakika kadar çarptıktan sonra, karanlık tarafından yutulmuşçasına birden kesildi. Sabah olduğunda, Samgin bir gezginin sorumluluğunu isteksizce yerine getirircesine, elinde Bedeker’in kitapçığıyla her tarafı taş olan kentin sokaklarında yürüyor ve bu düzenli, rahatsızlık veren kent, içinde ağır bir sıkıntının oluşmasına neden oluyordu. Hafifçe nemli rüzgâr, insanların farklı yönlere kaçışmalarına neden oluyor, kocaman, tüylü ayaklı atların nalları tıkırdıyor, askerler geçiyor, davul çalıyor, arada bir yoldan kayarcasına geçen file benzeyen otomobillerin korna sesi duyuluyor, Almanlar duruyor ve otomobile saygıyla yol vererek, arkasından sevecen gözlerle bakıyorlardı. Samgin bir meydana varmıştı; meydanın kenarında görkemli binalar düzenli bir biçimde inşa edilmişti, neredeyse her birinin üzerinde, grimsi bulutların arasından bir parça mavi gökyüzü görünüyordu; bu binalar müzeydi. Samgin, hangi müzeye gideceğine karar veremeden şimşek çaktı ve bardaktan boşanırcasına yağmaya başlayan yağmur onu en yakın olan müzeye sığınmak zorunda bıraktı. Girdiği müzede silahlar sergileniyordu; duvarlar Avusturya-Prusya ve Fransa-Prusya savaşlarından kesitler gösteren renkli ve sıkıcı resimlerle boyanmıştı. Ayakl ı askılarda değişik sistemlere sahip silahlar sıralanmıştı; yatağanlar, kılıçlar, meçler, mızraklar, kamalar vardı; zırhla kaplı at maketleri duruyor, atların üzerinde ise şövalyeler demir yığınları halinde yükseliyordu. Değişik biçimlerde işlenmiş olan demirden mide bulandırıcı bir yağ kokusu ve tuhaf bir soğukluk yayılıyordu. Samgin, tiksinerek bu silahlardan birçoğunun, askeri görevini yerine getirmek adına büyük olasılıkla, insanların kafalarını uçurduğunu, kollarını kestiğini, göğüslerini, karınlarını deştiğini ve böylelikle yeryüzünün toprak ve çamurunu insan kanıyla bolca sulamış olduklarını düşündü. ‘Tam bir budalalık’ diye karar verdi Samgin. ‘Kışın yazmaya başlayacağım . İnsanlara ilişkin şeyler. Öncelikle kişilik tanımlaması yapacağım. Lütov’dan başlarım.

’ Lütov’u her düşündüğünde, Klim, var olmayan yayın balığını yakalama sahnesini anımsıyor ve değirmencinin onu kandırmış olmasına karşın yine de Lütov’un neden gülmüş olduğu sorusu ortaya çıkıyordu. Bu sahnede alegorik ve onur kırıcı bir şeyler vardı. Aslında Lütov hep kurnazlıklar yapan biriydi. Belki de kendiyle alay ediyordu. Ne istediğini anlamak olanaksızdı. ‘İnsanları gördüğüm gibi anlatacağım, dürüstçe yazacağım, antipati duygularıma yenilmeden.’ Sempati besleyebileceğini de düşünerek, ‘sempati duygularıma da…’ diye ekledi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir