Necip Fazil Kisakurek – Dunya Bir Inkilap Bekliyor

Aziz gençlik! Ve Türkiye’nin düne kadar perişan -vaziyeti karşısında acıların en derinini çeken mustarib mü’minler! Sizi bağların en sağlamı bu ıstırap hâldaşlığı içinde muhabbetle selâmlarım. Sizi böyle bir başlangıçla selâmladım. Çünkü, çok çetin bir dâva karşısındayız. Bugün dünya, bütün bu gördüğünüz medeniyet dedikleri keşiflerin kivrantısını temsil eden devlerle, o devlerin hâlâ yüzlerce sene arkasından gitmeye çalışan, çırpınan cücelerden ibaret bir âlem… Devler kıvranıyor, cüceler çırpmıyor! Ve tarihin en büyük iman devini temsil eden Türk, bugün cüceler dünyasının en mustarip cücesi hâlinde kendisini toparlamaya çalışıyor. Kendi kendimizi, böylece pençemizi bağrımıza atarak ve ciğerimizi kanatarak görelim; aynanın karşısına geçmeyi bilelim. Hadislerin en büyüklerinden biri: «Hesaba çekilmeden kendinizi hesaba çekiniz!» Ne gariptir ki, bu devler ve cüceler, ama kıvranan devler ve çırpınan cüceler dünyasında, yi ne dünyanın beklediği en büyük inkılâp iste bu cücelere düşüyor! Ve biz( böyle bir noktadan harekete memur bulunuyoruz. Yani, öyle bir hasta ki, dünyaya devayı getirmek zorunda üstelik… Rir şiirimde söylediğim gibi: ¦ Eyvah, eyvah Sakarya, sana mı düştü bu yük? Bu dâva hor, bu dâva öksüz, bu dâva büyük!.» Evet, dünya bir inkılâp bekliyor! Nerede kalmış Türkiye?. Konuşmamızın ismi de bu… Dünya bir inkılâp bekliyor! Bütün beşeriyet… Çünkü, beşeriyet o noktaya geldi ki, ne kadar müessesesi varsa bitti, eridi, pörsüdü, tükendi, bir tek eksiği kaldı: Başında ve sonunda eksiğin ismini tes-bit edebiliriz. Bütün hakikatiyle Đslâm… Dünyanın beklediği bu inkılâp, üç daire ha-Jınde… Dış daire dünya, içindeki daire Đslâm Âle-mi, onun.da içinde Türkiye… Asıl Türkiye… Merkez Türkiye… Şimdi Đnkılâp kelimesini ele alalım! Bu kelimenin yeni uydurukçacılara göre mukabili devrim. Halbuki nerede devrim, nerede inkılâp? Devrim, —isminden de belli— bir şeyi devirmek mânâsına geliyor.


Halbuki inkılâp devirmek değil, dikmektir. Yüzbin beygir gücünde bir tankı sürerseniz herşeyi devire devire geçer… Ama düzeni kurmuş olmaz. Đnkılâp düzeni kurmaktır, devirmek değil… Ve bir bina yapmak için eskisi devrilir, yenisi uğrunda… Bizde son zamanlarda, son yarım asır içinde, bütün hakikatlerle beraber mefhumlar da gürültüye gitmiştir. Kelimede bile gerçek inkılâbı kaybetmiş bulunuyoruz. Evet; asıl Đslâm Âlemi ve asıl Türkiye; beşeriyete gerçek eczahaneyi getirecek, vitrinlerinde gerçek devayı belirtecek büyük inkılâba memur… Tek mesele, varlık hikmetinde… Niçin varım? Mes’elelerin mes’elesi… Var olmak ne büyük şey! Eğer fazla düşünülecek olursa, insanı cinnete kadar götürür. Varım!. Niçin? Bunu Đslâm mutasavvıfları gayet güzel izah etmişlerdir. Hiçbir izah mutlak değilken, onlar mutlak noktaya dek gitmişlerdir. Şöyle : «Allah bütün bu kâinatı insan için yarattı, insanı da kendisi için.» Yani tek dâvası dünyanın, ebedî tekâmül seyri içinde Allah’a doğru yol almak… Ama bu yol alış, Allah’a inkılâp etmeyi mümkün kılıcı bir gaye değil… Her gayede aslolduğu gibi, varılması muhal, ancak yaklaşılması mümkün… Bu tekâmülü cemâddan insana doğru bir seyr halinde görüyoruz. Cemâd… Doğrudan doğruya madde parçası, tekâmül ede ede nihayet muayyen bir noktaya geliyor; o noktada âdeta bir kademe yükseliyor ve nebata yaklaşıyor. Tasavvuf bunun da misâlini vermiştir: Mercan, ki bir cemâddır, tıpkı nebat gibi kök atar. Nebat, terakki ede ede hayvana doğru geliyor. Onda da ufuk noktası, hurma ağacıdır. Tıpkı hayvan gibi dişisinin üzerine abanan mahlûk… Nihayet hayvanda son merhale at… At, bugün fennî olarak da ispat edilmiştir ki, rüya görür. Ve nihayet insan… Onun ufku yok; sonsuz… Büyük ilâhî emanetin hâmili insan… Kur’ân’da Hak buyuruyor: «Ben emaneti dağa taşa teklif ettim, ebâ ettiler, çekindiler, kabul etmediler. Đnsanoğlu ki, za-lûm ve cehûldür, kabul etti.» Ne büyük mesuliyet!.

Đnsanda terakki ve tekâmüle hudut yok… Bir kere dibe düştü mü, «Belhüm adal!» tâbirinin de ifade ettiği gibi hayvandan aşağı… Bugünün dünyası işte o dip noktasına kadar inmiştir. Bir nur huzmesi içinde her şey, üstündeki dereceye müncezip, cezbedilmiş, çekilmiş, kademe kademe alttaki üstündekine ulaşma yolunda… Fakat, yine her şey kendi sınırı içinde… Ve bir cinsten ötekine geçit mevcut değil. Yoksa, dâva, Batı tefekkürünün en maskara tipi (Darwin)in nazariyesini yani, insanın maymundan geldiği düşüncesini kabul etmeye kadar gider. Đnsan gibi, kâinatın ruhunu şekillendiren bir mahlûkun maymundan gelme olduğunu kabul etmek, şu anda dünyada mevcut milyonlarca maymunun niçin geç kaldıklarını izah edemeyeceği bir tarafa, bizzat (Darwin) gibi, maymunun tekâmülüyle değil, asıl insanın alçalmasiyle maymuna ulaşabileceğini gösterir. Nitekim bizim 150 yıl öncesi inkılâplarımız, insanlar tarafından mı, maymunlar tarafından mı yapılmıştır, sualine henüz gereğince cevap verilememiştir.’ Muhteşem bir kâinat yapısı içindeyiz. Gözümüzü açıyoruz, ilk ağlamalardan sonra, şöyle, eşyaya bakıyoruz. Bedâhat hissiyle herşeyi görüyoruz. Fakat, biraz kşndimize gelir gelmez, «Ben neyim, nereden geldim, nereye gidiyorum, sonum 10 ne olacak?.» diye soruyoruz. Ya, burada olmayan büyük, gerçek ve sonsuz bir hayata namzetlik fikri; yahut «nasıl olur?»unu kurcalamadan, bitip gitme, silinip kaybolma, yokluğa dalıp «hiç»e bulanma duygusu… Ve bu duygu etrafında, dünyada kaldığı kadar «ye, iç, kus, vur, kır, sal!» mantığı… Đlk fikir ulvî, ikincisi de süfli., îlki beş hassemizin üstündeki, ikincisi de altındaki mantık… Avrupai mânâda idealizma ve ma-teryalizmayı bu iki mantık soyuna bağlayabilirsiniz. Đkincisi aynen (Danvin) nazariyesinde olduğu gibi ne kadar basit, ne kadar küçük, fakat ulvilikten nasibi olan bir mantıkla devrilmeye mahkûm… Kâinatta hiçbir cins, nev’iyetini aşamaz. Öz nev’iyeti içinde boyuna terakki eder ama, ondan öbürüne geçemez. Böyle olunca, iş insanın terakki ede ede nereye varabileceğini tayine kalıyor.

Đşte : Đnsan Allah’ın halifesidir ve kendi yaratık olma sınırını aşmanın muhali içinde Allah’a doğru ebedî bir seyr ile yaklaşmanın memuriyeti altındadır. Bu, sırların sırrına ait mihrak noktasıdır ve o noktaya akılla fazla dikkat edecek olursak gözlerimiz yanabilir. «Ben insanı eşya ve hâdiselere hâkim olması, onları teshir etmesi için kendime halife olarak yarattım.» Diyor Allah… Đşte insan bu hükmü anladığı zaman, derinliğine ferd ve genişliğine cemiyet, bütün meselelerini halledebilir. 11 Biz zannediyoruz ki, Şeriatın emrettiği şeyler, kuru kuruya berienlo yapılacak işlerdir. Onlar, her zaman söylediğim gibi, ince, hudutsuz esrarlı şifrelerdir. O gözle bakmak lâzımdır şeriat ölçülerine… Ve onların ruhuna mâlik olmak lâzımdır. Şeriat, tatbik edilen, tatbik edilmesi gereken , ölçüler manzumesinin yanında, sevilmesi, aşkla bağlamlması, namütenahi mânaları olduğu bilinmesi lâzımgelen Đlâhî müessesedir. Her zaman ifade ediyorum: Şeriat aşkı —tabii aşkın içine vazife ve icra da kendi kendine giriyor— şart… Dışından riâyet, ama. ruhuna mâlik olmama… Hayır!. Gelelim, kâinat yapısına.-Bu kâinat yapısında, karşımıza en büyük tecelli olarak «zaman» çıkıyor. Zaman!. Ne müthiş bir şey; Allah’ın azametine ne müthiş delil… Bir ağ gibi, Allah zamanı üzerimize atmış… Her şeyin üstünde zaman, herşeyin!. Meselâ, îbn-i Sina ışığı zamanın dışında farzederdi.

Halbuki bugün ispat edilmiş bulunuyor ki, ışık bir saniye-. de 300 bin kilometre hızla akıyor. O da zamani… Zamanın dışında hiçbir şey yok; birşey var içimizde zamanın dışına tırmanmak isteyen… Zamana sığamayan birşey var insanda, o da ruh! Çünkü o zamansızlık âleminin hatıralarını taşıyor. Fakat, biz farkında değiliz. Zamanı tasavvuf şöyle izah eder: Varlıkla yokluk arası bir raks, bir ahenk… Bir varlık, bir yokluk… Bir varlık, bir yokluk; birbirini takip eder. 12 «Vahdet-i vücud», dedikleri bilmecenin kapısı… Vücud varlık birliğine medhâl, giriş… Bir varı, bir yok takibeder. Đşte ben bu cümleyi söy-leyinceye kadar kimbilir, kaç kere var oldum. Ama bir sinema şeridi gibi zamanın nakşettiği hâdiseler o türlü akar ki, biz her şeyde bir devam görürüz. Bir devam gördüğümüzü sanırız. Bütün mesele zamanın hakkını vermekten ibaret. Zaman bir imtihandır. Zamanı idrâk… Mü-cerred dâva… Mücerredleri bilhassa dile getiriyorum, çünkü biraz sonra müşahhaslara yani, apaçık, elle tutulur hadiselere geçeceğiz. Onları bu mücerredleri bilmeden ihata edemeyiz. Bu mü-cerredlerdcn gideceğiz ki, müşahhasa, gökten toprağa dönelim. Varlık ve yokluk… Süfliden âlâya doğru kesiksiz hareket… Đşte zaman ve bu dünya dedikleri süfliler âlemi içinde insan ilâhi memuriyeti olarak ölümsüzlüğe namzettir.

Bu ölen dünyada, her ânı yokluk, her ânı varlıktan ibaret bu dünyada zamanın üstüne çıkmak… Bütün sır burada… Bütün vazifeler de burada toplanıyor.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir