Osman Aysu – Cellat

JL J Hoparlörün madeni ve cızırtılı sesi, yolcu salonunun ve akustiği bozuk duvarlarında yankılar yaptı. Yer hostesinin hoparlörden yükselen bet sesi, biraz da çağrı donatımının yetersizliğinden, kulakları tırmalıyordu. Sedat İlker, okuduğu Milliyet gazetesini katlayıp, yapılan anonsu duymaya çalıştı. İyi işitememekle beraber bu çağrı, onun bineceği uçakla ilgili olmalıydı. Gazeteyi trençkotunun cebine yerleştirip, ayağa kalktı. Yolcular üç numaralı çıkış kapısının önünde toplanmaya başlamışlardı bile. Etrafına bakınarak yürüdü. Gözleri tanıdık bir sima aradı. Oldu olası uçak yolculuğunu sevmezdi; lâkin mesleği gereği sık sık buna katlanmak zorunda kalıyordu. Korkardı uçmaktan. İstatistikler en az kazanın hava yollarında olduğunu belirtmelerine rağmen, bu anlamsız korkuyu bir türlü üzerinden atmayı becerememişti. Çoğu zaman işe ekip halinde giderlerdi; o zaman yanındaki arkadaşlarla konuşur, şakalaşır hatta bazen uçağın inip kalktığını bile fark etmezdi. Her yalnız gidişinde ise, içindeki o tedirgin edici yükseklik korkusu, yiyip bitirirdi Sedat’ı. Mecbur kalmadıkça da cam önüne oturmazdı. Gazeteci olmanın verdiği avantajla, çok insan tanır, her yerde bir ahbaba rastlardı.


Kapıya yaklaşırken tekrar etrafına bakındı. Hayret, tanıdık hiç bir yüz görememişti bu kez… Kadını da o esnada fark etti. Onu görmekte bu kadar geciktiği için de kendi kendine şaştı. Çünkü kadın görülmeyecek, gözden kaçacak, farkına varılmayacak biri değildi. Aklına ilk gelen ihtimal kadının yabancı olduğuydu. Türk standartlarının hayli üstünde bir boyu, çok kısa kesilmiş platine saçları vardı. Gözlerini bir süre alamadı kadının üstünden. Aprona açılan çıkış kapısına yakın duruyordu. Çevresinde erkekler bir halka oluşturmuşlardı. Çoğu, arzu ve ihtirasla kadına yiyecek gibi bakıyorlardı. Gülümsemekten kendini alamadı Sedat. Toplum içinde bir kadına doğru dürüst bakmayı bile beceremiyoruz diye hayıflandı. Ama nazarlarını da platine saçlardan alamadı… Kadını biraz daha yakından görebilmek için kapıya yaklaştı. Yalnız fiziğiyle değil, giyimiyle de dikkat çekiciydi. Sırtına yarım astragan ceket, siyah kısa bir etek, aradan görebildiği kadarıyla muntazam ve uzun bacaklarına da siyah file çorap giymişti.

Boyuna göre pek de büyük görünmeyen ayaklarında yine aynı renk süet ayakkabılar vardı. Kadının büründüğü siyah renk ile saçının açıklığı tam bir tezat oluşturuyordu. Önce yalnız sanmıştı kadını. Yanındaki kısa boylu, göbekli, saçları dökük kalantor tipli adamı neden sonra fark etti. Yüzü yabancı gelmemişti ama kim olduğunu çıkaramadı. Sırtında lacivert kaşmir pardösüsü, elinde de ince, yılan derisinden yapılmış bir evrak çantası taşıyordu. Para babası bir iş adamı olduğu belliydi. Soğuk ve anlamsız yüzünün, kibirli ve dünyaları ben yarattım diyen bir ifadesi vardı. Sedat, adamın, kadına mülkiyetindeki her hangi sıradan bir eşya gibi davrandığı hissine kapıldı nedense. Aralarındaki yaş farkına bakılırsa metresi olmalı diye düşündü. Daha fazla da ilgilenmedi zaten. Kapılar açılmış, yolcular apronda bekleyen otobüse doğru koşuşturmaya başlamışlardı. Sedat, itiş kakış arasında otobüsün deri tutanaklarından birine yapışırken, biri parmağının ucuyla omzuna vurdu. Dönüp, baktı. Hürriyet gazetesinden spor muhabiri Kemal’di.

Sonunda tanıdık birine rastlamanın sevinciyle gülümsedi. Kemal ilaç gibi gelmişti ona. Geveze denecek kadar çok konuşan, mevzuu dağarcığı hiç tükenmeyen, konudan konuya atlayan, şakacı, neşeli bir arkadaştı. Uçma korkusu yenilmiş sayılırdı artık. “Ne haber? Sende mi maça?” diye sordu. İkisi de spor muhabiriydi ve gece oynanacak lig maçının kritiği için gazetelerince görevlendirilmişlerdi. Uçağa binince yan yana oturdular ve koyu bir muhabbete daldılar. Spor yazarlarının iki sıra önünde, cam kenarındaki koltuklarda, genç bir çift yer almıştı. Adam otuz beş, kadın otuz yaşlarında olmalıydı. Birbirlerine ilgisiz görünüyorlardı. Adam oturur oturmaz cebinden çıkardığı kitabı okumaya dalmış, genç kadın ise boş nazarlarla uçağın kalın camından gözüken pistteki diğer uçakları seyre başlamıştı. Uzun zamandır yağışlı ve yoğun gri bulutlarla kaplı İstanbul seması, o sabah ısıtıcı olmayan fakat pırıl pırıl parlayan bir kış güneşiyle kaplıydı. Uçağın camından içeriye süzülen ışıklar, genç kadının uzun sarı saçlarına yansıyor, başında titrek ışıklar saçarak oynaşıyordu. Genç kadının profilden görünen yüzü, bir heykeltıraşın elinden çıkmış gibi muntazam hatlarla çizilmişti. Ufak ve kalkık burnu, hafif etli dudağı, yanağına gölgeler bırakan uzun kirpikleri vardı.

Yüzünde hiç makyaj olmamasına rağmen canlı ve çekici görünümü, insanda nefes kesecek kadar heyecan yaratabilirdi. Ama yanındaki adamın bu heyecandan hiç nasibini almadığı halinden belliydi. Genç kadının dalgın bakışlarla dışarıyı süzerken, ince uzun ve bakımlı parmaklarıyla devamlı sol elindeki nikâh halkası ile sinirli sinirli oynadığının farkında bile değildi. Eğilmiş, devamlı burnunun üstüne düşen kalın camlı gözlüklerini yukarıya iterek, kitabını okumaya devam ediyordu. Genç kadın birden nazarlarını yanındaki adama çevirerek “Erol” dedi. Sanki uzun zamandır beynini kemiren sıkıcı bir konuyu nihayet kocasına açmak zorunluluğunu duyan biri gibi. Adam gözlerini okuduğu kitaptan ayırmadan: “Ne var?” diye sordu. Öyle ilgisizdi ki, kadının ses tonundaki titremeyi bile anlamaz gibi davranmıştı. Ya da gerçekten anlamamıştı. Sustu kadın. Sözünün devamını getiremedi. Sadece kocasına baktı üzüntüyle. Adam üstelemeyince nazarlarını çevirip, pistteki uçakları seyre devam etti. Konuşmanın hiçbir anlamı yoktu. Konuşsa da hiç bir yararı olmayacağına emindi zaten.

Göz pınarlarında oluşan bir kaç damla yaşı, hissettirmeden parmaklarının ucuyla silmeye çalıştı. Kargo uçağa yükleniyordu ve kapı henüz kapanmamıştı. Otobüs, terminalden geriye kalan yolcuları getirmek için ikinci seferini yapıyordu. Bu kez otobüsün içinde daha az yolcu vardı. Dr. Sıtkı Başar hızlı adımlarla uçağın merdivenlerini çıktı. Kapıda yolcuları karşılayan güler yüzlü hosteslere soğuk bir selâm verdi. Ağarmış saçları, çenesindeki top sakalı, zayıf ve uzun boyuyla dikkat çekici bir tipti. Uçaktaki yolcuların çoğu, göz ucuyla, yaşı biraz ilerlemiş ama havasından hiç bir şey kaybetmemiş olan adamı beğeniyle süzdüler. Beyaz trençkotunu koluna almıştı. Sırtına metal düğmeli lacivert blazer mavi bir gömlek giymiş, enine çizgili bir kravat takmıştı. Ceketinin üst cebinde ne olduğu anlaşılmayan, kraliyet ya da kulüp arması gibi motifli bir amblem dikilmişti. Gözleriyle uçağın içini şöyle bir tarayıp, boş yer aradı. Sonra hostesin boş bir yer göstermek için yanına yaklaşmasına aldırmadan, arkalara doğru yürüdü ve iri yarı, şişman bir adamın yanına oturdu. Yanındaki adamı hiç tanımıyormuş gibi davrandı.

Ancak onları izleyen usta bir göz, iri yarı şişman adamın, Doktor uçağa bindikten sonra rahatlayıp gevşediğini ve yüzündeki huzursuz ifadenin kaybolduğunu farkedebilir-di. Uçağın kapısı kapandı. Az sonra hostesler sayımı yapıp, pilot kabinine yollandılar. “Sigaralarınızı söndürünüz, kemerlerinizi bağlayınız” yazısının ışıkları yandı. Motorlar homurdanmaya başladılar. Türk Hava Yolları’nın TK 124 sefer sayılı İstanbul-Ankara uçağı harekete hazırdı artık. Spor yazarlarının ikisi de genç ve bekârdı. Sedat İlker hâlinden memnun, arkadaşıyla derin bir sohbete daldı ve uçağın kalkarken duyduğu heyecanı hissetmedi bile. Kemal her zamanki coşkulu haliyle, anlattıklarını biraz da abartarak konuşmayı sürdürüyordu. Kalkıştan biraz sonra Sedat’ın gözleri, koltuk aralığından, iki sıra önde oturan uzun sarı saçlı kadına takıldı. Adlandıramadığı garip bir heyecan benliğini kapladı birden. Kadının güzelliğinin ruhunda yarattığı etkiden ziyade, göz pınarlarında oluşan damlacıkları üzüntü ve çaresizlikle silişinden müteessir oldu. Yanında oturan arkadaşının anlattıklarını dinler gözükerek, dikkatini kadının üzerinde yoğunlaştırdı. Kalbi hızlı hızlı atmaya başlamıştı. Bakışlarını kadının yandan görebildiği yüzünden alamıyordu.

Farklı bir güzelliği vardı. Birden aklına terminalde gördüğü o uzun boylu, yabancıya benzeyen platine saçlı kadın geldi. Gayri ihtiyari, nerede oturduğunu görebilmek için etrafına bakındı. Göremedi. Beyninde oluşan bir çağrışımla iki kadını mukayese etmek ihtiyacını duymuştu. Aslında müşterek hiç bir yanları yoktu. Kuşkusuz ikisi de çok güzel kadınlardı. Biri frenklerin “fam fatal” dedikleri cinsten, yakıcı ve yıkıcı ama kesinlikle erkek ruhunu derinliğine etkileyecek yanı olmayan, sadece cinsel arzuları çağrıştıran sıradan bir kişilik sembolü, diğeri ise insanda temiz ve ulvi duyguları coşturan, hatları bedii güzelliğin sınırlarını zorlayan, yumuşak munis ve şefkatle okşanma hissi yaratan iki ayrı tipin seçkin örnekleriydi. Neden böyle bir benzetme yaptığına kendi de şaştı. Gülümsedi genç adam. Pencere önündeki uzun sarı saçlı kadının iyice etkisinde kalmıştı galiba… “Hey, beni dinlemiyor musun? Yoksa anlattığım fıkrayı beğenmedin mi?” Sedat irkilerek arkadaşının yüzüne baktı. “Şey, affedersin” dedi. “Galiba biraz daldım.” Motorların yarattığı biteviye homurtu sürüyordu. Uçak rotasına girmiş, gereken irtifayı bulmuştu.

Kalkıştan on dakika sonra hostesler, önlerindeki servis arabasını iterek çay ve kek ikramına başlamışlardı. Dr. Sıtkı Başer, kimsenin kendisiyle ilgilenmediğine kanâat getirdikten sonra ceketinin iç cebinden çıkardığı kalınca bir zarfı, yanında oturan iri yarı adama uzattı. Şimdiye kadar tek kelime konuşmamışlardı. Adam zarfı çabucak aldı. Aceleyle açıp, içine bir göz attı. Bir süre zarftan çıkan fotoğrafa dikkatle baktı. Belli belirsiz homurdanırken “anladım” veya “tanıdım” dercesine başını salladı. Doktor rahatlamıştı; derin derin soludu. Hostesler çay servisi için onlara doğru yaklaşıyorlardı. İri yarı adam zarfı cebine indirirken fısıltı halinde: “Geç kaldın. Bir daha tekerrür etmesin. Ben işimde çok titizimdir” diye homurdandı. Doktor hiç sesini çıkarmadı. Yüzü korkudan sararmıştı.

“Tuvalete gitmeliyim” dedi platine saçlı kadın. Kel kafalı, kısa boylu adam donuk nazarlarını üzerine çevirip, dik dik baktı. “Kendini kontrol etmeyi hiç beceremeyeceksin” diye söylendi. Biraz fırlak olan gözlerinde küçümseyen bir ifade vardı. “Ne yapayım, elimde değil.” “Sık dişini, bir saat sonra otelde oluruz.” “Deli misin ayol? Bir saat nasıl dayanırım?” Adam kucağındaki dosyaya eğilip: “Hadi git öyleyse” diye mırıldandı. Kadın çantasını alıp, ayağa kalktı. Uçağın dar koridorunda salınarak yürürken bütün gözler üzerine çevrildi. Beğenilerek seyredilmenin verdiği hazla, biraz da kırıtarak, uçağın kuyruk kısmındaki tuvalete doğru yürümeye başladı. Kemal arkadaşını dürtüp: “Şu gelen pilice bak yahu” dedi. “Nasıl oldu da daha evvel gözümden kaçtı, anlamadım.” Sedat gülümsedi. Kadın yaklaşıyordu. Tam önlerinden geçerken gözlerini Sedat’a çevirip, manidar biçimde baktı.

Dudakları belli belirsiz kıvrılmıştı, sanki tebessüm eder gibi. Sedat’ın bakışları da çok kısa bir zaman için kadının gözlerine takıldı. İrkilmiş hatta biraz da şaşırmıştı genç adam. Kadın tuvalete doğru yanlarından geçip uzaklaşınca Kemal arkadaşının kolunu tuttu. ‘Yahu sen bu kadını tanıyor musun?” “Hayır” diye yanıtladı Sedat içtenlikle. “Numara yapma, baksana sana gülümsedi. Gözlerimle gördüm. Merak etme oğlum, arabana taş koymayız ama anlayalım, kimin nesi kimin fesi. Nerede tavladın?” “Vallahi tanımıyorum” diye ısrar etti Sedat. “Hadi oradan palavracı… Benden sır çıkmayacağını bilirsin. Konuş da anlayalım. Bu güzel hatun yengemiz mi olur?” “Dedim ya, tanımıyorum. İlk defa bu sabah terminalde gördüm; inan bana.” Kemal sırıttı. Arkadaşına inanmamıştı.

“Öyleyse hiç durma koş peşinden, baksana düpedüz sana pas verdi. Kaçırılacak bir fırsat değil. Kadın bir afet yahu…” İçinde garip bir sıkıntı hissetti genç gazeteci. Arkadaşının teşhisi doğruydu galiba. Sonra bu ihtimali aklından kovmaya çalıştı. O bir gazeteciydi, her gün gazetesinin spor sayfasında resmi çıkardı, vatandaşın suratına âşinâ olması çok doğaldı. Biraz da meşhur olmanın sonucuydu bu. Ama onun gibi bir kadın acaba futbolla ne kadar ilgilenir, gazetelerin spor sayfalarını ne ölçüde okurdu ki, kendisini resimlerinden tanımış olsun? Belki beni birine benzetmiştir diye düşündü. Lakin kadının dudaklarında belli belirsiz oluşan tebessüm, tanıdık birine verilen selâma benzemiyordu. Yoksa kadın, Kemal’in dediği gibi, kendisine pas mı vermişti? Beyni bir süre bu suale cevap aramakla meşgul oldu. Sonra anî bir çağrışımla gözleri iki sıra ötede oturan uzun sarı saçlı kadına takıldı. Kadın ağlamıyordu artık. Yine de yüzündeki o mahzun ifade kaybolmamıştı. Sedat, kadına baktıkça ruhunda hâsıl olan duygusal titreşimlere engel olamıyordu. İçinden “Ben toy bir aşık değilim, ilk görüşte aşka da inanmam” dedi, sonra arkadaşına dönüp, sohbete devam etmek istedi.

Acaba hangi konuda konuşuyorlardı, hatırlayamadı… Susmayı yeğledi. Nasıl olsa Kemal, ikisine de yetecek kadar gevezelik ederdi. Platin saçlı kadın tuvalete girince, telaşla içerden mandalı çevirip kapıyı kilitledi. Aslında tuvalet ihtiyacı yoktu. Klozetin üstüne oturup, titreyen parmaklarıyla çantasını açtı. Ufak bir bloknota acele acele bir şeyler karalamaya başladı. Yalnız kalınca yaşadığı korku tüm benliğini kaplamıştı. Başka çaresi yoktu. Bu son şansı olabilirdi… Uçağın sarsıntısından yazdıkları çok şekilsiz olmuştu. Yazdıklarını okudu, beğenmedi. Hiç bir anlamı olmayan, abuk subuk bir ifadeydi. Hele hadiselere yabancı birinin yazdıklarından bir anlam çıkarması olanaksızdı. Kâğıdı yırtıp, klozetin içine attı. Yenisini yazmaya başladı. Dışarıda biri kapıyı tıkırdatıyordu.

“Lanet olsun, burada bile rahat yok” diye homurdandı ama oralı olmadı, yazmaya devam etti. Son şansını elinden geldiği kadar iyi kullanmalıydı. Tekrar tekrar okudu yazdığı notu. İnşallah bir yararı olurdu. Dışarıdaki kişi ısrarla tıkırdatıyordu kapıyı. Kadın, ufak bloknot yaprağını avucunun içinde sıkı sıkıya kavradı. İşin zor faslı şimdi başlıyacaktı. Kapıyı açıp, dışarı çıktı. Kapı önünde, kucağındaki üç dört yaşındaki bir bebekle bekleyen hanım yolcu, kadına kötü kötü baktı. Platine saçlı kadın, kendini toparlamaya çalıştı; sonra koridor boyunca o ahenkli yürüyüşüyle ilerledi. Bu işi başarmalıydı. Belki de ömründe ilk kez, herkesin bakışlarının üstünde toplanmasından şikâyetçi oldu. Yapacağını kimsenin fark etmemesi lâzımdı. Özellikle de arkalarda oturan o iri yarı adamın… Uçağa girer girmez onu görmüştü. Onu iyi tanırdı.

Ve de çok korkardı. Çünkü adam birinci sınıf kiralık katildi. Hem de uluslar arası… Ne yazık ki üç sene metresliğini yapmış ve elinden zor kurtulmuştu. www.cizgiliforum.com Kadın sarsak adımlarla yürümeye devam etti. İri yarı adamın gözleri kadına çevrildi. Kökleri maziden gelen bir hırs ve ihtirasla onu takip ediyordu. Giyimi, kuşamı, saçının rengi ve biçimi değişmişti ama Nazan, hep o Nazan’dı. İblisin ortağı, kahpe Nazan. Anıları canlandı birden Onu tanıdığında körpecik bir kızdı. Ama sonraları hayatına giren en ateşli kadın olmuştu. Onunla geçirdiği üç yılın mutluluğunu hiç bir kadın verememişti bir daha. Onu bırakmamalıydım diye hayıflandı. Çok yalvarıp yakarmıştı kız, “zengin birini buldum, evleneceğim” diye.

O da kabul etmişti. En adî orospu bile olsa, her kadın önünde sonunda evlenmeyi hayal ederdi. O ise evlenip, bir aile hayatı kuramazdı. İşi buna elvermiyordu. Evlenmeyi düşünse mutlaka Nazan’ı karı olarak alırdı. Hatta bu düşüncesi bu gün için bile geçerliydi. Ama o yalnız yaşamaya mahkûm bir adamdı. Onun mesleği evliliğe, çoluk çocuğa karışmaya gelmezdi. Kadının arkasından bakakaldı. Acaba kendisini görmüş müydü? Kim bilir belki de… Görse bile görmezliğe geleceğinden emindi. Nazan katı ve hissiz bir kızdı. Sevmeyi asla bilmezdi. Dini, imanı paraydı. Sadece paraya tapardı o… Bir yılan gibi kıvrak vücudunu, bembeyaz tenini anımsadı. Yataktaki cevvaliyeti, hareketliliği, çıldırtırdı adamı.

Doymak bilmezdi. Hele bir çıkarı ve menfaati oldu mu, seviştiği erkeği arzunun doruklarında dolaştırmayı çok iyi becerirdi… Onu öldüresiye dövdüğü geceyi hatırladı. Bir arkadaşının koynundan çekip çıkarmıştı. Bu da Nazan’ın sonu olmuştu zaten. O gece çırılçıplak kapının önüne koyuvermişti… Biraz daha kilo almış, daha bir olgun hâle gelmişti kadın. Şimdi, gençlik yıllarına göre çok daha çekiciydi. İri yarı adam içini çekti. Düşündükçe ateş basıyordu. Bir ay sonra yalvararak kapısına gelen Nazan’ı affetmiş, onu bağışlamıştı. Merhametinden değildi bu. Sadece teninin yakıcı sıcaklığına, derisine, etine duyduğu hasrettendi… Sonra olaylar birbirini kovalamış, iş için İtalya’ya gitmişti. Nazan’dan uzak kaldığı iki ay içinde, orada bir İtalyan kadınla tanışmış, hayatına yeni bir renk ve hareket gelmişti. O zaman zarfında Nazan’ın uslu durmadığından da emindi ama fazla üstüne düşmemişti, hayatındaki yeni İtalyan kadın tüm ihtiyaçlarına cevap veriyordu. Dönüşte kadını Türkiye’ye beraberinde getirmişti. Nazan’ın ise hiç bir itirazı olmamıştı buna.

Bazen ikisiyle birlikte yatağa girdiği bile olmuştu. Sonraları Nazan, zengin birisini bulduğunu söyleyerek evlenmek istediğini bildirmiş, o da rıza göstermişti. Şimdi hata ettiğini anlıyordu adam. Birden deli gibi onu arzuladığını fark etti… Tıpkı iyi cins bir şarap gibi, geçen yıllar onu daha da mükemmelleştirmişti… Platine saçlı kadın tam spor muhabirlerinin önünden geçerken tökezlendi. Sedat yerinden fırlayıp tutmasa, düşecekti. Kadın tam bir hanımefendi edasıyla teşekkür etti. Genç adam yere düşen çantayı alıp, kadına teslim ederken Nazan’ın dudaklarında ölçülü bir tebessüm belirdi. O ana kadar her şey olağandı. Basit bir ayak sürçmesi. Hareketli bir vasıtanın içinde, herkesin başına gelebilecek sıradan bir kaza. Ama Sedat, çantayı kadına teslim ederken Nazan’ın sıcak ve yumuşak teninin eline normalden fazla değdiğini ve uzun parmaklarının ustalıkla kıvrılarak avucuna bir kağıt sıkıştırdığını hayretle fark etti. Gerçekten şaşırmıştı. Bozuntuya vermedi. Ama kadının bu davranışı hoşuna gitmemişti. Kadının ikinci kere teşekkür etmesine, bir kaşını kaldırarak soğuk bir şekilde mukabele etti.

Kadınların bu tür yakınlık göstermelerinden hazzetmezdi, hele evli bir kadının muhtemel bir randevu talebinden. Yanılmamıştı, kadın giyim kuşamından, boyalı frapan saçlarından da belli olduğu gibi hafif ve hoppa bir yaratıktı. Yerine otururken, avucundaki kâğıdı, kimseye çaktırmadan, ceketinin yan cebine soktu. İçinden de “İnşallah Kemal görmemiştir” diye dua etti. Yoksa arkadaşı “Ben sana demedim mi?” diye yeniden lâf atmaya başlıyacaktı. Yerine oturunca yan gözle Kemal’e baktı. Sırıtıyordu arkadaşı… Uçak, Esenboğa hava alanına tam zamanında indi. Ankara’da İstanbul’un aksine, insana kasvet veren, kapalı ve sıkıcı bir hava vardı. Yağış olmamakla beraber, kuzeydoğudan yaklaşan koyu gri, kesif bulutlar göğü kaplamıştı. Yağmur yaklaşıyordu. Sedat, uçağın merdivenlerinden inerken dondurucu rüzgâr iliklerine kadar işledi. Üzerindeki trençkot ince gelmişti; keşke daha kalın bir şey giyseydim diye hayıflandı. Kemal’le beraber şehre taksi yerine, Hava Yolları’nın otobüsüyle gitmeyi tercih ettiler.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir