Mustafa Hos – Abluka

Zonguldak’ta İnanış gazetesinde çeyrek asır önceydi. Elime bir fotoğraf makinesi verildi, “Git, haber bul” dendi. Haber nasıl bulunurdu bilmiyordum. Makineyi boynuma taktım yürüdüm kalabalığa karıştım. Sağa sola baka baka yürüyordum. Birden bir adam düştü önüme. Sonra bir tane daha… Bir tane daha… Gökten adam yağıyordu. Heyecanlandım. Ellerim titredi. Makineyi kaldırıp son düşeni havada çekemedim. Yerde yatan adamlara doğrulttum makineyi, bastım deklanşöre. Can havliyle kıvranana, “Geçmiş olsun ne oldu?” diye sordum. “Tente üstünde yemek yiyorduk, yırtıldı” diyebildi, bayıldı. Ben deklanşöre basıp duruyorum. Bir kadın bağırıyordu.


“Allah belanı versin! Fotoğraf çekeceğine yardım etsene. Hastaneye götürsene!” Fotoğraf mı çekmeliyim, yardım mı etmeliyim bilemiyordum ki. Makineyi bırakıp yardım ettim. Haber ararken tepeme haber düşmüştü. İlk günümde manşet oldum. Sonrasında da hep ya haber üstüme düştü ya da ben haberin üstüne düştüm. Öyle girdi ki kanıma bu meslek, şu hayatta ekmek ne ise, su ne ise o oldu benim için… Taşrada başlayan öyküm, önce Ankara’ya sonra İstanbul’a uzandı. Çok şey gördüm çok şey yaşadım. İktidarlar değişti benim tutkum hep aynı kaldı. Haber uğruna kaç kez ölüme gidip geldim, kaç kez işsiz kaldım, kaç kez tehdit edildim hatırlamıyorum bile… Gerçeğin peşinde koşmaktan hiç yorulmadım. Sonra bir gün bir haksızlığa “abluka” dedim. Hayatım baştan sona değişti. O günün üzerinden dört yıl geçti, hâlâ işimi yapamıyorum. Zaten iş de aramıyorum, mesleğimi arıyorum. Bu kitap, bir anı ya da biyografi değil.

Kendi tanıklığımdan AKP ve cemaat iktidarında medyanın biat yolculuğunu anlattım. “Bu kadar da olmaz!” denilen o kadar çok şey yaşandı ki, sayfalar yetmedi. Eminim eksiği de çoktur. AKP/cemaat ortaklığında oluşturulan Neo-Türkiye’nin ne hale geldiğini önce MİT sonra dershane savaşında herkes gördü. Ben erken gördüm ve bedelini ağır ödettiler. Bu kitapta kişisel bir hesap ve intikama dair hiçbir şey yok. Sadece medyaya nasıl diz çöktürüldüğü ve medya mensuplarının omurgasızlığı var. Dört yılda uğradığım linç, tecrit ve gaddarlığı da anlatmadım. Deneyimli bir gazeteci olarak medyada sansür ve otosansürün kronolojik tarihini not düştüm, analiz ettim. Yakından tanık olduğum “Adalet ve Kalkınma Partisi/Fethullah Gülen Cemaati” koalisyonunun yaptığı 3 Temmuz Darbesi’nin şifrelerini de anlattım. Kitabın sonunda benimle yapılan röportajlar var. Yapıldıkları dönemdeki analizler ve değerlendirmeler bugüne de ışık tutuyor. AKP de cemaat de yarattıkları ülkeye “yeni Türkiye” diyorlar, bense Neo-Türkiye diyorum. Nedir Neo-Türkiye? Üç tane sacayağı vardır: “Önce suçlu yarat sonra delil uydur…” “Gizli tanık açık iftira…” “Polis/savcı/medya şeytan üçgeni…” Uygar ve demokratik her toplum ve ülkeyle arasında derin bir uçurum yaratan Neo-Türkiye’nin sacayakları hümanizmin, doğa sevgisinin, merhametin, dayanışmanın, paylaşımın böğrüne saplanan bir hançerdir aslında. Bu hançerin kanlı ve kirli maşası olan medya, yaşanan her şeyde suç ortağıdır.

Buna aracılık eden ve onurlarını satanlar, insanlık suçu işlediler. Bu suçu fütursuzca işlemek için haber merkezlerini insansızlaştırdılar. Haber merkezlerini hükümet ve cemaat komiserlerinin basiretsiz, çapsız, vicdansız ellerine teslim ettiler. Sanırım 2004 yılıydı. “Bizim Çocuklar” diye bir yazı yazmıştım. Şöyle diyordum o yazıda: “Bu bir ‘Bizim Çocuklar’ manifestosudur aslında. Bizim çocuklar medya arka bahçelerinin Don Kişot’larıdır. Sunulanı kabul etmek yerine reddetmeyi seçerler. Apolet gibi taşımazlar kendilerine sunulan her şeyi. Bireysel ahlakları, her türlü toplumsal ve güdüsel ahlaktan daha üstündür. Maskesizdirler ve de efendisizdirler. O yüzden medyanın ön bahçelerinde göremezsiniz onları. Ne zaman ön bahçeye çıksalar kısarlar seslerini, boğmak isterler. Para ve meta ekmez onlar. İnsan ekerler.

Bireysel becerileri, yetenekleri ve zekâları hep üstündür. Çünkü hayatın kaynağından beslenirler. Seyirci değildirler, katılımcıdırlar. Kendilerine nasıl davranılmasını istiyorlarsa başkalarına da öyle davranırlar. Yürekli ve vicdanlı insanlardır. Başkalarının kötülüğüne neden olmaktansa, kendilerine zarar verirler. Aldatmanın, yalan söylemenin, dolap çevirmenin, kurnazlık etmenin kendilerini küçülteceğini bilirler. Aşkı da bilirler, sevgiyi de. Dostturlar, arkadaştırlar, sevgilidirler ama hepsinden önemlisi insandırlar. Bir insanı yargılamak yerine fikri yargılarlar. Yaşadığımız dünyada en kolayı ruhunu satmaktır. Bizim çocuklar zor olanı tercih eder, ruhlarını korurlar. Vücudun ve ruhun bütün işlevlerinin bireysel ve özel olduğunu bilirler. O yüzden devretmezler. Yaratıcıdırlar, elden düşmeci değildirler.

‘Ben demiştim oldu’ duygusunun keyf ini sürmek için insanlara kara çalmazlar. İtaatten başka hiçbir şey öğrenmemiş insanlardan sınırsız itaat görmenin zevkini tatmak istemezler. Gemileri bir yerlere gitmek için değil, bir yerlerden uzaklaşmak içindir. Oyunu sahnede oynamazlar, seyircilerin kalbinde oynarlar. Ekipçi değildirler ama ekip ruhunu bilirler. İnsani olan her şeye sağ gösterip sol vuran sahte hümanistlerin ahlak duvarıdır onlar. Medyada bizim çocukların karşısına bir set çıkanlar Sol’dan darbelilerdir. Bir püriten gibi Bizim Çocuklar avına çıkarlar haber merkezlerinde. Ahlak duvarına toslamaktan korkarlar ve onun için yok etmek isterler. Kendi ahlaksızlıklarını ve başarısızlıklarını örtmek için sizi huysuz, geçimsiz ve kavgacı ilan ederler… Haber merkezlerinde ne yaşanıyorsa bilin ki Bizim Çocuklar’ın ya hiç olmaması ya da çok az kalmasındandır. Bakın haber merkezlerine eğer Bizim Çocuklar yoksa, yaşadığınız cehennem o yüzdendir. Bizim Çocuklar’ın yoklukları cehennemin öbür adıdır…” Bugün “Bizim Çocuklar” haber merkezlerinden sürgün edildi. Haber merkezleri gazeteci adı altında mücahitlere, kurşun askerlere, para için onurunu namusunu satanlara tahsis edildi. Az sayıda da olsa var hâlâ Bizim Çocuklar, onlara selam olsun. Hep dediğim gibi, cesaret de bulaşıcıdır.

Hayat kendi dengesine, medya da kendi işlevine öyle ya da böyle dönecek. Yeter ki Bizim Çocuklar’a göz kulak olun. “Zamanın ruhuna rağmen varım” diyenlere selam olsun… 1. BÖLÜM ABLUKA’DAN ÖNCE Televizyonda “bir kelime” kullandım, bütün hayatım değişti. Aslında Türkiye de değişiyordu. Değişti de… 27 yıllık meslek hayatımda iktidar/medya/sermaye üçgeninde çok şeye tanıklık ettim. Ama 11 yıllık AKP iktidarı boyunca yaşananlar, güçler arasındaki ilişki ya da güçler ayrılığının çok ötesinde bir süreç… AKP iktidarda güçlendikçe medyada hizaya çekme, had bildirme ve son olarak da biat ettirme aşamaları yaşandı. Bu üç aşamada medyada önemli görevlerde bulundum. Bu üç evrenin de en yakın tanıklarından ve bedelini en ağır ödeyenlerinden biriyim. 24, NTV ve son olarak Türkiye’nin en önemli itiraz süreci Gezi Direnişi’ne denk gelen kısa “Artı 1” dönemlerini anlatacağım. Bu anlatılanlar mesleki bir anı olmaktan çok, medyanın yaşadığı metamorfozun tanıklığı olsun istiyorum. Hadi o zaman, hep birlikte medyanın biat yolculuğuna çıkıyoruz. “Gerçekleşmeyen Projeler” dalında mansiyon aldığım günlerdi. Entertainment kanal için seyircili ana haber ve tematik, haber kanalı için de “moderatör” formatı geliştirmiştim. Haber kanalları ise “bülten haberciliği” yapıyorlardı.

Önemli bir son dakika gelişmesi olduğunda “son dakika” yayınına geçiliyordu. Bu da hız ve reflekslerde sorun yaratıyordu. Yayına girene kadar önemli anlar kaçıyordu. “Moderatör” formatıyla habere en kısa sürede ulaşıp aktarmak büyük avantaj sağlayacaktı. Köklü NTV ve sonrasında dinamik yayıncılığı ile Habertürk ve uluslararası bir markanın arkasında sıkışmış ama bir türlü hamle yapamayan CNN Türk haber televizyonculuğunun üç önemli kuruluşuydu. Bu kadar güçlü rakiplere karşı farklı ve bambaşka bir yol izlenmeliydi. Kafamda her şeyi bitirdiğim, hatta hayali yayına geçtiğim günler yaşıyordum. Haber/spor/program/film/belgesel ana ekseninde farklı bir kanal dönüp duruyordu aklımda. Fakat ne mecra vardı, ne sermayedar. Baktım olacak gibi değil, yıllardır yazmak istediğim kitap için İstanbul’dan ayrılmaya karar verdim. Biraz birikmiş param vardı. Bozcaada’ya gidip kitabımı yazacaktım. Adı Kaygan Kıyılar olacaktı. Farklı hayatların kesiştiği bir novella yazacaktım. ‘‘ALO BEN HASAN DOĞAN…’ Hayat, “Sen planlar yaparken başına gelenler” ya hani… Arabaya binmiş, Tom Waits’ten “Hold on” ile yola çıkmıştım.

Tekirdağ-Kınalı yol ayrımına geldiğimde telefon çaldı. Kayıtlı olmayan bir numaraydı. Telefondaki ses, “İyi günler, ben Hasan Doğan. Bir televizyon projemiz var. Sizinle görüşmek istiyoruz” diyordu. — Merhaba Hasan Bey. Ben şu anda tatile gidiyorum. Yoldayım. Daha doğrusu kitap yazacağım. Dönüşte görüşebilir miyiz? Bir ay sonra döneceğim. — Biz biraz acele ediyoruz. Hemen görüşmemiz lazım. Neredesiniz? — Hasan Bey, Kınalı’ya varmak üzereyim. — Dönebilir misiniz? Sizi Airport Otel’de bekliyoruz. — Ben sizi birazdan arasam olur mu? — Tamam, haber bekliyoruz.

Her şey çok ani olmuştu. Hasan Doğan kimdi, hiçbir bilgim yoktu. Arabayı durdurdum. Karar vermem gerekiyordu. Bir yanda hayalim olan bir kanal diğer yanda kitap ve sonrası belirsizlik. Daha fazla düşünmeden telefon ettim, “Geliyorum. Görüşmek üzere” dedim. Dönüş yolunda içim bir tuhaftı. Heyecanlıydım, bir yandan da tedirgin. Acaba ne olacaktı, kimdi bu adamlar? Ve beni neden tercih etmişlerdi? Yol boyunca birkaç arama yapıp “Hasan Doğan kim?” sorusuna dişe dokunur cevaplar aldım. Airport Otel’e geldiğimde bekleme salonuna yürüdüm. Etraftaki takım elbiseli adamlar bana bakıyordu. Üzerimde yırtık pırtık bir tişört ve şortla ambiyansa tamamen zıt bir halim vardı. Telefonu açıp çaldırdım. Koltukların olduğu yerde telefon çaldı.

Kendimi tanıttım. Herkes şaşkınlık içinde bana bakıyordu. Bekledikleri adam değildim sanırım. — Merhaba Mustafa Hoş ben. — Buyurun Mustafa Bey. — İçimden bir ses dön dedi ve geldim. Gördüğünüz gibi tatil halindeyim. Sizi dinliyorum. — Öncelikle kendimizi tanıtalım. Ben Hasan Doğan. Arkadaşımsa Diyarbakır milletvekili İhsan Arslan. Biz bir televizyon kanalı kurmak istiyoruz. Uzun süredir araştırma yapıyoruz. Sizin isminiz karşımıza çıktığında kendimizce araştırma yaptık ve görüşmeye karar verdik. — Eyvallah.

Konuşalım. Araştırma yaptıysanız benimle ilgili bir kanaat de oluşmuştur. Bu işimizi daha da kolaylaştırır. — Oluşmaz mı? Bildiğini okuyan, dediğim dedikçi birisi dendi. Ama en çok bizi etkileyen işini seven, dürüst bir adam olmanız. Neyse önce biz teklifimizi yapalım. Haber kanalı kurmak istiyoruz. Mevcut medyanın halini siz de biliyorsunuz. Bunun dışında namuslu ve dürüst ve hakikatin yanında duran bir televizyon olsun istiyoruz. — Mevcut medyada bir sürü olumsuzluk var. Ve ben bunun değişmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunu yapabilecek bir kanal projem de var. Ama sizler siyasete yakın insanlarsınız. En önemli engel bu. Siyasetin karıştığı ve ondan taraf olacak bir kanal yapacaksanız en yanlış kişiyle konuşuyorsunuz.

Baştan bunu net bir şekilde ortaya koyalım. Sonrasında kimse üzülmesin. — Biliyoruz sizin hassasiyetinizi. Hakikatin olduğu yerde siyaset olmaz. Siz hakikatin peşinde koşan bir gazetecisiniz. Biz de hakikat hâkim olsun istiyoruz. Bu ortak paydamız. Gerisini yol devam ettikçe yaşar görürüz. Ne diyorsunuz? — Her şey çok ani oldu. Birkaç gün bana zaman verin. Siz de bir daha beni araştırın. Sonra oturup yeniden konuşalım. — Bize sıra dışı bir adam lazım. O da sizsiniz. İnşallah yolumuz kesişir.

Görüşmeden çıktıktan sonra uzun uzun düşündüm. Hasan Doğan’ın güven veren bir yapısı vardı. Net konuşuyordu. Biraz sonra Mustafa Karaalioğlu aradı. “Seni bir kanal için arayacaklar. Bence iyi bir oluşum. Hemen reddetme. İyi şeyler çıkabilir. Bir ara görüşelim” dedi. Ben de o görüşmeyi yaptığımı, birkaç gün zaman istediğimi söyledim. “Bir dahaki buluşmada ben de olurum” dedi Karaalioğlu. Birkaç gün sonra yeniden bir araya geldik. Bu kez buluşma yerimiz İBB sosyal tesisleriydi. Görüşmeye İhsan Arslan geldi. Sanırım Hasan Doğan yurtdışındaydı.

Yanında sakallı biri daha vardı. O isim Ahmet Kekeç’ti. Ahmet Kekeç, Star gazetesi için gelmişti. Ön görüşme yapıldı. İhsan Arslan’ı Mazlum-Der’deki çalışmalarından biliyordum. Vicdanlı bir duruşu vardı orada. O günlerde de AKP milletvekiliydi. — Evet Mustafa Bey. Ne diyorsunuz teklifimize? — İhsan Bey, işime karışılmadığı sürece ben varım. İşime karışılırsa anında bırakırım. — Mustafa Karaalioğlu da çok iyi şeyler söyledi senin için. O da gelecekti ama şehir dışına gitmesi gerekti. Biz sadece senin önünü açacağız. Destek olacağız. Tüm ortaklar seninle bu işi yapmaya karar verdik.

Hayırlısıyla vatana millete iyi bir eser yaratacağız. Hayırlı olsun diyelim mi? Bir de kaç lira istersin? — Hayırlı olur umarım. Para konusunu sonra konuşuruz. Ben projeyi ortaya çıkarayım. Amacım birinci haber kanalı olmak. Bunu yapmakta hiçbir zorluk görmüyorum. O zaman para işini konuşuruz. Kanalı ses getiren ve etkin bir kanal haline getirdiğimde piyasada kim en yüksek alıyorsa ondan daha yüksek alırım. O zamana kadar siz ne belirlerseniz bana uyar. — Ne yani şimdi para pazarlığı yapmıyor musun? — Yapmıyorum. Kanal istediğim gibi olsun o zaman para da diğer şeyleri de konuşuruz. Üç isteğim var. İşime siyasi müdahale olmayacak. Maaşlar ayın ilk haftası ödenecek. Sigortalar 212 olacak ve tam yatacak.

— Tuhaf adamsın. İşimiz var seninle. — Çok işimiz var. Zaman kaybetmeden başlayalım. Ertesi gün kanal binasında buluşmak üzere ayrıldık. Yerimiz Yenibosna’daydı. İçeri girdiğimde biraz dehşete düştüm. Bomboş bir bina vardı karşımda. Tavanı yüksekti. Bu stüdyo için iyi bir tercihti. İçerisi inşaat malzemeleriyle doluydu. Dışarıdan bakan buradan bir TV kanalı çıkacağını tahmin bile edemezdi. Mimarlarla bir toplantı yapıp projeyi gözden geçirdim. Kafamdaki kanalın oturma düzeni, stüdyosu ve tasarımları hazırdı. İsteklerimi söyledim ve kısa sürede bitirilmesi için tarih aldım.

Bu arada teknik koordinasyonu TRT’den şimdi adını hatırlayamadığım biri yürütüyordu. Onu çağırıp bilgisini aldım. Teknik ekipmanların çoğu alınmış ya da sipariş edilmişti. Açıkçası yerel bir kanal konfigürasyonu yapılmıştı. Televizyonun işletim sistemi otomasyona uygun değildi. Ucuz olsun mantığıyla yapılmıştı. Bu sistemle kafamdaki televizyonun uymayacağı kesindi. Siparişler verilip parası bile ödenmişti. Teknik kadroya dahil ettiğim Mehmet ve Erdal’ın da destekleriyle televizyonun ekipmanlarını tamamen IT tabanlı bir televizyona uygun hale getirdik. Artık kadrolaşma sürecine başlayabilirdik.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir