Orhan Kemal – Avare Yıllar

Her sabah evden okula diye çıkardım. Koltuğumda kitaplarım, başımda sarı şeritli okul kasketim, ver elini Giritli kahvesi. Dörtyol ağzında Gazi’yle, Hasan Hüseyin’i beklerdim. Onlar daha önce gelmişlerse, bana geç kalışımın sebebini sorar, çıkışırlar, sonra güle söyleye, köpekleri taşlayarak asfaltın üzerinde yağ gibi kayan pırıl 6 pırıl taksilere hayran hayran bakarak, Giritli kahvesine —— gelirdik. Çok defa kahveci henüz yatağında horlamaktadır. Onu uyandırmamak için usulcacık girilir, ocak yakılır, çay demlenir, bitişik bakkaldan ceviz içiyle sıcak ekmek alınırdı. Uyandığı zaman her şeyi hazır bulan kahveci : — Yassu! derdi. Yassu be kardaşlaar! Arada müthiş haberler de verirdi. Mesela : — Tam yatazaktim, derdi, geldi bir tomafil, indi dört beş kadın erkek, girdi onlara: Sonra gitti tomofil, kaldi onlar onlarda… Hepimizi bir telaştır alırdı: Ya görücüyseler! Ya moruk peki derse? Karşı buğday tarlası içindeki kırmızı kiremitli evin kızlarıyla sevişiyorduk. Üç kızın en büyükleri kahvecinindi. Ortanca benim, en küçük Gazi’nin, Hasan Hüseyin’in sevgilisi yoktu. Çünkü Hasan Hüseyin, engin dallardan murt yemezdi. Onun alacağı kız, ya çok zengin olmalıydı, ya da tanınmış, meşhur bir aileye mensup. Engin dallardan murt yememesine, kendisine geçici de olsun bir sevgili bulmamasına rağmen, Hasan Hüseyin, bizim hatırımız için okuldan kaçar, bizimkilere laf atanları bayıltıncaya kadar dövdüğümüz sıralarda, o bizden çok yumruk sallardı. Öyle ayazlı geceler oldu ki, ihtiyar çınarın altında sevgililerimizi saatlerce beklemek gerekti.


O da yanımızdaydı. Bir günden bir güne “…Bana ne? Babanızın uşağı mıyım? Bana ne faydası var?” demedi. Biz herbirimiz bir ağacın altında, ıslak karanlıklara gömülü, o, yirmi metre ötemizdeki turunç ağaçlarının arasında, ölçülü adımlarla gidip gelir, gelip giderek sigara içer, sık sık çapaklanan cam gözünü çıkarır, mendiliyle silip tekrar yerine takar, arada boğuk boğuk öksürürdü. Bir gün benimki: — Ne sabırlı çocuk? demişti. — Bekliyor diye mi? —Hem bekliyor diye, hem de… Bir sevgili bulmuyor… Kızlara parolayı ihtiyar çınarın altından, kibritle verir, sofadan, idare lambasıyla verdikleri parolayı müthiş bir dikkatle alırdık. Bazen uzun uzun beklemek gerekirdi. Ağaçların kuru dallarında parçalanan sert rüzgar, ıslak gece, gürleyen gök ve sık sık çakan şimşekler… Neden sonra karanlıkların içinde ürkek beyaz gölgeler gibi gelirlerdi. Benimki, donmuş elleriyle sinirli hareketler yaparak elimi tutar; yüreğinin üstüne kor: — Bak derdi, nasıl çarpıyor! Kırk güne kadar ölürsem sebep sensin! Öteki: — Bari kıymetimiz bilinse… Diye fısıldardı. Babalarını güç halle uyutabilmişler, annelerini de komşuya geçiyoruz diye aldatmışlar. Merdiveni tam inerken kara kediye basmasınlar mı? Korkunç bir çığlık. Moruk yatağından fırlar, bütün planlar altüst olacakken… Herbirimiz sevgilisini elinden tutar, yaş ve kaypak toprakta, ayrı birer yönde kaybolurken, Hasan Hüseyin bir sigara yakıp, boğuk boğuk öksürerek kalırdı. Bir gün bir başkası ile arkadaş olduk. Bu yeni arkadaşımız kara kaşlı, kara gözlü, kuru beyaz yüzlü, insanı gülmekten bayıltan ve tavlada hepimizi sayı vermemece-sine yenen, Đstanbul’lu bir emir eriydi; Necip, yakında tezkere alacaktı. Đstanbul’u bize öyle ballandırarak anlatırdı ki, çocukluğumun Đstanbul’undan kafamda kalmış ne kadar resim varsa, bütün görkemiyle canlanır, memleketim sönükleşiverirdi. — … Buralarda, derdi, ağzınızla kuş kapsanız hava.

Gelin de memleket görün! Bizim tütünde çalışır bir Ali vardı. Sinoplu. Đlk zamanlar sizin kadar bile futbol oynayamazdı. Şimdi herifçioğlu Fenerbahçe’de soliç! Bir gün Gazi: — Ulan, dedi, basıp gidelim mi? Ha? —Ya sevgililerimiz? — Boş ver. Đstanbul’da sevgilinin daniskası vardır. — Ya benim okul? — Pırasa mı dedin? — Yok, kuşkonmaz… Gazi ensesini kaşıdı. — Niye kaşıdın enseni? — Sanki okula gittiği varmış… — Peki, yol parası? — Yol parasını… Bak bunda haklısın. Mersin’den birer güverte bileti uydurduk diyelim. — Yolda ne yiyeceğiz? Đstanbul’a indik, nerde yatıp kalkacağız? Karınlarımızı nerde doyuracağız? Gazi: — Dur, dedi, şu Reşat’la Ahmet’i bulalım. Bize dokumacılık öğretsinler, çalışıp para kazanalım, biriktirelim ondan sonra… — Ondan sonra basar gideriz. Hem dokumacılık Đstanbul’da da söker. Sıkışırsak… — Sıkışırsak ne iş olsa yaparız be… — Tabii yaparız. Hasan Hüseyin olsa burnuna koymaz ama… — Boşver Hasan Hüseyin’e. Hem biliyor musun Necip ne demişti? Tütünde çalışan Sinoplu Ali. Ha? Belki bizde de cevher vardır.

— Olur olur… Đyi antrenörler elinde… Fakat Hasan Hüseyin’e duyurmayalım. Günün birinde Fenerbahçe derken, Milli Takım. Ha? — Niye olmasın? Bal gibi olabilir… Artık bütün konuşmalarımız Đstanbul üzerinde toplanmıştı. Fabrikaya gitmeye karar verdik. Đstanbul’a gitmek kararımızı bir gün sevgililerimize de açtık, öyle şeyler anlattık ki, bizden üçer beşer 9 yaş küçük olan sevgililerimiz de bizim kadar havalandı- —— lar. Hep birlikte gitmek teklifinde bulundular. Hep birlikte gider, çalışır, para biriktirir, pazarları sinemaya giderdik. Çocuklarımız olurdu, onları güzel güzel büyütür okutur, adam ederdik. Tabii ihtiyarlık gelip çatacaktı günün birinde… Ölünceye kadar hep beraber, bir evde, yan- , yana… Gazi’ninki ellerini çırptı: — Ay, ne iyi, ne iyi, ne iyi. Benimki: — Hiç durmayalım, hemen gidelim. Teklifinde bulundu. Öyle ya iş üç nalla bir ata kalmıştı. Ertesi gün dokumacı Reşat’la Ahmet’i bulduk. Reşat’la Ahmet, kağıt kadar beyaz iki kardeş. Yorgi’nin kepekçi dükkanından tanışıyorduk.

Onlar da bizim gibi futbol hastalarıydılar. Fabrika dokumalarında çalışıyorlardı. Uykulu gözleriyle, pamuk içinde gelirler, oyuna dar atarlardı kendilerini. Bizi fabrika kapısında görünce, şaştılar. Dokumacılık öğrenmek istediğimizi öğrenen Ahmet: — Ne? dedi. Dokumacılık mı? Reşat’a baktı. — Tabii, dedik. — Demek dokumacılık öğreneceksiniz? — Şaşacak ne var? Dokumacılık öğrenmek yalnız size mi özel? Đki kardeş gülüştüler. Reşat, ağabeyine: — Biliyor musun, dedi, dokumacılığı top oynamak belliyorlar… Ahmet: — Heye, dedi. Bakiyim ellerinize? Gösterdik. 10 — Vay yavrular vay… Bu yumuşak eller… Bak benim- — kine… Onunki sert, nasırlı ellerdi. Gazi: — Baba ekmeği yemekten utanıyoruz, dedi, söyleyin şimdi, bize dokumacılık öğretecek misiniz, öğretmeyecek misiniz? — Öğretmeye öğretiriz dedi Ahmet, amma… — Ee? — Bir hafta bile dayanamazsınız! Dokuma ustasıyla görüşeceklerine söz verip, bizi işçi mahallesinin akbaşından yolcu ettiler. Çok geçmeden bütün bunları öğrenen Hasan Hüseyin, müthiş kızdı. Beni bir kenara çekerek: — Sen dedi, uyma ona! Böyle şeyler sana yakışmaz! — Bana?. Niçin? Gazi kendisine edilen hakaretten habersiz, bol paçalı pantolonunun önden ceplerine sokulu elleri, ağzında sigara.

Çakıl taşlarına sut atıyordu. Ertesi sabah daha güneş doğmamıştı, evden usulcacık çıktım. Ceketim omuzumda, ağzımda sigaram. Kibriti bir eski dokumacı gibi çakıp, sigaramı bir eski dokumacı gibi yaktım ve hovarda bir dokumacı gibi ağız dolusu bir duman bıraktım göğe. Gazi kapı önünde bekliyordu. Onun da ceketi benimki gibi, omuzunda. — Ne haber? dedim. — Güzellik, dedi. Babası, meğer pencerede, bize bakıyormuş. — Hah, dedi, gördün mü ya. Okuyup adam olmıya-nın layığı budur!. Köşeyi dönerken Gazi, okuyup adam olanlara söğ-dükten sonra: — Versene bir sigara! dedi. Daha sonra, iştahlı, ümitli, caddeye çıktık. Kadınlı, erkekli, çocuklu cıvıl cıvıl bir işçi kalabalığı parkelere kuvvetli basarak geçiyordu. Karıştık aralarına.

Dokumahane’nin şakırtılı havası içine girince başım döndü. Burada sanki her şey dörtnala koşuyordu. Tozlu bir sarsıntı, bir titreme, bilhassa karmakarışık bir şakırtı. Dokumahane’nin kola kokan havasında pamuk tozları uçuşuyordu. Kolumdan çekip daha gerilere götüren Ahmet, gülüyordu. Tezgahları başındaki işçilerin bana hayretle baktıklarını Reşatla Ahmet gibi, onların da benimle alay ettiklerini sanıyordum. Beyrut’taki Matbaatül Hace-riyye’de de böyle olmuştum… Đki tezgaha bakan Ahmet, yanıbaşımdaydı. Hep gülüyor, sanki gözlerine inanamıyordu. Arada, kopan iplikleri alışkın ellerle çekip fevkalade usta ilmikler atıyor, sonra tekrardan beni göz hapsine alıyordu. Birinde: — Ne bakıyorsun lan? dedim. — Hiç., dedi. — Sahi, ne bakıyorsun? — Allah’ın işini düşünüyorum… — Niye? Neden icap ediyor? — Neden olacak yahu. Öyle bir babanın oğlu, gelsin de benim gibi birinin yanında. En iyi zamanımızda bile asla düşünmediğim şeydi.

— Ben garsonluk bile yaptım oğlum. Hem de seve seve, oynaya oynaya. Boş ver sen o kafalara. Sen de, ben de hepimiz bir Allanın kuluyuz. Hanım evladı değilim ben! 11 O, her şeye rağmen gene de başını sallıyor, Allanın işine bir türlü akıl erdiremiyordu. 12 Bir ara : — Buna mekik derler, diye, küçücük bir torpile benzeyen, sivri ucu parlak, demir, sarı boyalı, pırıl pırıl bir tahta parçasını gösterdi. — Bu mekik boşalmış. Surdan şöyle açar, masurayı böyle alır, yerine dolusunu şöyle takar, böyle kapar, bur-dan böyle atarsın. __……7 — Buna avara kolu derler… — … Bunlar tel gücü. Bunlar tefe… __ 7 Lakin kola kokusu, pamuk tozu, şakırtı, Đstanbul ve ötekiler kafamdan silinmişti. Uzun uzun öksürdüğüm bir sıra, Ahmet: — Đşte böyle fabrika alemi! dedi. Kardeşimle biz şu kadardan beri bu tozu yutarız. Bizim ciğerlerimiz bütün örümcek bağladı şimdiye… Sonra tuvalet aralığına çıktık, sigaraları yaktık. Kulaklarım uğulduyordu. Tuvaletlerin bulunduğu koridorun duvarına tebeşirle (Lortlar Kamarası), (Dinamo Salih), (Cart), (Boşnak Bekir) ve daha bir sürü yazılar yazmışlardı.

Beride sıra sıra tuvaletler… — Tuvaletlerin kapıları niye böyle yan bellerinden kesik? diye sordum. Ahmet: Đçerde dalga geçilmesin, tuvalet bekçisi kolayca kontrol edebilsin diye, dedi. — Tuvaletde dalga geçilir mi? — Biraz eski de bak. Tuvaletde dalga geçmek. Dokumahanede toz yutmaktan daha rahattır, anlarsın. Hem, insanın aklına öyle şeyler gelir ki. Ben tuvalete girdim mi, kafamı bir düşüncedir alır, bellerim ki, bu dünyadan çıktım, uçtum, gittim… Gözlerimi de kaparım, oooh… Tuvalet bekçisi boyuna düdük öttürüyor, dalga geçenleri işlerinin başına kovalıyordu. Sigaralarımızın diplerini tuvaletlerin altından şırıl şırıl akan pis suya atıp dokumahaneye geldik. O gün paydosu dar ettim. Gazi de benim gibi yorgun ve toz içindeydi. — Nasıl? dedim. — Tadı yok., dedi. Önümüzden giden işçi kızlar kalabalığını göstererek: — Ortadakine bak, dedim, var mısın? Ters ters baktı. — Ne o? Niye ağarttın gözlerini? — Yorgunluktan Allahım şaşmış benim, bu tutmuş… Babaannem beni sokak kapısında bekliyordu.

— Nerden, dedi, nerden bu geliş? — Okuldan, dedim, voleybol maçımız vardı. — Yalan söyleme, çoktan beri okula gittiğin yokmuş, haberini aldım ben. Doğru söyle, nerden geliyorsun? — Okuldan dedik yahu. — O üstünün başının tozu, pamuğu ne öyleyse? Kısa kestim nihayet: — Đşten geliyorum, fabrikadan… — Nerden geliyorsun, nerden? — Fabrikadan! — Ne fabrikası? — Basbaya fabrika… Dokumacılık yapıyorum!. Eğildi, yüzüme baktı: — Sahi mi söylüyorsun? — Sahi söylüyorum. — Amelelik mi yani? — Evet, amelelik! 13 Öyle bir çığlık attı ki… Üstümü başımı çıkardım, elimi yüzümü güzelce sa-14 bunladım. O, karanlık sofada hala dikiliyordu. Sedire — uzandım. Neden sonra yanıma geldi: — Mahsustan öyle söyledin, değil mi? Cevap vermedim. — Helbet dedi, helbet mahsustan… Benim oğlum, yüksek gönüllüdür, tenezzül eder mi hiç öyle şeylere!. Küçükken halaların sorardı sana, büyüyünce ne olacan derlerdi de, sen derdin ki; Türkiye’nin en büyük doktoru olacam, derdin… Benim oğlum öyle şeylere hiç… Tertemiz gülüşüyle Ahmet, sarı saçlarıyla bir kızı hatırlatan Reşat içimden bana bakıyorlardı. Çok ağır bir kü-fürü dudaklarımda zor tuttum. O ise, bir duayı mırıldanarak çekti, gitti. Ertesi, daha ertesi günler evden çıkarken babaannemle cenkleşmek gerekti. Ceketlerimiz omuzlarımızda, ağızlarımızda sigaralarımız, tutuyorduk fabrikanın yolunu.

Fabrika dilini bellemiştik. Ahmet tezgahları bırakıp bırakıp gidiyordu. Kopan ipliklere onun kadar usta ilmikler atmasını, iplik çekmesini, top olan bezi kesip, yeni çözgü takmasını becerebiliyordum. Gazi de benim gibi… Ancak paydoslarda onunla, sevgililerimizden konuşabiliyorduk. Bir gün Ahmet: — Artık staj bitti, dedi, ustaya haber vereceğim, belki imtihan eder, hazır ol! Haber vermiş. Uzun boylu, zayii, gözleri trahomlu, hilekar bir Arabuşağı olan usta geldi. Makinemi stop etmemi söyledi. Avara kolunu çekip makineyi stop ettim. Dört, beş tane iplik kopardı, çekip bağlamamı söyledi. Çabucak çekip bağladım. Top olmuş bezi kesip, yeni çöz-güye de takınca: — Aferin, dedi, ilk boşalacak tezgahı derhal vereceğim! Gazi de imtihanı kazanmış. Ama ne zaman tezgah boşalacak? Biz ne zaman tezgah sahibi olacağız? Ne zaman para kazanmaya başlayıp, ne zaman biriktireceğiz? Bütün tezgahlar doluydu. Usta amelelerden herbiri-nin yanında parasız çalışan ameleler vardı. Onlardan birçoğu da bizim gibi, işi çabucak belleyip, parlak imtihanlar vermişler, usta onlara da, “Aferin, ilk boşalacak tezgahı derhal vereceğim” demiş. Bütün bunları, daha doğrusu “yedek kadro” olduğumuzu çok sonra öğrendik.

Fabrika sahipleri bizi usta işçilere karşı ellerinde koz olarak tutuyorlardı. Nitekim bir gün canlı bir misalle bunun böyle olduğunu öğrendim ve ancak o günden sonra tezgah sahibi olabildim. Anlatacağım olay iki aşağımdaki tezgahta geçti. Kürt Dursun’un tezgahı mekik atmış, Arnavut Nuri kalıp gibi yıkıldı. Koşuştuk. Ağzı açılıp açılıp kapanıyordu. Mekik kulak tozuna değmiş. Dokumahane şefine haber uçuruldu. Şef geldi, yaralıyı gözden geçirdi, telaşla çıktı gitti. Az sonra, kısa boylu, tıkız biri olan fabrika baş-makinisti, bir pehlivanı hatırlatan idare memuru, kısa burunlu genel müdür, iri göbeğinin altında ince bacakları ve büyük ayaklarıyla yampiri yampiri basan fabrika sahibi heyecanla geldiler. Her kafadan bir ses çıkmaya, sert emirler verilmeye başlandı. Bu arada bizim usta, gitti şar-teli indirdi. Dokumahane stop etti. Tezgahı mekik atan Kürt Dursun’un yüzü kireç gibiydi. Fabrika sahibi bağırıp çağırıyor, söğüp sayıyordu.

Birine tokat atacak gibi yaptı. Kürt Dursun, fabrika sahibinin kalkan elini yakaladı ve onu itti. Bunun üzerine ortalık karıştı. O ona, o ona. Islıklar, düdükler, kıyamet. Bir baktım. Dursun’un çırpınan postalları. Dokumahane ka15 pısına doğru akan bir kalabalığın elleri üzerinde çırpmıyor, herifi apar topar etmişler. 16 Yanıbaşımdaki Ahmet, yüksek sesle sövdü, sonra ko- — lumdan çekti: — Yürü birer sigara içelim! Tuvalet aralığına geldik. — Peki, dedim, n’olacak şimdi? Ahmet sigarasının külünü sinirli sinirli çırpıyor, aklı başka taraflarda gibi… — Ne n’olacak? diye sordu. Mekik attı. Gördün. Kulak tozuna değdi fıkaranın. Ölürse tazminat vermekten kurtulmak için zavallı Dursun’a kabahati yüklemek istiyorlar. Halbuki… Dişlerinin arasından tuvaletin betonuna bir tükrük attı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir