Mümtaz Gökçebağ – Kerkük Meltemi

Şu benim divane gönlüm, Aşka düşmüş bilmem niye, Tüm varlığım seni ister, Sevdalım ol gel. Çakır Çavuş zorlukla duyulabilen sesle türkü mırıldanıyor. Hemen arkasındaki bir başka er kafasını sallayarak ona eşlik ediyor, uzun ince parmakları tempo tutuyor. Yavaşça saatime bakıyorum, on dakika sonra kopacak kıyameti bilmesem, çok güzel bir gece olacak diyebilirdim. Hani tüm dostlar bir araya gelirsiniz, çilingir sofrasını hazırlarken hafiften bir türkü tutturur, az sonra söyleyeceğiniz sarhoş şarkılarına altlık hazırlarsınız ve yüreğinizde en küçük bir endişe yoktur. Korku yoktur, acı yoktur, acıma yoktur yalnızca geçirmeyi umduğunuz güzel gecenin güzel anıları vardır ya şu an ona o kadar çok benziyor ki, insan ne diyeceğini şaşırıyor. Oysa katı gerçek, en basit hayali bile sorun yapacak kadar yanı başımda. Çakır Çavuş türkü söylemeyi sürdürüyor. Aşka düşen deli gönül, Derdiyle yanarmış aşkın, Çaresi yokmuş bu derdin, Dermanım ol gel. Telsizim açık, hafif hışırtıdan başka hiç ses duyulmuyor. Çakır Çavuşu susturmam gerekir diye düşünüyorum. Her an sonu önceden bilinemeyen bir kavgaya atılmak üzere bekleyen insanların aşk türküsü söylemeleri normal midir? Ona doğru dönüyorum ama tam anda son dörtlük geliyor. Âşık Mahlasız mahladım Aşkın ile yanar gönlüm, Tek çaredir gayrı ölüm, Fermanım ol gel. Birden sözler boğazıma takılıyor, susmak zorunda kalıyorum. İşte şimdi, türkü tam yerine oturdu.


Diğer erler de bunu anlamış gibi, son dörtlüğe katılıyorlar hatta daha bir belirgin, daha bir yüksek sesle söylüyorlar. “Fermanım ol gel, Fermanım ol gel” “Fermanım ol gel, Fermanım ol gel” Sırtımdan aşağıya ter boşanıyor. Oysa bu gece oldukça serin. Hafiften titriyorum ama askerlerime belli etmiyorum. Korku değil, endişe değil bu. İnanılmaz bir heyecan. Yalnızca beş dakika sonra, dünya tarihine yeni bir olay eklenecek. Kerkük’ün doğusunda yer alan tepelerin üzerinden kente bakıyorum. Saat gece yarısını çoktan geçti ve az sonra araçlarımıza atlayıp, önceden belirlenmiş hedeflere doğru harekete geçeceğiz. 25. Türkmen alayının birinci Türkmen bölüğünün birinci takımı olarak bizler, hedefe kilitlenmiş, türkünün son dörtlüğünü yineleyip duruyoruz. “Fermanım ol gel, fermanım ol gel. “ Kerkük’e bir yıl önce geldim. Bölükteki en yeni teğmenler Tuğrul ile bendim. Diğerleri çok daha önceleri buraya ulaşmışlar ve Türkmenleri örgütlemeye başlamışlardı.

İçlerinde Irak savaşından önce gelenler bile vardı. Yani bizim komutanlar ABD’nin Irak’a el atacağını biliyorlardı. Geçen yaz, İzmir’deki ordu evinin üst katında Hasan paşa benimle görüşmüş, projeyi anlatmıştı. Güneyimizde bir Kürt devleti kurmaya çalışıyorlardı. Böyle bir oluşuma izin veremezdik. Tüm gayretlere rağmen, Kürt devleti bir şekilde gerçekleşirse, bu kez sınırları Kerkük, Musul ve Türkiye hattını kesecek biçimde çizilmemeliydi. Ne var ki, olabilecekler içindeki en kötü senaryo gerçekleşmek üzereydi. Bir yıl önce ABD Irak’ın kuzeyinde bir Kürt federal devletine yeşil ışık yakmış, Kerkük’ün de başkent olmasını kabul etmişti. Kürt federal devletinin bir kaç yıl sonra bağımsız bir devlet olarak tanınacağını görmemek için kör olmak gerekirdi. Komutanlarımız için müdahaleden başka yol kalmamıştı. Hazırlanan plan uygulanması zor, hatta olanaksız gibi görünüyor, ama başarılabildiği taktirde ülkemize yıllar boyu sürecek bir barış dönemi vaat ediyordu. Yüksek teknolojinin her türlüsünün kullanılacağı bu savaşta benim gibi teknik subaylara ihtiyaç duyuluyordu. Hemen gönüllü oldum. Ordudan ayrıldım ve bir ithalat ihracat şirketine (!) girdim. Düşmanın bu numarayı yutmasını beklemiyorduk ama en azından söyleyecek sözleri kalmazdı.

Ekim sonunda kuzey Irak’a geçtim, Kerkük yakınlarındaki bir eve yerleştim. Yeni oluşturulan Türkmen ordusunun 25. Türkmen alayının birinci bölüğünde görev aldım. Hemen yoğun eğitime başladık. Düşmanı yanıltmak için her türlü olanağı sonuna kadar kullanıyor, büyük bir gizlilik içinde çalışıyor, dünyada bir eşi daha olmayan büyük bir gözetleme sistemi kuruyorduk. Türkiye’de dünyanın en ince fiber optik kablosunu üretmeyi başarmıştık. Böylece binlerce kameranın göndereceği bilgileri alıp başka bir yere iletebiliyorduk. Kullanılan kameralar ise ayrı bir keşifti. Kızıl ötesi görüntü verebiliyor, aynı anda dört ayrı yöne kablo bağlantısı yapılabiliyordu. Böylece sistem tek bir hat üzerinden değil, tam bir kablo ağı biçiminde çalışıyordu. Tıpkı örümcek ağır gibi, bir tarafının delinmesi, ağın işlevini bozmuyordu. Kamerayı bir çubuğun üzerine yerleştiriyorduk. Çubuk iki hafta boyunca kameraya gerekli enerjiyi sağlıyordu ki sistem kapalıyken pil harcamıyordu. Bu şekilde sadece belli aralıklarla gözetleme yapıldığında yirmi gün dolayında yararlanmak mümkündü. Üstelik basit bir ağaç dalı, kaya parçası ya da kereste görünümünde olduğundan hiç dikkati çekmiyordu.

Elektrik direklerini, çevrede bulunan bazı ağaçları, duvarları kullanarak Kerkük içine şimdiden yüzlerce kamera yerleştirmiştik ve kenti gece gündüz denetim altında tutabiliyorduk. Kimi zaman telefoncu, kimi zaman elektrikçi kılığında, Kerkük içinde adım atmadığım yer kalmamıştı. Binlerce kilometrelik kablo döşemiş olmalıydım. Sistemin bize ait bir ismi olmasını istediğimizden ona kullandığımız yere göre kayagözü, duvargözü, direkgözü gibi isimler verdik ama çoğunlukla hep kayagözü sözcüğünü kullandık. Benim takım araçlarının yanında yere oturmuş sessizce bekliyordu. Yirmi kişi, onarlık iki öbek halinde toplanmıştı. Az önce söylenen türkünün tadı dillerde, başlarını öne eğmiş öylece duruyorlardı. Ortalık ay ışığıyla aydınlanmıştı ve artık gizlenme gereği duymuyorduk. Takımın iki deneyimli çavuşu Çakır ve Akın yanıma geldiler. Çakır çavuş; “Komutanım, ne zaman gidiyoruz?” diye sordu. Saatime baktım, bire iki vardı. Gülümseyerek; “İki dakika bekle, sonra her an gitmeye hazır ol” dedim. Meraklı gözlerle kenti süzdüler. Her yere büyük bir sessizlik hâkimdi. Çevremizde tıpkı bizim gibi öbekler halinde binlerce asker vardı.

Ay ışığında görülebilenlerin sayısı yüzü geçmiyordu ama ilerdeki tepenin altı, yandaki yolun kenarı, kuzey, güney, doğu ve batı velhasıl her yer tıpkı bizim gibi heyecan içinde bekleyen askerlerle doluydu. İlk silah sesini biri çeyrek geçe işittik. Sonra üç beş, on yirmi derken çatırtılar giderek arttı ve tüm kenti kapladı. Kürtler, işgale karşı direniyorlardı. Seslerden direnmenin beklenenden daha az olduğunu söyleyebilirdim. Pür dikkat kenti izliyor, en küçük ayrıntıyı kaçırmıyorduk. Saat ikiye doğru az ilerimizde konuşlanan 3. ve 4. takımlar aceleyle araçlarına bindiler ve kente doğru harekete geçtiler. Binlerce asker bu yaşlı kente doğru koşturuyordu. Gecenin karanlığında onları göremezdiniz ama orada olduklarını ve yavaşça sokakları doldurduklarını biliyordum. Benim telsizden hiç ses çıkmıyordu. Askerler sabırsızlanmaya başlamıştı. Yüksek sesle konuşmalar duyuluyordu. Akın çavuşa döndüm, “Çavuş, sustur şunları, emirleri bilmiyorlar mı?” dedim.

Çavuş yerinden fırladı, askerlere çıkıştı, seslerini kestiler. Bu anda telsizden yüzbaşının sesi yankılandı; “Erdem, sıra sende, fırla” Askerler de emri duydular ve herkes anında araçlardaki yerini aldı, sürücüler gaza bastı ve hızla hedefe doğru ilerlemeye başladık. Kente doğu yolundan giriyorduk ve önümüzde uzun bir konvoy oluşmuştu. Gecenin karanlığında sokaklarda resmen trafik sıkışıklığı yaşanıyordu. Kamuflaj elbiseli ve sol omzunda Türkmen bayrağı taşıyan insanlar sanki kentte başka birileri yokmuş gibi her yerdeydiler. Kürtler kısa bir direnmenin ardından ortalıktan kaybolmuştu. O an işimizin bu en önemli ilk anını kazandığımızı hissettim ve inanılmaz biçimde rahatladım. Görevimiz üç ayrı binayı taramaktı. Birincisi iki katlı bir yapıydı, alt katta kahvehane, üstte ise bürolar vardı. Kürtler burayı bir çeşit gizli polis noktası gibi kullanıyorlardı. O kadar iyi korunuyordu ki, tüm gayretlerime rağmen içeriye kamera yerleştirememiştim. Doğruca oraya yöneldik. Caddelerde araçlar, kaldırımlarda askerler, inanılmaz bir koşuşturma içindeydiler. Herkes hedefine ulaşmaya çalışıyordu. Dar sokaklardan geçip binanın tam önünde durduk.

Kentte karartma uygulanmıyor, güçlü sokak lambaları her yeri gündüz gibi aydınlatıyordu. Takımlar büyük bir düzen içinde araçlardan indiler ve çevreyi kuşatmaya başladılar. Hemen arka taraftan yoğun çatışma sesi geliyordu oysa bu sokak bomboştu ve sanki tüm insanları huzur içinde uyuyormuş gibi bir duygu uyandırıyordu. Yavaşça araçtan indim, silahımı son kez kontrol ederek kapıya yaklaştım. Elimden geldiğince sakin olmaya çalışıyordum ama parmaklarımın titremesini bir türlü durduramıyordum. Askerlerimin görmemesi için sıkıca silahımı tuttum, hepsi arkamda bir öbek oluşturmuşlardı, çevreye baktım, tam karşıda bir inşaat vardı. Keskin nişancımız olan askere döndüm; “Taner, sen karşıya mevzilen ve pencereleri gözetle. Bir şey görürsen bana bildir” dedim. “Baş üstüne komutanım” diye öyle bağırdı ki, henüz uyanmamış düşmanların tümü uyanmıştır. Elimle sessiz olmasını işaret ettim, koşarak inşaata girdi. Diğer askerlerle kapıya yaklaştım, yanda durarak elimle hafifçe ittim. Kapı kilitli değildi, ardına kadar açılıverdi. Kapalı bir kahvenin kapısını açık bırakıp gider misiniz? Elbette hayır. O zaman düşman bizi bekliyor olmalıydı. Hala heyecanımı yenememiştim.

Miğferimin kayışı ağzıma giriyor, garip ve acı bir tad damağıma yayılıyordu. O an karşıma çıkabilecek her şeye düşünmeden ateş edebileceğini fark ettim, yanlışlıkla bir askerimi vurma düşüncesiyle iliklerimize kadar titredim. Elimle işaret ederek erler Ayhan ve Cengiz’e içeri girmeleri söyledim. Silahlarını göz hizasında tutarak kahveye girdiler. Sanıyorum bunu filmlerden öğrenmişlerdi yoksa biz böylesi bir eğitim yapmamıştık. Arkalarından da ben yürüdüm. Bu sırada Taner telsizden mevzilendiğini bildirdi. Pencerelerde hiçbir hareket yokmuş. Kahveyi en ince noktasına kadar taradık. Zaten orada gizlenecek fazla bir yer bulunmuyordu. Ocağının yanındaki kapıdan arkadaki koridora geçtik. Burada dört tane kapı vardı ve kapalı görünüyordu. Bir tanesinin üzerinde tuvalet olduğunu gösteren resim asılmıştı. Dışarıda bizi bekleyen erleri yanıma çağırdım, tuvaletleri kontrol etmelerini söyledim. Sonunda heyecanımı yenmeyi başarmıştım.

Aslında binanın boş olması içimi rahatlatmıştı. Hemen önümdeki kapıyı dikkatle açtım, küçük bir odaya girdim. Bir çeşit depo olmalıydı, çaylar, çay bardakları, süpürgeler ve temizlik malzemeleriyle doluydu. Oradan çıktım, koridorun sonuna doğru dikkatle yürümeye başladım. Askerler hemen ardımdan geliyorlardı. Sağ tarafımda kapısı ardına kadar açık mutfak vardı. Kahvede yemek çıkmadığına göre burası yukarı kattaki çalışanların yemek ihtiyacını karşılıyor olmalıydı. Birden aptalca davrandığımı fark ettim. Çünkü mutfakta birisi olsaydı, beni kolaylıkla vurabilirdi. O açık kapıyı hiç beklemiyordum, tam bir hedef olarak kapının önünde durmuştum. Telaşla yana çekildim. Kalbim yeniden gümbürtüler içinde çarpmaya başladı. Askerlerden ikisi adeta yerde sürünerek mutfağa girdiler, orada da kimse yoktu. Hepimiz birlikte mutfağı aramaya başladık. Büyük kuzinenin hemen yanında bir kapı daha vardı.

Yavaşça kapıyı açacaktım ki, keskin nişancı Taner telsizden seslendi. “Komutanım, içerde hareket var.” “Tamam, izlemeye devam, ben emir vermedikçe ateş etme.” “baş üstüne” Hemen elimi kapıdan çektim, dikkatle yan tarafa geçtim, uzanıp hafifçe yokladım, kapı kilitliydi. Düşman arka tarafta bizi bekliyor olabilirdi. Onu açmak için uğraşacak zamanım yoktu. Üstelik her an ateşle karşılaşabilirdik. Erlere patlayıcı kullanmalarını işaret ettim. Yapışkan patlayıcıyı kilidin üzerine yerleştirdiler. Ortadaki bankonun gerisine geçip yere eğildik, hala heyecanımla uğraşıyor onu yenmeye çalışıyordum. Ter anlımdan süzülüp çenemden aşağıya düşüyordu. Tabancamı çektim, iki elimde sıkıca tuttum elimden geldiğince gizlenerek kapıya bir el ateş ettim. Büyük bir patlama oldu, tahta parçalarını çevreye yayıldı. Başımı kaldırıp baktığımda kapının yok olduğunu gördüm, onun önünde merdiven ortaya çıkmıştı ve bir adam kafasını tutarak yerde inliyordu. Kapının arkasına saklanmış, patlama sırasında ciddi şekilde yaralamıştı.

İki asker yaralıyı dışarıya taşıdı. Sayımız az olduğu için gidenlerin dönmesini bekledik. Kimse konuşmuyor, büyük bir dikkatle sessizliği dinliyordu. Çevreyi incelerken yanda dışarıya açılan başka bir kapı olduğunu fark ettim. En azından biz yukarıya çıktığımızda buradan rahatça saldırıya uğrayabilirdik. Askerlerden birisini oraya koydum ve Türkmen üniforması dışında kimi görürse ateş etmesini söyledim. Diğer askerlerle birlikte yavaşça merdivenleri çıktım. Burada uzun bir koridor ve iki oda vardı. Birinci odaya girdiğimizde masanın üzerinde yanan sigara hemen dikkatimizi çekti. Bu sigaranın sahibi, aşağıdaki yaralı değilse, mutlaka diğer odada saklanıyor olmalıydı. Kapıya yaklaştım, yüksek sesle ve Arapça olarak “Teslim olun” diye bağırdım. Hafif bir tıkırtı duyuldu, ardından kapı öyle bir tarandı ki, içerisini rahatlıkça görebileceğiniz kadar çok delik oluştu. Adamın cephanesi bol olmalıydı. Kapıyı kolayca açabilirdim ama karşılık olarak bir el bombası atacağından emindim. Gerçi merdivenlere ve diğer odaya saklanabilirdik ama yine de bana riskli görünüyordu.

Bir plan için düşünürken telsizden keskin nişancı Taner’in sesi duyuldu. “Komutanım, düşman görüş alanımda. Emrinizi bekliyorum” Bu fırsatı kaçıramazdım, aceleyle; “İndir onu, indir” diye bağırdım. Tek bir el silah atıldı ve odada birisinin yere düştüğünü duydum. İki dakika bekledik ve yavaşça kapıyı açtık. Hemen önümüzde elinde silahıyla yerde yatıyordu. Tam kafasından vurulmuştu. Odayı incelerken aşağıdan silah sesleri gelmeye başladı. Arka çıkışa koyduğum asker ateş ediyordu. Yani dışarıdan saldırı vardı. Çılgın gibi aşağıya koştuk. Asker bizi görünce silahını indirdi, dışarıyı işaret etti. Bahçenin köşesinde şişman birisi elinde son model keskin nişancı silahıyla kıvrılıp kalmıştı. Yanlış zamanda yanlış yere gelmişti. Sanırım bizi daha geç bekliyor olmalıydılar.

Çünkü saklanacak, siper alacak bir yere gitme fırsatı bulamamışlardı. Telsizle yüzbaşıyı aradım ve evin temizlendiğini söyledim. Hemen diğer hedefe geçmemi bildirdi. Biz binadan çıkarken, başka askerler incelemek ve belge toplamak üzere içeriye giriyorlardı. Aracımıza bindik, bu kez direksiyona ben geçtim. On saniye kadar öylece durdum. Garip şey, az önceki heyecanımdan eser kalmamıştı ve birden kendimi sanki günlük işlerini yapan bir devlet memuru gibi hissetmeye başlamıştım. Yanımda duran Çakır çavuş; “Komutanım ne bekliyoruz” diye sormasıyla kendime geldim, gaza bastım. Öteki binaya doğru harekete ettik. Saat iki buçuk olmuştu. Sokaklarda yalnızca Türkmen askerleri görülüyordu. Gideceğimiz yer uzakta değildi, araçla beş dakika bile sürmüyordu. Telsizden Yüzbaşı Erol’un sesi duyuldu, “Erdem, kültür merkezini biliyor musun?” “Evet komutanım, biliyorum” “Hemen oraya gidiyorsun, acele et” Gaza bastım, altımdaki cip şöyle bir homurdandı, şimşek gibi ileri atıldı. Üç dakika sonra kültür merkezinin önündeydim. Ortalıkta yüzlerce asker vardı ve herkes bir yere mevzilenmişti.

Karşıdan bölük komutanı Yüzbaşı Erol elini kaldırdı. Doğruca yanına gittim, araçtan atlayıp selam verdim. Elini omzuma koydu, “Erdem, Kürtler bazı sivilleri rehin almışlar ve buraya kapatmışlar. Onları kurtarmamız gerekiyor. Pek alışılmış bir savaş biçimi değil ama şu andaki en acil sorunumuz bu” dedi. “Baş üstünü komutanım elimden geleni yaparım”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir