Necip Fazil Kisakurek – Cole Inen Nur

Eline aldığı her lokma ekmeği, zikir ve teşbihini dinlemeden ağzına almayan o «Şeyh-i Ekber» inanır ki, mü-ceret riyaziye cehdini, Âdem Baba’dan kıyamet gününe kadar gelecek bütün insanların yüzlerini çizmeyedek götürmüştür. Beyninin her atomu bir güneş kadar ışıklı o «Dmam-ı Rabbani» inanır ki, Allah’ı bulmaya doğru her atılışında gizli bir put diken aklın türettiği putlar ormanını, yine akıl baltasiyle devirmiş, böylece yine aklın atabileceği en uzun adımı atmış ve baltasının parlak yüzüne, dünyanın en güzel sözü olan «Allah ötelerin ötesi; ötelerin ötesinden de ötesi, ondan da ötesi, her ötenin ötesi…» düsturunu yazmıştır. Kerametler Sarayı’nın haşmetlisi o «Şah-ı Nakşibend» inanır ki, akşam üstü, at sırtında bir ovayı geçerken, yanındaki müridi korkmasın diye güneşi sımsıkı ufka bağlamış, batmasına izin vermemiş ve dehşetle titreyen müridine : 8 — Bunlar tarikatın oyunlarıdır; gaye bu değil! Karşılığından fazla ipucu göstermemiştir. Ve nihayet sen inanırsın… Ötesi var mı? Ya en aptal, ya en akıllı inanır. Aptal da ne demek? Tam akıllılık kabil mi ki tam aptallık mümkün olsun? Aptal dediğimiz çok defa üstüne hiçbir yazı yazılmamış boş kâğıda benzer. Mademki boştur, güzeli bulamamıştır. Fakat mademki yine boştur, çirkinden kurtulmuştur. Aptalın şuuraltı veya şuurüstü kavrayişiyle bulunmuş, kimbiür ne erişilmez hakikatleri var! Hakikî aptal, o boş kâğıdın üzerine hiçbir şey yazmamış olan değiS, saçma – sapan, kör – topal, yalan -yan!:ş şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yâni, aptallıktan yola çıkıp akla varmamış ve yarı yolda kalmış idrâk cücesi… Dşte bu korkunç örnek, gördüğünü gördüğünden ibaret bilen, her şeyi ve her hâdiseyi beş duygu sınırında başlıyor ve bitiyor sanan, hiçbir şeye ne kâmil bir şüphe, ne de kâmil bir imânla bakamayan, bu ikisi ortası havsaîa-cıktır ki, hakikî aptaldır ve Allah’a inanmaz. Dnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflâs eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyfe gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi… Belki de «sâf» kadar güzel bir mefhumu, bilmeden, onun için basit insanlar hakkında kullanıyoruz. Allah, ancak en ileri dereceye çıktığı zaman akılsızlığını anlayan şu akılsız aklın belâsını versin! Sen, mukaddes hedef; Haktan gelen aşkın hedefi!. Sen, en ileri rütbe; Allah’ın Sevgilisi olmak mertebesi!. Sen, en güzel insan; güzeller güzeli insanoğlunun en güzeli!.


Güzelliğinin büyüsüne mıhlanmak, sonra hummalılar gibi hep onu sayıklamak dururken, mukaddes mevzuuna bâzı dâvalarımı ve öfkelerimi kattığım için beni hoşgör!. Ben bir şâirim… San’ata, yalnız Allah’ı aramak, onun mahrem ülkesi meçhuller eleminin karanlıkları içinde rüyalardan daha zengin fener alayları tertiplemek ve eşyanın takındığı duvakları birer birer kaldırmak gayesini biçtiğim gün, sanki boynumda «Mutlak hakikatnten bir kement sezer gibi oldum. Bu kement beni çekti ve senin önünde durdurdu: — Kapi burasıdır; başka her kapı kapalı! Voktâ ki, bu böyle oldu, sen benim herşeyim oldun. Ey, bütün mucizeleri içinde en hayran olduğum mucizesi diye, ömründe bir defa bile kahkahayla gülmemiş olmasını gösterebileceğim mahzun Peygamber!. Ey, Aüahın, Kur’ânda hâs ismiyle ve nida edatiy’e bir kerecik bile hitap etmediği haya ve edeb kaynağı!. Ey, Allah kelâmına mecra bir çift kudsî dudağın sahibi!. Dedim ki, ben bir san’atkârım… Ve ne tarih yazmak, ne arz tabakalarını mikroskop oîîmda incelemek, ne de dört taş duvar arasmda istif edilmiş ve son ycidızcısı toz – toprak olmuş kitaplara bekçilik etmek, benim vazifem… Böyleyken, hayatını yazmayı murad edindim. Hayatını… O hc/at ki, bizzat hayat mefhumu, başta «O yaşayacaktır» diye yaşamış, sonra da «O yaşadı» diye yaşamakta devam etmiştir. Ve etmekte. Senin hayatını yazmak… Göklerin temiz bir ayna halinde, dipsiz bir mavera derinliğine battığı şeffaf bir yaz akşamı, ay, her zamankinden daha büyük, daha parlak doğarken, insan, yeni bir hâdise karşısındaymışcasına şaşkın ve tutkundur. Halbuki onu ilk defa görmüyoruz. Bir gün evvel gördüğümüz gibi, ömrümüzün birçok ânında da birçok defa görmüştük. 10 Bu, her akşamın kanıksanmış hadisesiyle, yine her akşam kapımızın önünden geçen çöp arabasının kanıksatmaktan bile âciz silikliği arasındaki fark nedir? Şudur ki, birinin oluşundaki sırları bilmediğimiz halde, öbürünün meydana gelişini, bütün dış şekilleriyle tanıyoruz. Biri, aklımızı, öbürünü aklımız, çepçevre sarmış bulunuyor. Bu yüzden, biri, bin kere olmakla yeni kalıyor da, öbürü, bir kere olmakla eskiyiveriyor. Dşte hayatınla, hayatımız arasındaki fark! Hiç seninki, en küçük çaptan en büyüğüne kadar, bütün söylenmişlere, söylenenlere ve söyleneceklere rağmen anlatılmış oiabiiir mi? Dzin ver; onu bir kere de ben anlatayım! Dzin ver; herkesin, boyuna göre açıldığı bu ufuksuz denizde, sana yaklaşabilmek değil, fakat kıyılardan, gerilerden yâni kendimden uzaklaşabilmek mânasına bir kere de ben gücümü deneyeyim! Öyle ki, sahili kaybetsem, artık gerilere döne-mesem ve sende boğulsam, işte o zaman aradığım hayatın eşiğine ayak basmış oiurum. Niçin hayatim yazmak?.

1400 senelik bir emeğe yeni bir omuz vermek, güçlü güçsüz ve eiverişli elverişsiz, pek çok insanın her fırsat doğuşunda yaptığı bir işi, bir kere daha yapmak; kısacası tekrarlamak, sadece tekrarlamak için mi? Nasıl olur? Tekrarlamak… Tekrarlamak, bir şeyi tam mânâsiyle malûma irca et-îikten, çepçevre sardıktan ve kavradıktan, yâni posalaştır-dıktan ve cevhersizleştirdikten sonra ele aîmak demekse, sen, hiçbir surette tekrarlanmazsın. Yine tekrarlamak, denizin en derin noktasında boyuna göre sulara gömülen bir veya bin ölçü şeridinin, her defa beraber veya ayrı ayrı gösterdiği mikyas, yâni bir veya bin kişinin her defa beraber veya ayrı ayrı belirttiği duyuş ve anlayış seviyesi demekse, onlar seni değil, kendilerini tekrarlamış olurlar. 11 Ve yine tekrarlamak, hiçbir sırrına erişilmiyeceğinden başka şuurumuz olmayan namütenahi derin ve girift bir hâdisenin, sadece vecd ve aşk aynasında, durmadan, üst-üste aksettirdiği pırıltıları toplamak, yâni gerçek san’ata gerçek mevzuunu vermek demekse, seni tekrarlamaktan büyük vazife olmaz ve ona tekrarlamak denmez. Allah… Dşte en büyük san’atkâr!. O, dış görünüş çerçevelerinde, tekralanıyormuş gibi duran namütenahi hâdiseyi, zaman dediğimiz esrarlı havan’ın içinde toplar, her ân birbiriyle nisbetini bozup birbiriyle nisbetini ihya eder, her ân yokluğa batırıp varlığa daldırır, sonsuz benzerlik ifadeleri içinde ne mutlak ayniyete, ne de mutlak zıddiyete yer verir, böylece asıl olarak hiçbir ânı tekrar etmez ve her ân gerüere doğru eskilikte ezelî ve ilerilere doğru yenilikte ebedî şahsiyetini ilân eder. Allah, insanoğlunun âşık olduğu yenilik sırrını anlatıyor, anlatıyor amma, kime? Anlayana, yâni anlatmak istediğine!. Ey tek katresinin hacminde bin umman çalkalanan ve tek zerresinin menşurunda bir kâinat yüzen Kevser havu-zu’nun sahîbi! Ey, ufuk, insanoğlunun ufku!. Sen de bizim gibi bir insansın! Sen bir derece daha fazlası olmayan bir insansın da, biz senden eksik olduğumuz kadar insanlığa uzak insanlarız. Öyleyse hangi mânasiyle olursa olsun, seni tekraria-mak, aldığımız nefesleri tekrarlamaktan bin kat daha aziz… Zaten sensiz ve senden habersiz alınan nefes, varlığın değil, yokluğun soluğu… Ne kürenin devri, ne rakkasın köşe kapmacası, ne ağacın giyinip soyunması, ne de tek nokta etrafında sayısız noktanın, her biri o noktaya müsavi mesafelerde sı-ralanışındaki yusyuvarlak devam ahengi, mücerret vazife sırrı bakımından, senin tekrarlanışındaki hikmeti şekillen-direbilir. Bana yalnız bu tekrarın; belki en kaba, fakat en saygılı cephesiyle düpedüz tekrarın, hiçbir şahıs mümtazlığı 12 ve hiçbir âlet hususîliği göstermeyen hakir ve basit bir halkası olmak yeterken… Evet, gözümde sadece bu yeterliğe sahip olmaktan büyük kazanç ölçüsü yaşamazken, ben, bir sınır aşmak istiyorum! Ben, bir sınır aşmak istemiyorum; onu aşmak için senden izin istiyorum. Ah, bu sınır, bu sınır!. Kur’ânda teker teker her âyet, her kelime ve her harfin birinin içindeki nisbetiyle, aynı âyet, harf ve kelimelerin bütün lisan, bütün kelime ve harf terkiplerine nisbe-tindeki sırn kucaklamaya giden ulvî bir nüfuz ve muhteşem dikkat, mübarek saçlarının her telinden, muazzez ayaklarının her adımına kadar sana ait her şeyi ayrı ayrı saydıktan, derledikten, düzenledikten sonra, ben, hangi sınırı aşmaktan ve hangi yeniliği getirmekten bahsediyorum? Fakat var, bir sınır var!. Her şeye rağmen, herkesçe aşılmak istenmesinden daha aziz bir gaye belirtmez olan bir sınır var! Ey, dışından görüldüğü kadar görünen vücut, ve ey, içinde gizliliği bile gizleyen ruh!. Hayatının dış çizgiler! senin, binbir kere, binbir kimse tarafından hendeseleştirilmiş ve hiçbir noktası eksik bırakılmamış, harikulade bir petektir. Şekillerin en intizamlısı, çizgi terkiplerinin en kemâllisinr düğümleyen bjr petek… Dşte ben, olanca ruhumun, ruhumdaki olanca şiir cevherinin, bu cevherdeki olanca aşk ve hassasiyet özünün balını, bu peteğin hücrelerine dökmek, hücrelerin çerçevelediği esrar mahfazalarında eriyip kaybolmak ve mukaddeslerin mukaddesi mevzuunda kendi teessüriyetimi bütün derecelerin üstüne çıkarmak dâvasındayım.

Demek ki, ben, aşmak istediğim sınırla, huzurunda, ham istiklâlin ne kadar gülünç, kör benliğin ne kadar sefil, dış mantık ve müşahedenin ne kadar aptal hâle geldiğini gösteren bir teslimiyet meydanı açmak istiyorum! 13 Bu meydanda, bakalım kim en çok ve en güzel kendi kendinden geçebildi? Dşte sınır, işte at, işte meydan!. O akıl budalaları ki, gözün nasıl gördüğünü anlamadan gördüğü şeylere inanırlar, fakat görmediklerine inanmazlar, gözlük üstüne gözlük takarlarve üstelik görüneni bile göremezler; işte onlar, ellerinde birer istiklâl pertavsızı taşırlar, eşya ve hâdiselerin posalarını hep onunla incelerler ve hiçbir şey bulamazlar… Onlar, benim bu itirafımdaki senedi, ilim ve usûl bakımından en büyük zaaf telâkki edebilirler ve peşin olarak kendimi, bizzat kendi elimle mahkûm ettiğimi iddiaya kalkabilirler. Vecdimin ateşi, bana onları göstermez bile. Onlar, gerçekten müstakildir; bense esirim! Ben, senin esirinim! Ve benim için hürriyetin son kemâl haddi, hakikate esarettir. Dnsan olarak, hürriyetini bulmak isteyen, hakikate esir olsun! Ve sen, benim için bizzat hakikatsin! Ve onların istiklâli, boyunduruk altında, istediği gibi kuyruk sallayan, çifte atan ve dilediği yeri pisleyen hayvanların istiklâlidir! Nihayet, varılmaz olan sana, en çok yaklaşmanın, görülmez olan seni en aydınlık görmenin biricik usûlü, şu noktada toplanıyor: Tepeden inme aşk yıldırımları altında büsbütün mefluç, büsbütün kör hâle gelmek ve ondan sonra her vücut zerresine bir çift kanat ve bir çift göz hediye eden bir hafiflik ve kolaylıkla uçmak ve görmek. Aklın son kertesini temsil eden melek «Sidre-tül-Mün-teha»da sana demedi mi:

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir