Mumtaz Gokcebag – Gelecekte Birgun Turkiye

Varalım dedik, görelim dedik, Yapışıp sabanın sapına, Şol kardeş toprağını, Biz de bir yol sürelim dedik. Düştük dağlara dağlara, Aştık dağları dağları. Karaburun dağının eteklerinde, beş yaşlarındaki erkek çocuğu bir yandan kendisini sürükleyen askerlere direniyor, diğer yandan başını olabildiğince çevirip arkasına bakmaya çalışıyordu. Dört askerin ortasında vakurla dimdik ayakta duran, beyazlar içindeki, açık kumral saçlı, mavi gözlü, ince bedenli kadın kendisinden giderek uzaklaşan bebeğini son kez gördüğünün farkındaydı. Ana oğul göz göze gelmeye çalışıyor ne var ki kendisini hoyratça çekiştiren güçlü kollar yüzünden o minik beden bunu başaramıyordu. Ansızın nereden aklına geldiyse direnmeyi kesti ve sakin sakin yürümeye başladı. Elbette küçük adımları büyüklerinkine uyamıyor, arada koşturması gerekiyordu. Ama şimdi gözlerini annesinin güzel yüzünden ayırmadan ilerlemeyi becerebiliyordu. Böylece on metre kadar gittiler. Az önceki gerilim kaybolmuş, yerini bir çeşit kır gezintisine bırakmıştı. Onu sıkıca tutan eller yavaşça gevşedi, askerler dikkatlerini başka yere verdiler, çocuk tam bu anı bekliyordu, kollarını hırsla çekti, kurtulur kurtulmaz da geriye doğru koşturmaya başladı. “Anne, anne.” Beyazlar içindeki kadın bir adım öne fırladı, yere diz çöktü ve kollarını açtı; “Oğlum, oğlum, Deniz.” Askerler ellerinden kaçırdıkları çocuğu tutmak için geriye döndüler, tam bu anda diğerlerine göre daha parlak giysiler içindeki birisi yavaşça arkadan dolandı, elindeki siyah bir cismi kadının kafasına dayadı ve, “Dan!!!.” Çıkan patlama sesiyle herkes olduğu yerde çakıldı kaldı.


Gözler şaşkınlık içinde sesin geldiği yöne çevrildi. Kalbinde sevgiye hiç yer olmayan birisinin kestiği körpe fidan gibi genç beden toprağa yığılıverdi. Çocuk durdu, uğradığı şokun etkisiyle kaskatı kesildi. Toprağın üzerinde yatan annesine baktı, incecik kan selinin kafasından akıp yerde ilerleyişini izledi. Haykırmak, bağırmak, ağlamak istiyordu ama bir türlü sesini çıkaramıyordu. Tam bu anda birisi onu yakaladı, belinden tuttuğu gibi kucağına aldı ve ilerdeki arabaya doğru koşturmaya başladı. Çocuk hala sessizdi. Dili tutulmuştu sanki, içinden kopup gelen çığlığı dışarıya çıkaramıyor, askerin kucağında garip şekillerle kıvrılıp duruyordu. Onu arabanın içine attıklarında bile sesi duyulmadı ama lastik bir top gibi hızla doğrulup cama yapıştı. Ve hemen yandaki arabada duran küçük kız çocuğu ile göz göze geldi. Bu onun üç yaşındaki kardeşiydi. Korkuyla açılmış kocaman yeşil gözler ağabeyine bakıyordu. Ve onlara yardım edecek kimse yoktu. Çocuk artık duygularının serbest kaldığını hissetti, avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. Kardeşi de anında onu izledi.

“Anne, anne.” Arabadan çıkmak için kapıya asıldı ama kapı kolu yerinden bile oynamıyordu. Bütün gücüyle vurmaya başladı. Vurdu, vurdu, vurdu. Sıkıntı kocaman bir düğüm olmuş boğazına takılmıştı. Nefes alamıyordu, panik içinde daha güçlü darbeler indirmeye başladı. Ağzını olabildiğince geniş açtı ama gelen hava oradan ileriye gidemiyordu. Boğulmak üzereydi. Tam o anda parlak bir ışık gözlerini kamaştırdı, zil sesi kulaklarında yankılandı. “Uyanın sahip, sizi merkezden arıyorlar.” Parlak ışık yeniden yanıp söndü, zil yeniden çaldı. Yüzbaşı Dennis Kruger gözlerini açtı. “Uyanın sahip, sizi merkezden arıyorlar.” Kan ter içindeydi. Gördüğü kabus nedeniyle sıkışan kalbi yerinden çıkacakmış gibi hızlı çarpıyordu.

Havasız kalan ciğerleri yüzünden şiddetli bir ağrı göğsünü kaplamıştı. Elleriyle kaburgalarının iki tarafına bastırdı, derin derin nefes almaya başladı. Bu tekniği doktorlardan öğrenmişti, kabus anlarında yardımcı oluyordu. Solunumu yeterli değildi ama yine de oksijen onu biraz olsun yatıştırmıştı. Yatağın içinde doğruldu, hemen yanındaki etajerin üzerinde duran bardağı alıp bir yudum su içti, “Işıklar” diye seslendi. Tavanın içine gizlenmiş lambalar yandı, tam karşısındaki duvar aydınlandı. Koyu mavi zemin üzerinde beyaz bir yazı vardı. “Sizi merkezden arıyorlar sahip.” “Sahip” sözcüğü son yıllarda moda olmuştu. İngiliz sömürgesi sırasında Hintli uşaklar efendilerine böyle seslenirlerdi. Yüzbaşı Dennis mahmur gözlerle ekrana baktı. Kalbi hala çarpıyordu ama şimdi kendini daha iyi hissediyordu. “Yine o kahrolası kabus” dedi kendi kendine. En son geçen yıl aynı şekilde uyanmış ve doğruca doktora gitmişti. Üç ay süren psikolojik tedaviden sonra artık bir daha kâbus görmeyeceğini düşünüyordu.

Doktorlar ona rüyasındaki küçük çocuğun kendisi olduğunu, annesinin vurulmasını ise, cinsel ilişkiyi anlattığını ve bilinçaltının buna tepki gösterdiğini söylemişlerdi. Çok büyük bir olasılıkla bebekliğinde onların sevişmelerine şahit olmuştu. Yüzbaşı anne ile babasını hiç görmemişti ama fotoğrafları ve filmleri evinin en önemli eşyaları arasındaydı. O henüz bir bebekken trafik kazasında ölmüşlerdi. Kaza gününe ait gazete haberleri, TV’de gösterilen otuz saniyelik film olaydan kalan tek bilgi kırıntılarıydı. Babasının resimleri çoğunlukla içki sofralarında çekilmişti. Hayattan zevk almasını seven birisi olduğu söyleniyordu. Şarap uzmanlığı onu yemekli toplantıların vazgeçilmez konuğu haline getirmişti. Annesi biraz şişman, iri yarı tam bir Hollandalıydı ve rüyasında gördüğü o narin, çok güzel kadınla hiçbir benzerlik göstermiyordu. Dennis büyükanne ile büyükbabasının yanında büyümüştü. Yaşlı insanlarla birlikte olmak, gerçek annenin o anlatılmaz sıcaklığından uzakta kalmak demekti. Kendisine çok iyi davranıyorlardı ancak aralarında hep bir mesafe vardı. Bunu hiçbir zaman anlayamamıştı. İnanılmaz okul başarıları, sınıf birincilikleri, kazanılan onca sınav, büyük babasıyla arasındaki o anlaşılmaz uçurumu kapatmaya yetmemişti. Duvardaki ekran yeniden parladı, ince ama metalik ses yanıp sönen yazıyı okudu; “Sizi merkezden arıyorlar sahip.

” “Tamam, bağla bakalım.” Ekran değişti, orta yaşlı, kel bir adam göründü. Orada uzun süre beklemiş olmalı ki bağlantı kurulduğu anda başka yere bakıyordu. Birileri onu uyarınca telaşla kameraya döndü, “Yüzbaşım, sizi uyandırdığımız için üzgünüz ama durum çok önemli.” Yüzbaşı Dennis merakla ona doğru baktı, adam devam etti; “Ben emniyet müdürüyüm, Albay Elia sizin bize yardımcı olabileceğinizi söyledi. Acilen buraya gelmeniz gerekiyor, bir terörist yuvasını kuşattık ancak içeriye giremiyoruz. Gerekli bilgiler bilgisayarınıza yüklendi. Dosya numarası elli beş.” Adamın arkasında, yüz metre kadar uzakta iki katlı bir bina görünüyordu. Eskiden kalma çoğu yapı gibi zaman içinde oldukça yıpranmıştı. “Tamam efendim, hemen geliyorum” diye yanıtladı yüzbaşı ve çevik bir hareketle ayağa fırladı. Doğruca banyoya gitti, hızla soyundu, duşun altına girdi. Ellerini havaya kaldırdığı anda çevresindeki duvarlardan buhar fışkırmaya başladı. Küresel ısınmayla birlikte kullanılabilir tatlı su miktarı önemli ölçüde azalmıştı. Bu nedenle artık her ev kendi atık suyunu arıtıyor, sıvılar son damlasına kadar özenle geri kazanılıyordu.

Hollanda’da kişi başına verilen aylık su miktarı 2 tonu geçmiyordu. İşte bu nedenle banyolarda eski tip duşlar kullanılmayalı yıllar olmuştu. Şimdi ufacık damlalar buhar biçiminde püskürtülüyor, vücut deyim yerindeyse nemlendiriliyor sonra havada kalan nem yeniden işlenmek üzere geriye emiliyordu. Duşta kalma süresi beş dakikadan fazla olamazdı. Banyodan çıkan yüzbaşı elbiselerinin olduğu odaya geçti ve giyinmeye başladı. Önce iç çamaşırlar, ardından üniforma, onun da üzerine kurşungeçirmez yelek, çelik başlıklı yüz koruyucusu. Beş dakika sonra tam bir savaşçı gibi görünüyordu. Özel çizmeleri ayağına geçirdi, şok tabancasını beline taktı, koşar adımlarla evin garajına indi. Uzakta duran arabasına seslendi; “Motor.” Araç ışıklarını yaktı, motoru çalıştırdı ve kapısını açtı. Yüzbaşı ön koltuğa oturdu; “Elli beş” dedi. Yön kolunun arkasındaki dikdörtgen ekran aydınlandı, Amersfoort haritası göründü, adres bilgileri alttaki şeritteydi. “Treekerweg” diye seslendi. Görüntü yavaşça değişti, olay yeri kırmızı daire içine alınmıştı. Uydu görüntüsünden evin durumu çok iyi anlaşılmıyordu ama neredeyse suyun ortasındaydı.

“Vay canına, teröristler mükemmel yer seçmişler. Burayı kimse tam olarak kuşatamaz” diye düşünüp görüntüyü ezberlemeye çalıştı. Böyle durumlarda en küçük bilgi kırıntısı bile yaşamsal olabilirdi. Yüzbaşı Dennis sokaktaki binaların tümü terk edilmiş olmasına karşın ailesinden kalma bu eski evden ayrılamamıştı. Sular neredeyse bahçesine kadar gelmişti ve daha da yükselmediği sürece hiçbir yere gitmeyecekti. Ama gecenin bu saatinde, karanlık Amersfoort sokaklarında hızla ilerlerken çevresiyle hiç ilgilenmiyordu, kafasında yalnızca birazdan yaşayacakları vardı. Aracı olay yerinin önüne kurulmuş polis barikatında durdu. Emniyet müdürü kendisini bekliyordu; “Yüzbaşı, tekrar özür dilerim ama bizim işimiz böyle, teröristler gece çalıştığı sürece biz de onlara uyuyoruz “ dedi. Yüzbaşı Dennis elini uzattı. “Önemli değil müdür bey, durumumuz ne?” “Teröristleri şu gördüğünüz evde kıstırdık. Ama çok iyi silahlanmışlar. Zaten evin kendisi de cephanelikmiş. Bizden çaldıkları silahları burada toplayıp sevk ediyorlar. Dolayısıyla mühimmat olarak sıkıntıları yok. Aslında bizim ekibi gönderebilirdim elbette ama bu işi kayıpsız yapmanın mümkün olmadığını hesapladık.

Ve sizin bölüme başvurduk. Komutanınız Albay Elia da burada. Şu anda karavanda sizi bekliyor, böyle buyurun.” Önlerini hafifçe aydınlatan mavi ışıkları izleyerek yol boyunca birlikte yürüdüler, ağaçların arkasındaki boşluğa yerleştirilmiş büyük karavana doğru ilerlediler. Albay Elia kapının önündeydi, iki asker karşılıklı geçip selamlaştılar. “Yüzbaşı, her zaman ki gibi hızlısınız, buyurun içeri geçelim” dedi. Bu yaşlı kadın baş başa olduklarında yüzbaşıya “oğlum.” demeyi tercih ediyordu. Birbirlerini çok eskiden beri tanıyorlardı. Dennis ailesinden görmediği sıcak yakınlığı onda bulmuştu. Başarılı eğitim hayatının, üniversite günlerinin ve daha sonra askeri akademinin arkasında hep bu sevgiyle dolu kadın vardı. Avrupa’nın tek robot enstitüsüne kabul edilmesinde büyük rol almıştı. Yüzbaşı, onun koruyucu kanatları altında huzur buluyordu. Ama şimdi olduğu gibi üçüncü kişilerin yanında tipik ast üst sıralaması bütün gerçekliği ile ortaya konurdu. Yüzbaşı merdivenleri çıkıp içeri girdi.

Genç bir kız, elindeki veri aktarma çubuğunu hızla hareket ettirerek duvardaki ekranda duran harita üzerinde çalışıyordu. Yüzbaşı Dennis’i görünce gözleri parladı, hareketleri daha kadınca işaretlere dönüştü. Kırmızı çubuğu dudaklarına götürdü, kalçasını geriye kaydırarak öne doğru eğildi. Albay araya girdi, “Kızım sen hiç erkek görmedin mi? Konuklara oturacak bir şey ver hemen” dedi. Kız albaya aldırmadan önündeki koltuğu çevirdi, gösterilen yere oturan yüzbaşının kulağına eğildi, fısıldayarak; “Sana sayısal renk koleksiyonumu göstereyim mi? “ dedi. Yüzbaşı kendisini daha fazla tutamadı, hafifçe gülümsedi. Albay bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı sonra vazgeçti ve; “Evet beyler, konumuza girelim. Müdür bey siz gerekli açıklamayı yaptınız mı?” O anda dalgın dalgın genç kıza bakan polis müdürü kendisini topladı, telaşla; “Biraz açıkladım albayım ama ayrıntılara girecek zamanım olmadı.” “Peki o zaman, şimdi lütfen buraya bakın.” Duvardaki büyük ekranda evin planı görünüyordu. “Teröristlerin kaldığı yer burası. İki katlı eski bir bina. Bodrumda yarım metre kadar su var. Sahipleri tarafından dört yıl önce terk edilmiş. Teröristler kuzey yönüne iskeleler kurmuşlar, kurtarma çalışması yapılan bir yer havası vermişler.

Çevre neredeyse tümüyle ıssız olduğundan kimsenin dikkatini de çekmemiş. Tahminimiz, silah sevkiyatının birkaç yıldan beri buradan yapıldığı.” Yüzbaşı merakla sordu, “Silahları nereye gönderiyorlar efendim?” “Asya Minör’e. Yerlilerin bir süredir savaşa hazırlandıkları söyleniyor.” “Bizim silahımızla bizi vuracaklar yani.” “Evet, aynen öyle yüzbaşı. Ama bu sefer işleri bekledikleri şekilde gelişmedi. Bildiğiniz gibi ürettiğimiz silahlara bir verici yerleştiriyoruz. Teröristler bunun kodunu kırmayı başarmışlardı. Ama biz bu kez farklı izleme aygıtı yerleştirdik. Onlar birincisinin kodlarını kırdılar, ikincisinden haberleri yoktu.” Albay gülümseyerek yüzbaşıya baktı, hafifçe göz kırptı, “Ve onları elimizle koymuş gibi bulduk.” Polis müdürü yerinde şöyle bir gerindi; “Çok zekiceydi albayım “ dedi. “Teşekkür ederim müdür bey ama henüz işi tamamlamış değiliz, şimdi yapılması gereken şey içeri girip onları kıskıvrak yakalamak.” Yüzbaşı Dennis başını kaldırdı, ekrandaki plana baktı.

“Peki, sorun ne, neden polis içeri girmiyor?” Albay elindeki çubuğu ile işaret ederek; “Müdür bey, siz cevap verin isterseniz” dedi. Polis müdürü istemediği bir şeyi zorla yapıyormuşçasına yüzünü buruşturdu. “Şey, sorun şu. İçerdeki adamlar ölümü göze almış teröristler. Sanırım özel hazırlanmış giysileri var. Çünkü kızıl ötesi tarayıcılarımız evi boş gösteriyor. Yani kaç kişi olduklarını bilmiyoruz. Basitçe içerde teslim olmayı bekleyen tek bir terörist de olabilir, yirmi silahlı adamla da karşılaşabiliriz. Gerçi binayı tümüyle havaya uçurup onlardan kurtulabiliriz ama çaldıkları silahların arasında radyoaktif madde içerenler var. Dolayısıyla tek seçenek eve girip her birini ayrı ayrı avlamak. Yaptığımız hesaplara göre içerisi yeterince kalabalıksa bu işi kayıpsız ger çekleştirmek imkansız. Üstelik teröristlerin bazılarını sağ ele geçirirsek çok sevineceğiz. Eğer sizin robotlarınızı kullanırsak, polisten kimsenin burnunun bile kanamayacağını düşündük.” Yüzbaşı Dennis söylenenlerden hiç etkilenmemişti. Aslında böyle bir şeyi bekliyordu.

Evden çıktığından beri bu işe robotlarının karıştırılacağını anlamıştı. Albay Elia’ya baktı; “Komutanım, ben üzerinde çalıştığımız projenin çok gizli olduğunu sanıyordum. Robotları burada kullanırsak yarın bütün Avrupa duyar.” “Biliyorum yüzbaşı, biliyorum ama biz bu makineleri teröristlerle mücadele için geliştirmedik mi? İşte, al sana terörist. Bir yerden başlamamız gerekmiyor mu?” Yüzbaşı başını salladı; “Efendim, sorun o değil, ben robotlarıma güveniyorum. Ama bunlar savaş robotu, karşısındakini yok etmeye programlanmış, elimde bu işe uygun yalnızca C-12 var ancak onu da sahada hiç denemedik.” Polis müdürü merakla sordu? “Nedir bu C-12?” Albay önündeki düğmeye bastı, ekrana güvenlikçi giysileri içinde bir robot görüntüsü çıktı. “İşte, C-12 bu müdür bey. Enstitümüz polis robotu yaratmak için işe başlamıştı. Ama küçük Asya’da olaylar yükselince savaş aracı fikri ağır bastı ve proje yön değiştirdi. C-12 aslında bu işin ilk basamağını oluşturuyordu. Gerçi robotlarımız her yönden hazırlar ama daha önce hiç denenmediler. Yalnızca dört tane üretilmişti. Yüzbaşı bundan çekiniyor olabilir, yani sayıca yetersiz kalabilirler değil mi?” Yüzbaşı başını salladı; “Kesinlikle evet efendim. Eğer içeride yirmi kişi varsa, robotların oradan sağlam çıkma olasılıkları sıfır demektir.

Çünkü tetiğe basmadan her seferinde teslim ol diye bağıracaklar. Bu ise karşı taraf için ateş etme fırsatıdır. Sonra…” Albay yüzbaşının sözünü kesti, ekrana yeniden evin planını yerleştirdi. “Şu şekilde yapacağız, siz ve dört robotunuz binanın bodrum katından içeriye gireceksiniz. Sonra her katı ayrı ayrı temizlemeye başlayacaksınız. Biz keskin nişancılarla dışarıdan sizi destekleyeceğiz ama savaş robotlarından on tanesi de polislerle birlikte hemen arkanızda yer alacak. Eğer C12’ler başarılı olurlarsa, en azından birkaç teröristi canlı ele geçirebiliriz. Aksi durumda A sınıfı işe başlayacak.” Polis Müdürü; “ Ve kimse canlı kalmayacak.” Albay; “Aynen öyle müdür bey.” *** Robotların ilk görevi Dört robot binanın biraz ilerisindeki bahçe duvarının yanında duruyordu. Yüzbaşı dudağının hemen üstündeki ses alıcısını yokladı, koluna bağlı kontrol ünitesinin köşesindeki kırmızı düğmeye bastı, robotların sol göğsü üzerinde minik bir ışık belirdi. “Robotlar beni izleyin” dedi. Hiç kıpırdamadan öylece yerinde duran dört robot ansızın canlandı, arka arkaya sıraya girerek yüzbaşının peşinden yürümeye başladılar. O hızlandıkça hızlanıyor, durunca duruyor, yavaşlayınca yavaşlıyorlardı.

Yüzbaşı uygun bir noktadan hedefini dikkatle incelemeye başladı. L şeklindeki binanın ön tarafındaki pencerelerin tümü giriş kapısına bakıyordu ve her yer gündüz gibi aydınlatılmıştı. Oradan kimseye görünmeden içeri girme şansı hiç yoktu. Ağaçların gölgelerine saklanarak binanın sokağa bakan duvarına kadar ilerledi. Eğilerek pencerelerin altından geçti, arka bahçeye ulaştı. Elindeki çubuğu köşeye uzattı, aynı anda başlığındaki koruyucu camın üzerinde diğer tarafın görüntüsü belirdi. Bahçe iki bölümden oluşuyordu. Kocaman meşe ağacının bulunduğu ön kısım parkları andıran biçimde düzenlenmiş, alçak oturma yerleri ve masalar yerleştirilmişti. Onun hemen arkasında çukurda kalan ikinci bir alan geliyor, buradan da evin bodrum katına giriliyordu. Zeminden parlayan ışıklar bu bölümün yarım metre kadar suyun içinde olduğunu gösteriyordu. Kapının tam karşısına büyük çelik bidonlar yerleştirilmişti. Yüzbaşı kontrol çubuğunun üzerindeki bir düğmeye bastı. Şimdi bahçenin kızıl ötesi görüntüsü başlığına yansıyordu. Bidonların olduğu yerde kırmızılıklar belirdi. Birileri saklanmış onları bekliyordu.

Kalın saçtan yapılmış bu korunaklı siper başına iş açabilirdi. Elindeki silahların hiç birisi zırhı delme özelliğine sahip değildi. Hedef öylesine yakındı ki, aniden çıkacak her hangi bir çatışma kolayca kendisini de içine alabilirdi. Kararsızlık içinde gözlerini kapattı. Tam telsizi kullanmaya hazırlanıyordu ki bidonların arkasındaki kapaklar açıldı, iki terörist gerinerek dışarı çıktılar ve merdivenleri geçerek ön bölüme geldiler. İnanılmaz bir şeydi, demek ki bunca olaya rağmen teröristler polislerin dışarıda olduğunu henüz anlamamışlardı. Bu fırsatı kaçıramazdı, hemen emir verdi. “Robotlar hedef saat on yönünde, iki kişi, yakalayın.” Dört robot o hantal görüntülerinden hiç beklenmeyen çeviklikle bahçeye daldılar, bir numara metalik sesiyle bağırdı, “Siz ikiniz, hemen ellerinizi havaya kaldırın, teslim olun.” Terörist saniyenin sekizde birinde kendisine seslenildiğini kavradı. Oysa robot yüz mikro saniye önce teröristi baştan ayağa taramaya başlamış, yetmiş mikro saniyede ise elindeki silaha odaklanmıştı. Terörist ikinci sıfır sekiz saniyede silahını robota çevirdi. Robot tüm dikkatini silahın ucuna vermişti. Tarayıcıdan gelen bilgiler, pozitronik beyninde ölçülere dönüşüyor, namlunun hedef açısı hesaplanıyordu. Bu açı kendisiyle sıfır olunca robot tetiğe bastı.

Üç kurşun arka arkaya teröriste saplandı, adam yerinden fırlayıp sırt üstü duvara çarptı ve oraya yığıldı. Oysa onun hemen yanındaki ikinci terörist hareket etmemişti, robotlar onu izlemekle yetindiler. Adam ansızın çevik bir hareketle çukura atladı, çöp bidonunun arkasına dolanırken silahını robota çevirdi. Ama bu büyük hataydı. Robot isabetli atışlarla onu önce kolundan vurdu arkasından tümüyle açığa çıkan vücuduna kurşunlar saplandı, cansız yere düştü. Otuz saniye kadar devam eden gürültü tıpkı başladığı gibi ansızın kesiliverdi. Ortalığı derin bir sessizlik kaplamıştı. Yüzbaşı elindeki tarayıcılarla çevreyi en ince ayrıntısına kadar yeniden inceledi daha sonra lazer ışığını bodrum kapısına yöneltti. “İleri marş “ dedi. Mekanik sesler içinde dört robot yavaşça merdivenleri indi, yüzbaşı peşlerindeydi. Bodrum katının kapısına geldiklerinde, az ötede yatan diğer teröristin cesedini gördü. Şu ana kadar her şey programa uygun gelişmişti. Telsizi açtı; “Merkez, iki terörist etkisiz hale getirildi “ dedi. Polis müdürü yanıtladı; “Anlaşıldı yüzbaşı, devam edin lütfen.” Üç basamak aşağıya indi, bodrum kapısına geldi, su dizlerine kadar yükselmişti.

Aşağısı daha da derin olabilirdi. Tümüyle yalıtılmış giysilerine karşın ayaklarının ıslandığını hissetti. İki adım geri çekildi, hafif bir sesle “Kapı – gaz – tutukla” dedi. Bunun anlamı robotların kapıyı açtıktan sonra gaz bombalarıyla içeriye girmeleri ve oradakileri teslim almalarıydı. En öndeki robot kapıya yaklaştı, diğerleri iki adım gerisinde duruyorlardı. Onların arkasında da yüzbaşı vardı. Silahını göz hizasına kaldırmıştı. Kapı açılır açılmaz, diğeri elindeki bombayı içeriye attı. Küçük bir patlama ile oda anında bembeyaz bulutla kaplanıverdi. Robotlar sırayla kapıdan geçip içeri girdiler, en öndeki sürekli olarak “Polis, ellerinizi kaldırın, teslim olun”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir