Necip Fazil Kisakurek – Son Devrin Din Mazlumlari

Tanzimat devri, Batı’nın maymunvâri kopyası hareketi olduğuna ve hiçbir zaman dünyalar arası mahsup sırrını keşfettirici bir nefs ve tarih murakabesine yol açmadığına göre, her şey, vicdanlarda öldürücü bir Îslâm şüphesiyle başlamışken doğrudan doğruya Dslâmiyet’e karşı ve aykırı görünmemiş, her ân küfür dünyasına ivaz verici ahmak bir «idare-i maslahatçılıkla, hem imân, hem de inkâr cephesinin yarım, hattâ çeyrek adamları elinde it-tihad ve Terakki Komitesine kadar gelmiştir. Bu bakımdan, ister Kanunî sonrası, ister Tanzimat devrinde, Dslâmiyet, feci bir idraksizlik yüzünden mânâda zulüm görür ve eşya ve hâdiselere tahakküm kudretinden düşerken, sözde kaim bulunduğu ve henüz resmen aleyhine dönülmemiş olduğu için, din adamları kadrosuna herhangi bir zulüm eli uzanamamıştır. Yâni Meşrutiyete kadar din adamları kadrosunda mazlumlar aranamaz. Meşrutiyetle Cumhuriyet arası 15 yıllık süre, kabukta Dslâmiyet yaftasına ve «Kanun-u Esasi» de «devletin resmî dini “Dslâm’dır” kaydına rağmen artık Dslâmiyet’in kâh resmî, kâh yarı resmî ve kâh hususî ellerde çürütülmeye ve işte resmî, yarı resmî ve hususî plânlarda böyle bir kast güdülmeye başlandığını gösterir. Ziya Gökalp’ın Dslâmiyet esası üzerine kurmak değil de, Dslâmiyetle yer değiştirmekten başka gayesi olmayan posa milliyetçiliği, Enver ve Cemal Paşaların Birinci Dünya Savaşında şapkaya doğru yol açmak niyetiyle icat ettikleri Enveriye ve Cemâliye serpuşları, yine Enver Paşa’nın kumar parası gibi harcadığı Türk ordusunu düşünmek yerine Türk «Elifba»sına musallat olması ve Lâtin alfabesi şeklinde birbirinden ayrı ve rabıtasız harflerle bir imlâ hayal etmeye kalkışması, Tevfik Fikret ve Abdullah Cevdet’lerin alenî inkâra sapmaları ve millî ruh kökünü çürütücü kalem faaliyetlerine girişmeleri, felâketin Tanzimat ile beslenen mikroplarına ilk tecelli zemini olarak Meşrutiyet devresini çerçeveler. Böyleyken, akıllarınca medenîleşmeye engel saydıkları Dslâmiyet’e karşı düşmanlık büsbütün resmî ve alenî plâna çıkamaz, daima tutuk ve kekeme bir zemin üzerinde cereyan eder ve tam tezahürünü bulmak için Cumhuriyet yıllarını bekler. Bu yüzden, Meşrutiyet devresinde de din mazlumları bakımından fazla bir misale mâlik bulunmuyoruz. Fakat, ters tarafından, 31 Mart vak’ası gibi, din adamlarının zulmü şeklinde gösterilip hakikatte din ve din adamlarına bir tuzak olarak tertip edilen hâdiseyi başa almak zorundayız. Birinci Fasıl 31 Mart Vak’ası MDLÂDÎ 1909 yılının 31 Mart (Rumî 1325 – 13 Nisan> Salı sabahı, Dstanbul, uzak ve yakın bütün semtlerini dehşete boğan tüfek sesleriyle yatağından fırladı. Zaten tarihî şehir, tabiîlik dışı bir hayat sürdüğünün, yaprak kımıldamaz bir havada zelzele bekler gibi bir hâl içinde olduğunun farkındadır. Taksim’den Fındıklı ve Tünel istikametinde ikiye ayrılan, bir kısmı Beşiktaş’a sapan, sonra geriye dönen ve bu iki hat üzerinde sokak sokak yelpaze gibi bölünüp Ayasofya Meydanında toplanmaya doğru ilerleyen kollar, Dstanbul’un mahmur semalarını kurşunlarıyla delik deşik etmektedir. Bunlar, bir gece baskını şeklinde sabaha karşı Dstanbul üzerine çullanmış bir eşkiya sürüsü değil, hakikî asker… îttihadçıların «Meşrutiyet Muhafızları» ismiyle ve bir inzibat vesilesiyle Rumeliden getirtip Taksimde Taş-kışlaya yerleştirdikleri avcı taburları… Zabitlerini iplerle bağlayıp kışlada hapsetmişler, silâh depolarını yağmalamışlar ve içlerindeki bütün tüfek ve mermileri ele geçirmişlerdir. Önlerine çıkabilene; ne yapmak istediklerini, hareketlerinin neye varacağını düşünüp düşünmediklerini sorabilene aşk olsun!… Yığın psikolojisine göre şahlanınca ateş ve çığdan daha lâf anlamaz hâle gelen bir güruh, bütün inzibat bağlarını kırmış, eline vatan müdafaası için verilen silâhı «Şeriat» gibi mukaddes bir kelimenin maskesi altında nefsaniyet âleti olarak kullanmaya kalkışmıştır. «Sultan Hamîd» piyesinde gösterdiğim gibi onlara sorunuz ve her sualinize aynı klişe cevabı alacağınızdan emin olunuz : — Ne istiyorsunuz? — Şeriat istiyoruz! — Şeriatten ne anlıyorsunuz? — Şeriat istiyoruz! — Şeriatı kimler ve nasıl bozdu ki, şeriat istiyorsunuz? — Şeriat istiyoruz! — Şeriati tam yerine getirecek ve bütün dünyada örnekleştirecek insanlar olarak kimleri görüyorsunuz ki, şeriat istiyorsunuz? — Şeriat istiyoruz! — Şeriati getirmenin ilmine, irfanına, zekâsına, siyasetine, iç murakabesine, dış muhasebesine malik misiniz ki, şeriat istiyorsunuz? — Şeriat istiyoruz! Heyhat! Bu türlü şeriat isteği, onun bütün kâinatı kuşatıcı ve ferdî – içtimaî sonsuz saadeti tekeffül edici hikmetlerine yabancı olmak bakımından hiç istememeye nispetle daha zararlıdır ve zaten yahudi, dönme, mason tahriklerinden ibaret olan bu hareket, o mukaddes nizamı, gafil insanlar çerçevesinde karartmak içindir. Gizli niyet, gafil sürülerin şahsında evvelâ şeriati tepelemek, sonra da o vesileyle, biricik şeriat bağlısı ve koruyucusu Abdülhamîd’i devirmek… Meşrutiyeti ilân ettikten ve Mebusan Meclisini açtıktan sonra memleket meselelerini millî iradeye ve hakkını Allah’a havale etmiş bir halife ve padişah sıfatiyle, sessiz ve hareketsiz, sarayında oturan Dkinci Abdülhamîd Han’ın seyrettiği manzara : Vatan bir ânda Yahudi havrasına dönmüş ve «her kafadan bir ses» ifadesiyle (kakofoni) lerin en çıldırtıcısı hüküm sürmeye başlamıştır.


Ortada hürriyet isimli, ne olduğu belirsiz, kiminin insan, kiminin hayvan, kiminin nebat, kiminin cemâd sandığı, putlaştırılmış bir lâftan başka hiçbir mevcut kalmamıştır. Mutlakiyet günlerinde sansüre tâbi tutulduğu, yâni kuduz dişlerine ağızlıklı tasma geçirildiği için zulme uğramış farzedilen matbuat, şimdi başmuharrirlerinin köprü üstlerinde kurşunlanması suretiyle kuduz köpek muamelesi görmeye başlamıştır. Aynı matbuatın Dttihat ve Terakki finoları, serseri koğuşlarında bile duyulmamış küfürlerle Padişaha ulumakta ve Ulu Hakan bu alçaklıkları, sessiz sessiz sarayında takip etmektedir. Siyaset orduyu kemirmekte, Balkan Yarımadasındaki Türk ülkesini kuşatan dünkü tebea devletçikler artık ev sahibini talan etme gününün geldiğini anlayıp hazırlanmakta, içerideki ekalliyetler de yüzsüzlük ve azgınlığın her türlüsüne baş vurmakta, koca Anavatan, masum ve mahzun Anadolu ise, başsız ve rehbersiz, bu hâle gafil bir hayret ve dehşetle bakmakta ve imparatorluk her tarafından çatırdamakta, kendi kendisine yarılmakta, kopmakta, dökülmektedir. Bu vaziyette Abdülhamîd’in, zaten başta yapması gerektiği gibi «Şeriat» bahsini etmeksizin, derhal ordularını harekete geçirip, hak adına, halk iradesi dolandırıcılığını ortadan kaldırma ve yine hak adına eski hâkimiyetini iade etmesi icap ederdi. Ne mümkün!. Kendisine mutlaka bir suç aranması lazımsa, taşıdığı «Kızıl Sultan» damgasına rağmen yalnız hastalık çapında merhameti gösterilecek olan Dkinci Ab-dülhamîd Hân bu mevzuda kararını çoktan vermiş ve kendisine hamle ve hareket telkin edenlere şöyle demişti: «— Benim yüzümden tek damla müslüman kanı akıtılmasına razı değilim! Dlâhî kader ne ise, o tecelli eder.» Makedonya’nın netameli rüzgâriyle Dstanbul üzerine sevkedilen ve «Padişahı kurtaracağız!» yalaniyle yola çıkarılan sürüleri yalınız önlerine çekmek ve Hassa Ordusunun birkaç birliğine havale etmek durdurmaya yeterken, Abdülhamîd kendisi için bir kahve emretmekten daha basit bu tedbiri kabul etmemiş ve kan akıtamadığı için, vatanı ileride kana boğacaklara boyun eğmişti. Hâdise, dokunduğumuz gibi, aslında şenî bir istismara vesile edilmek üzere ve hakikati ters – yüz etme yoliyle, suçlu göstermek istedikleri din dâvasına vurulan ilk darbedir; ve her noktasiyle sahtekârca tertiplenmiş bir Dttihat ve Terakki oyunudur. Şöyle ki: 1 — Hâdiseyle, gerçek din temsilcilerinin hiçbir alâkası yoktur. 2 — «Şeriat isteriz!» diye güya ayaklanan yığınlar, şeriatın ruh ve gayesi üzerinde en küçük bir bilgi ve anlayış sahibi değildir. 3 — Ayaklanan hiç kimse yok, sadece şahıslarında din dâvasının maskara edilmek istendiği, ayaklandırılmış bir zümre vardır. 4 — Gaye, Yahudiler, dönmeler ve masonlarca, din inceliklerine en uzak insanları kışkırtarak, taşıdıkları veya taşımak iddiasında bulundukları mukaddes şeriat kaynağını toy ve mukallit komitecilere çiğnetmektir. 5 — Ve nihayet, tertibi Ulu Hakan Dkinci Abdülhamîd Hân’a bağlayarak, tacında Tevhid Kelimesi pırıldayan büyük hükümdarı topyekûn tasfiye etmek… 6 — Abdülhamîd, başlangıçta kendisini hayret ve dehşete boğacak kadar (sürpriz) tesiriyle karşıladığı ve teskini için elinden geleni yaptığı hâdiseyi tam gelişme ânından istismar etmek ve başsız askerleri bir ânda teşkilâtlandırıp Hassa birlikleriyle desteklemek ve başlarına geçmek imkânı apaçık ortada dururken bunu yapmamış ve tevekküllerin en masumu içinde sonuna kadar hareketsiz kalmıştır. Hâdise onun eseri olsaydı «armut piş, ağzıma düş!» hâline gelen ese* meyvesini vermez miydi? 7 — Âlemde, 31 Mart Vak’ası kadar, (mizansen) lerin en budalası hâlinde tertip edilmişken, ithamların en gülüncü şeklinde Abdülhamîd’e mal edilmek istenmiş ve yeni nesillere yutturulmuş, abes şaheseri bir misal gösterilemez.

Tarihçi Dsmail Hami Danişmend, Sadrâzam Tevfik Paşanın ilmî ve hususî vesikalarından meydana getirdiği «31 Mart Vak’ası» adlı eserinde Abdülhamîd’e ait masumiyeti izah ve 9 madde içinde ispat ederken, bizim şahsen malik bulunduğumuz en büyük vesikadan mahrumdur. Bu vesika, (pozitif) hendese ispatlan gibi, 31 Mart komedyasının Abdülhamîd tarafından yapılmadığını değil de, kimlerce ve ne türlü körüklendiğini, itirafa dayalı tam bir hüccet hâlinde gösterir. Yahudi, dönme ve mason telkinleriyle hâdiseyi tertipleyen Dttihatçılar, bu mevzuda başlıca iki kişiyi kullanmışlardır: Malûm ve meşhur beden terbiyecisi Selim Sırrı ile filozof Rıza Tevfik… Bakın, nasıl?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir