Osman Aysu – Fidye

Başı kasketli, yüzündeki sakal en azından beş günlük olan tıknaz adam, deponun kilidini açarak yanındakinin içeriye girmesi için demirkapıyı itti. “işte, burası. Gir, bak bakalım, işine yarar mı?” Tıknaz adamın yanındaki sert ve asık suratlı yaşı otuz beş civarındaki adam sessizce depo görünümlü yere girdi. Her taraf toz toprak içindeydi. Uzun zamandan beri boş tutulduğu hemen belli oluyordu, içerisi boş sayılırdı. Sadece bir köşede unutulmuş hissi veren boş çuvallarla, birkaç mukavva kutu vardı.Adam alıcı gözüyle içeriyi bir taradı. Soğuk ve ifadesiz çehresinden beğenip beğenmediği hususu pek anlaşılmıyordu. Deponun tam orta yerine kadar ilerledi. Sonra başını kaldırıp tavana yakın yerdeki ensiz iki pencereye baktı. Öğle vakti olmasına rağmen gün ışığının içeriye sızan aydınlığı etrafın yeterince seçilmesine yetmiyordu. Kalın ve tok sesiyle sordu. ‘Buranın elektriği yok mu ulan?” “Olmaz olur mu abi? Var tabii.


” “Yaksana şu mereti.” Kasketli olanı bir koşu kapının yanına giderek elektrik düğmesini çevirdi. Tavana asılı, kısa kordonlu, çıplak ve tozlu ampul yandı, ama etraf yine de yeterince aydınlanmamıştı. Hasıl olan sarı ve yetersiz ışık, sıvaları dökülmüş, zemini rutubetten yer yer yeşil yosunumsu küf bağlamış depoda gölgeler yarattı. Kasketli olanı bir koşu kapının yanına giderek elektrik düğmesini çevirdi. Tavana asılı, kısa kordonlu, çıplak ve tozlu ampul yandı, ama etraf yine de yeterince aydınlanmamıştı. Hasıl olan sarı ve yetersiz ışık, sıvaları dökülmüş, zemini rutubetten yer yer yeşil yosunumsu küf bağlamış depoda gölgeler yarattı. Kasketli olanı arkadaşına yaklaşıp uzamış sakalını kaşırken endişeli birşekilde homurdandı. “Nasıl abi, yeterli mi? işimize yarar mı?” Öteki bir süre soruyu duymamış gibi deponun içini kuşkulu bir ifadeyle arşınlamaya devam etti. “Ulan Ökkeş, bu boktan yeri de nereden buldunuz? Buraya hayvan bağlasanız durmaz be! Bir de beğendin mi diye, soruyorsun?” Diğeri omuzlarını silkti. “Abi bundan iyisi can sağlığı. Ne olacak, kaç gün sürer ki bu iş?” Sert bakışlı olanı dondurucu bir nazar attı arkadaşına. Ökkeş huzursuz oldu. Tilki Sedat’ı pek kızdırmaya gelmeyeceğini deneyimleriyle bilirdi. Hemen alttan aldı. “Hasanın aklına geldi abi. Babasından kalma.

” “Fevzi emminin mi?” “Evet abi.” “Hiç bilmiyordum. Ulan Fevzi emmi’öleli çok oldu.” “Doğrudur abi, çok oldu.” Ful w “Eee, bizim deyyus nasıl oldu da burayı şimdiye kadar satmadı? Benim bildiğim Hasan, bu güne kadar beklemezdi.” “Doğru dersin de, kardeşlen buranın satılmasını istemiyorlar, direndiler. Özellikle kız kardeşinin kocası burada iş yapmak istiyormuş. Hatta Hasan’la küçük kardeşine de ortaklık teklif etmiş ama bilirsin, Hasan öyle işlere pek yatkın değildir.” Sedat, Ökkeş’in anlattığı hikâyeye aldırmaz görünüyordu. “Fevzi emminin diğer çocukları ne tarafta oturuyorlar, buraya yakın mı?” “Yok be abi. Tüm aile öteki yakadalar, Sangazi’de. Emmi’nin vefatından sonra topluca oraya göç ettiler, işin aslına bakılırsa Hasan eniştesine bir şey koklatmak istemiyor, anlarsın ya babasının mirasını ele güne kaptırmak istemez o.” Tilki Sedat burun kıvırdı. “Burası bize yaramaz Ökkeş, gözüm tutmadı.” “Yapma abi, sen bilirsin ama ben yine de bir kere daha düşünmeni öneririm.

Bu depo biçilmiş kaftan. Taş atıp da kolumuz mu yorulacak. Ayrıca burası Hasan’ın mülkü sayılır, giriş çıkışı kimsenin dikkatini çekmez. Tehlikesiz.” Sedat birden hatırlamış gibi sordu. “Nerede o hergele? Neden gelmedi?” “Gelecek abi, gelecek. Gönlünü ferah tut. On dakikaya kadar burada olur. Bilirsin, sözünün eri insandır, gelirim dediyse mutlaka gelir.” “Onu korumaya çalışma Ökkeş. Garanti şimdi Arnavut’un kahvesinde barbut atıyordur, hileli zarlarıyla. Partiyi bırakamamıştır. Onu senden iyi tanırım.” “Yok be abi, günahını alma. Anam hasta dedi, galiba onu hastaneye götürecekmiş bu sabah.

” “Sen de yedin bu numarayı, ha? Mutlaka soyulacak yeni bir kaz bulmuştur.” Tam o sırada aralık kapının ağzından bir ses yükseldi. “Ne olacak bir defa insanın namı çıkmasın. Güvendiğimiz ahilerimiz bile günahımızı alırlar. Yok be Sedat abi, yalansa gözüm çıksın, bizim valide rahatsızdı. Hastane çıkışı anamı bizim Meşkü-re’ye bırakıp buraya koştum doğru. Bak, yetiştim işte sizlere.” Sedat kafasını çevirip Hasana bakmadı bile. Umursamaz bir eda ile boş depoyu inceliyormuş gibi görünmeye devam etti. Hasan ise yılışık bir edayla yaklaşıp Hasan’ın yanında durdu. “Nasıl abi, beğendin mi? işe yarar mı?” Tilki cevap vermek gereğini bile duymadı. “Burası dört dörtlük bir yerdir abi. Tam isteğine uygun. Evvel Allah çevrede tanınırız, rahmetlinin iyi bir şöhreti vardı, bilirsin saygın bir kişiydi. Ehh, bizim de sözümüz geçer yani, anlarsın ya.

” “Kes tatavayı!” diye bağırdı Tilki. Sesi boş depoda yankılanmıştı. Hasan hemen sustu, ikisi de, elleri cebinde, kararsız adımlarla deponun rutubetli beton zeminini arşınlayan Sedat’a baktılar. Israr etmemenin en hayırlı çare olduğunu biliyorlardı. Az sonra Ökkeş biraz daha cesaretlenerek mırıldandı. “Abi burası iyidir. Bu çevrede bundan âlâsını bulamayız. Hem söylediklerine bakılırsa yükü buraya atmamız çok kolay olur, ister gece, ister gündüz. Daha ne düşünüyorsun?” Sedat birden Hasan’a döndü. “Ne kadardır burası boş?” “Üç buçuk senedir abi. Pederin vefatından beri.” “Onu duydum. Tutmak isteyen çıkmadı mı hiç? Çevre ilgisiz mi?” Hasan kuşkuyla Ökkeş’e bir nazar attı. “Hiç ilgisiz olur mu abi? Her halde Ökkeş sana anlatmıştır, bizim enişte…” “Tamam tamam, o faslı geç. Onu duydum.

Çevreden burayı tutmak isteyen çıkmıyor mu hiç bunca zamandır?” “Çıkmasına çıkıyor ama ben hayır diyorum.” “Ya buradaki hareket komşuların dikkatini çekerse?” Hasan kuşkulu bir şekilde ilk defa Tılkı’ye baktı. Kekeleyerek sordu. “Bize en fazla üç gün demiştin abicim, yoksa yanlış mı anladık?” “Evet, öyle.” “O zaman sorun yok demektir abi. Ben buradayken kimse içeri giremez. Bize Balatlı Hasan demişler, artık bir ayağımız burada olmasa da eski namımız yeter. Buralar hâlâ benden sorulur abi, o kadar da hafife alma bizi yani.” Tilki pis pis Hasan’a baktı. Her şeye rağmen bu sitemin altında bir hakikat payı olduğunu biliyordu. Balat yöresinin namlı kabadayılarından biriydi Hasan, ama tamamen lokal, adı sanı daha geniş çevrede fazla duyulmamış, tipik bir sokak serserisi. Aslında her ikisi de yaşça kendisinden büyük olmalıydılar veya akrandılar ama Tilki Sedat’ın haklı şöhreti ve namının bir zamanlar tüm ulusça tanılan ünlü bir mafya babasının sağ kolu mertebesine eriştikten sonra karşısında ceketlerinin önünü ilikleyip, “abi” diye hitap etmelerine yol açmıştı. O dünya da bükülemeyen bilek öpülürdü. Sedat düşünür gibi yapmaya devam etti. Pek de fena sayılmazdı depo.

Planı için işe yarar gibi görünüyordu. Tek sorun fazla işlek bir yerde olmasıydı. Buranın semt halkının fazla meraklı olduğunu bilirdi, ne de olsa bir zamanlar kendisi de bu yörede yaşamış, ilk ününü buralarda kazanmıştı. Hele üç buçuk yıldır metruk sayılan bir yerdeki hareketlilik hemen dikkat çekebilirdi. Ne var ki, Ökkeş’in haklı olduğu cihet de buydu; kimse Hasan’a kendi mülkünde ne aradığını soramazdı velev ki giriş çıkışları görülse bile. Sedat kararını vermişti ama hemen onayladığını açığa vurmadı. “Bakalım” diye homurdandı. “Henüz vaktimiz var. Kısa bir araştırma daha yapacağım, neticeyi bir iki gün içinde size bildiririm. Uyanık olun ve etrafta fazla görünmeyin.” ikisi birden, “Emrin olur, abi” diye tam bir teslimiyet içinde saygıyla fısıldadılar. Ne de olsa ünlü mafya lideri Kör Behzat’ın sağ kolu olan Sedat’ın emrine giriyorlardı. Tilki onların çocukluk arkadaşıydı ama geçen yıllar Sedat’a hayal edemeyecekleri kadar bir ün sağlamıştı. Burnunun büyümesini, etrafa korku salmasını anlayış ve takdirle karşılıyorlardı. Ocak ayının ikinci haftasıydı.

Sedat depodan çıkınca dışarıda parlayan güneşin etkisiyle gözlerini kırpıştırdı. Ceketinin üst cebinden çıkardığı güneş gözlüğünü hemen taktı. Eski arkadaşlarıyla kısa bir vedalaşmadan sonra az ileriye bıraktığı arabasına yürüdü. Hasan ve Ökkeş saygıda kusur etmemek ve onu selametlemek için arkasından ilerlemişlerdi. Eliyle bu kadar merasim yeter, dercesine gitmelerini isteyen bir jest yaptı, sonra arabasına bindi. Bir an önce buradan uzaklaşmak istiyordu. Balat doğup büyüdüğü, çocukluk ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği yerdi. Buradan nefret ediyordu artık, zaman içinde kötü şöhreti arttıkça sınıf atlamış, daha mutena semtlere göç etmişti ama hayatını etkileyen ve bu yola düşmesini sağlayan tüm kötülüklerle burada tanışmıştı. Zaman zaman hayatının muhasebesini yaptığın da semtin gidişatına ne denli etkili olduğunu kavrayacak kadar zekiydi. Arabasını gazladı. Unkapanı Köprüsünden sürüp Şişhane’ye doğru sürdü. Öğle saatlerinde trafik oldukça rahattı. Cebinden telefonunu çıkarıp özel bir numarayı aradı. Kalın sesli bir kadın cevap vermişti. “Evet?” “Geliyorum.

Seni görmem lâzım.” “Şimdi, bu saatte mi?” “Bu saatin nesi varmış ki?” Sesi sert, kızgın ve haşindi. Hattın öbür ucundaki kadın adamın sinirlendiğini anlamış gibi hemen yumuşadı. “Maniküre, pediküre filan gidecektim hayatım. Berber de randevum vardı da.” “Başlatma şimdi randevundan. On dakika sonra oradayım.” Telefonu hışımla kapattı. Ara yolları kullanarak Tünelin arka sokaklanndaki eski bir apartmanın önünde durdu. Sararmış beyaz mermerlerin döşendiği köhne antreye daldı. Daha içeriye girer girmez eski Ermeni mimarların yaptığı asırlık binanın loş ve yarı karanlık antresindeki yerleşmiş koku, ona az evvel ayrıldığı deponun küfünü hatırlattı. Aynı kokuyu orada da hissetmişti. Bir an kalbinin hızlı hızlı attığını hissetti. Cebinde evin anahtarı olduğu halde üçüncü kattaki dairenin zilini çaldı. Kapı hemen açılmıştı.

Eşikte otuz yaşlarında bir kadın belirmişti; belki otuz yaşında bile değildi ama yıpranmış bir hayatın aksettiği yüzünde olduğundan daha yaşlı bir ifade taşıyordu. Kötü bir sarıya boyanmış saçları dağınık, yüzü dün geceden kalma ve yeterince iyi temizlenmemiş makyaj izleri taşıyordu. Çekingen bir edayla baktı Tilki Sedat’ın yüzüne. Sinirlendiği zaman ne denli kaba ve hoyrat olduğunu çok iyi bilirdi. Alttan almaktan başka seçeneği yoktu. “Hoş geldin” diyebildi titrek bir sesle. “Bu hal ne ulan? Nedir bu surat?” Ürkmüştü kadın. “Geleceğini bilseydim daha erken kalkar hazırlanırdım ama…” Tilki ters ters kadını süzüyordu. “Sana kaç kere, öğlelere kadar uyuma demedim mi? Mutlaka, yataktan şimdi kalkmışsındır. Saatten haberin var mı?” “Ne yapayım? Geceleri yalnızlıktan sıkılıyorum, gözüme uyku girmiyor. Sabahlara kadar dudu kuşları gibi evin içinde dolaşıp duruyorum; çoğu zaman iki buçuk üçe doğru ancak uyuyabiliyorum. Kitaplar, televizyonlar bıktım artık bu hayattan. Ben de biraz insan içine karışmak, daha canlı, neşeli yaşamak istiyorum.” Tilki sert bir hareketle kadını kolundan kavradı, paralayacak gibi gözlerinin içine baktı. “Kes dırdırlanmayı.

Gına geldi bu şikâyetlerinden karı. Seni çirkef çukurundan çıkarıp adam gibi yaşamanı sağladım. Neyin eksik? Bir elin yağda, bir elin balda kaltak. Daha ne bok yemeği istiyorsun? Yine orospuluğa mı dönmek niyetin? Dilersen kıçına tekmeyi vurup seni o çukurun içine atabilirim. ” Kadın korkuyla sustu. Bu gün Sedat çok sinirli görünüyordu. Hemen taktik değiştirdi. Aslında suyuna giderse onu idare etmek her zaman kolay olmuştu. Gevşemeye çalıştı. “Ne oldu aslanım? Bu gün çok sinirlisin? Biliyorum, sorunlarını benle paylaşmazsın ama seni üzen bir şey olmuş. Bir kadeh içki hazırlayım mı sana?” Kadının kolunu bırakan Tilki, “istemem” diye homurdandı. “Düzüşmek istiyorum.” Bu istek hiç de şaşırtmamıştı kadını. Zaten başka hangi amaçla gelirdi ki yanına? Bir buçuk yıldır tam bir esaret hayatı yaşıyordu bu köhne apartmanda. Tam bir seks kölesi haline dönüşmüştü.

Kadın önde, Tilki arkada yatak odasına yürüdüler. Kadın isteksizliğini belli etmeden üstündekileri çıkarıp yatağa uzandı. Sedat’ta çabucak soyunup yatağa girdi. Beş dakika içinde boşalıp nefes nefese şilteye sırtüstü düşmüştü. Gerginliğini atabilmesi için buna ihtiyacı vardı, aksi halde hırsını önüne çıkanın canını yakarak, döverek, söverek hafifletebilirdi. ikisi de konuşmadan yatıyorlardı. Adam gözlerini tavandaki bir noktaya dikmiş öylece kalmıştı. Mine için ise değişen bir şey yoktu. Yastığın üzerinde başını çevirip yanında uzanan adama baktı. Bir buçuk senede onu yeterince tanıdığını düşünüyordu; biraz rahatladığını düşündü ama yeterince değildi, onun aklını kurcalayan önemli bir mesele olmalıydı. Elini uzatıp göğsünün kıllarıyla oynamaya başladı. Sonra fısıldadı. “Yorgunluğun üzerine bir sigara yakmaz mısın?” Sedat homurdandı. “Kalk, getir bir tane. Kendine de yak.

” Mine yerinden fırladı. Acaba çenesi düşüp konuşacak mı, diye meraklandı. Kadın adamın ceketinin cebinden çıkardığı paketten iki sigara çıkararak yaktı. Birini ona uzattı, diğerinden de derin bir nefes çekti. Sonra usulca, bir kedi yumuşaklığı içinde yanına süzüldü. Sedat’ın üstüne varmaya gelmezdi, ısrarının bir netice vermeyeceğini bildiği için sustu, onun konuşmasını bekledi. Nitekim sigarasını yarıladığın da Sedat sakin bir sesle mırıldandı. “Muzo” dedi. “Bir zamanlar ana okulunda, hani yuva denen yerlerde çocuklara bakıcılık yaptığını söylemiştin bana, doğru muydu o?” Mine’nin gerçek adı Muzaffer’di. Sedat zaman zaman kendisine gerçek adını kısaltarak Muzo derdi, fakat kadını asıl şaşırtan şey sorduğu sualdi. Böyle sinirli ve gergin olduğu bir sırada yıllar önce yaptığı bir işi sorması çok garipti, nereden aklına gelmişti şimdi bu konu? ilgiyle adamı süzdü. “Doğruydu tabii” diye mırıldandı. “Ama yıllar önceydi. Daha o zamanlar on sekiz, on dokuz yaşında filandım. Neden sordun?” “Hiç aklıma geldi birden.

Ne kadar çalışmıştın o yuvada?” Mine’nin şaşkınlığı daha da artmıştı. “Hatırlayamıyorum şimdi, aradan çok uzun zaman geçti. Sekiz ay veya bir sene kadar olabilir.” “Neden ayrılmıştın peki?” Kadın dudaklarını büzdü. “Bunu öğrenmen şart mı?” “Bilmek istiyorum.” “O sıralar Cem’e hâmile kalmıştım. Evli değildim, bilirsin, öyle yer yöneticilerinin bu durumlara pek müsamahaları yoktur.” Sedat sakince mırıldandı. “Anlıyorum. Peki memnun muydun işinden?” Mine dayanamadı. “Kuzum niye soruyorsun bu sualleri? Ne ilgisi var şimdi bunların?” diye homurdandı. “Sen soruma cevap ver.” Kadın omuzlarını ilgisizce silkti. “Ne bileyim, zararsız bir işti. Parası azdı ama o zamanlar ben de toy bir kızdım, oyalanıyordum işte.

” “O kadar çocukla ilgilenmek pek kolay olmasa gerek, değil mi?” Mine iyiden iyiye huylanmıştı; Sedat az konuşan biriydi, hele böylesine onu hiç ilgilendirmeyen bir konuda sorular sorması görülmüş şey değildi. “Ne o? Yoksa yuva açmayı mı düşünüyorsun? Bunca sorunun altında bu mu yatıyor?” Tilki Sedat eve girdiğinden beri ilk defa gülmüştü. Hem de kahkahayla. “Neden olmasın?” diye mırıldandı. Mine şaşkınlıkla adama bir daha baktı. Senelerce düşünse böyle bir olasılık aklının köşesinden bile geçmezdi. Ünlü kabadayı Tilki Sedat, çocuklar için yuva açacaktı ha! Her halde kendisiyle alay ediyordu. Ökkeş aslen Adanalıydı, Hasan ve Sedat gibi Balat’tan çıkma değildi. Tilki Sedat arabasına binip uzaklaşınca Ökkeş, emanet aldığı deponun anahtarını kilidi kapatarak arkadaşına uzattı. “Al oğlum şu anahtarı. Yine beni Tilkiye rezil ettin. Yemedi numaranı, yok annem hastaymış, yok hastaneye götürecekmişim. Ulan, o senin ruhunu okur be!” “Okursa okur, ne yapalım yani? Ölüm yok ya ucunda. Hem buradan iyi yeri nerede bulacak? Sen bakma onun afrasına tafrasına, depoya bayıldı. Aklı gitti.

” “Atma oğlum Hasan. Ne dediğini duydun, düşünmeliyim diye homurdandı. Sanırım pek beğenmedi.” “Bakma sen ona. Çocukluğundan beri tanırım. Her zaman hava atardı. Şimdi burnu büyüdü tabii. Eee namlı adam oldu, boru mu? Kör Behzat’ın sağ kolu.” “Kıskanıyor musun, ulan?” Hasan boş verirmiş gibi omuzlarını silkti. “Nesini kıskanacağım Adanalı? Zaten soysuz olduğunu hep bilirdim, insanoğlu çiğ süt emmiştir, biraz burnu büyüyünce, geçmişini unutur, böyle havalara girer. Görmüyor musun, jkimizi de nasıl küçümsüyor, adam yerine koymuyor. Üçdörtsenee.»dine kadar peşimizden ayrılmazdı sümsük. Tanrı bir kere kuluna, yürü yağ kulum demesin, işte, sonucu. Galata’da ki o arbede olmasa yine aramızda süt dökmüş kedi gibi dolaşırdı.

” “Ulan Hasan! Oğlanı çekemiyorsun anam avradım olsun. Boşuna bok atma çocuğa. Hiç de hayırsız çıkmadı. Bak, ilk fırsatta bizi himayeye kalkıştı. O olmasa bu teklifi bok alırdın. Ne sanıyorsun?” Hasan da homurdandı. “O kadar emin olma daha. O ibneyi senden iyi tanırım. Pek güvenilmez.” “Höst, höstulan! Ağzından çıkanı kulakların duysun. Nankör herif. Hani bunca yıllık arkadaşım olmasan, basardım yüzüne şamarı.” “Ne kızıyorsun be! Daha ne biliyoruz ki? Ne anlattı ki bize?” “Ulan insafsız, daha ne olsun! Üç beş günlük bir iş için rüyanda bile göremeyeceğin para teklif ediyor. Ömründe o kadar parayı bir arada gördün mü hiç?” “Ağır ol Adanalı. Lâf başka, fiiliyat başka.

Verecek mi bakalım? Hemen her işittiğine kanma öyle.” Ökkeş ters ters arkadaşına baktı. “Tilki’yi ben de on senedir tanırım. Tamam son zamanlar da biraz havalandı, ama bu onun hakkı da. Adam artık bizim gibi semt kabadayısı değil ulan, namlı, şöhretli biri oldu. Salâvatsız yanına çıkamayacağımız kimselerin himayesinde. Selâm bile vermese gocunmam.” “Ulan, yağcı köpek! Asıl sen paranın kokusunu alır almaz hemen huyun değişti. Neredeyse ayaklarına kapanacaksın Tilki’nin. Ona boşuna Tilki dememişler, tanımaz mıyım, gerekirse anasını bile satar o. Daha pek emin olma.” “Ayıp ayıp! Eski bir arkadaşın aleyhine bu denli çirkin konuşmaman lâzım.” “Bak Ökkeş, ben elimde parayı peşin görmedikçe ona inanmam.” “O halde ne bok yemeye hemen depoyu vermeye kalktın, ha?” Hasan yine ilgisiz görünmeye çalışarak söylendi. “Teklif, tekliftir.

Depoyu göstermekle bir şey kaybetmedik ya.” “Ne yani? Sedat onaylarsa, ben bu işte yokum mu diyeceksin?” Hasan kasılarak Ökkeş’e baktı. “Düşüneceğim elbette. ” “Yani kendini ağıra satacaksın, öyle mi?” “Aptallık etme Ökkeş. O boş kafanı biraz çalıştır. Vaat ettiği para hiç kuşkusuz ki güzel, ama artık o burnu kaf dağında bir herif, bize ihtiyacı yok. Teklifin ucunda nasıl bir bit yeniği olduğunu bilmiyoruz. Artık onun kıratındaki herifin eski çocukluk arkadaşlarına ihtiyacı yok, niye bizi arıyor ki? Geçmişin hatırına mı?” “Seni hiç anlamıyorum ulan. Kör müsün, çocuk bize güveniyor. Ben on yıllık, sense otuz yıllık dostusun. Bizden iyisini nerede bulacak?” “Tam bir dangalaksın be Ökkeş. Kafan hiç basmıyor. Herifin elinde tonla imkân var. Para desen gani, emrinde adam desen o da bol. Niye bizi seçsin ki?” Ökkeş’in ilk defa biraz aklı karışır gibi olmuştu.

Bir süre arkadaşının yanında konuşmadan sessiz adımlarla yürüdü. Bu iddiada hakikat payı var gibi geldi Adanalıya. Sonra, “Peki ne yapacağız şimdi?” diye sordu. “Hiç. Bekleyeceğiz. Bakalım Tilki Beyefendi eski mahallesine dönecek mi? Bizlere tenezzül edecek mi? Yakında anlarız.” Tilki Sedat’ın gri Opel’i Levent’te ki sokağa sapınca hızını kesti, yavaşladı. Sonra sağda bulduğu ufak bir aralığa park etti. Motoru stop etti ama arabadan inmedi. Dikkati çekmemek için de cebinden koyu güneş gözlüğünü çıkararak taktı, iyi dikilmiş deve tüyü rengi paltosunun da yakalarını kaldırdı. Gözlerini az ilerdeki Bebe Çocuk Yuvası’nın girişine dikti. Buraya dördüncü gelişiydi. Israrla kapı önünde bekleşenleri inceliyordu. Bir yığın hususi araba ve çocukları evlerine taşıyan ufak minibüsler duruyordu sokakta. Artık gele gide birbirleriyle dost olan minibüs şoförleri lâflaşıyorlardı.

Bazı anneler özel arabalarının içinde çocukların dağılmasını bekliyorlardı. Saat beşe yirmi vardı. Paydos saat tam beşte oluyordu. Tilki Sedat bunu daha önceki gelişlerinde öğrenmişti. Gözü 34-HLY-21 plakalı minibüse yöneldi. Baştan üçüncü arabaydı. Her iki yanına yuva’nın kitaplara eğilmiş biri kız biri oğlan başlı amblemi işlenmişti. Şoförü elli beş yaşlarında, ak saçlı, babacan bir adamdı. Nedense, diğer şoförlerle fazla konuşmuyor, ya arabanın içinde oturuyor, ya da çıkış kapısının önüne dikilip bebelerin dağılmasını bekliyordu. Şimdiye kadar her şey yolunda gitmişti. Eğer fevkalâde bir aksilik olmazsa planı bundan sonra da mükemmel işleyecekti. Keyifle sırıttı Tilki. Kendini daima üstün nitelikli biri olarak görürdü, âdeta bir deha. Yaşama kötü bir başlangıç yapmıştı, iradesi ve aklı dışındaki bazı olgular, başlangıçta onu hiç de istemediği hayatın zorluklarına sürüklenmesine yol açmıştı ama o her müşkülâtı olağanüstü cesareti ve çok güvendiği zekâsı ile yendiğine inanırdı. Körler dünyasında dört göze sahip biri gibi görürdü kendini.

Her ne kadar başarıya ulaşması biraz zaman aldıysa da şimdi önünde parlak ve çok şey vaat eden bir gelecek tasarlıyordu. Tek inandığı şey emir altında yaşayamayacağı gerçeğiydi. Doğuştan özgür hissediyordu kendini. Tabii, hayallerini gerçekleştirmek için bazı fedâkârlıklara katlanması çok doğaldı, nitekim katlanmıştı da. Kör Behzat adlı mafya liderinin hizmetine girmesi de planlarının bir aşamasıydı ama artık ondan ayrılmanın zamanı gelmişti. Daha doğru bir ifadeyle gürültüsüz patırtısız, ihtilafsız bir şekilde kopmuştu ondan. Derin bir nefes aldı. Artık çok özlediği bağımsızlığına kavuşmuştu. Yaşamına yeni bir yön verecekti. Bundan böyle namı ün salacak, önünde uzanan yeni ufuklara doğru koşacaktı. Yirmi dakika çabuk geçti. Az sonra yuva’nın önü ufak bebeklerin cıvıltısıyla hareketlenip şenlendi. Hafif bir kaynaşma oldu. Çocuklarını almaya gelen birkaç anne arabalarından çıktı, taşıyıcı minibüslerin şoförleri buldukları çocukları arabaya itina ile yerleştirmeye başladılar. Tilki Sedat dikkat kesilmişti.

Oturduğu yerden aradığı çocuğu görmeye çalışıyordu. Az sonra gördü de. Kartal keskinliğindeki gözleri beş yaşlarında ki ufak bir çocuğun üzerinde odaklandı. Yüzünde hafif bir nefret ifadesi oluştu. Sarı saçlı, hafif tombalak, güler yüzlü bir oğlandı hedeflediği çocuk. Başında kocaman kafasına dar geldiği hissi veren bir beyzbol kepi,ufak bir anoıağı, elinde de sırt askılı bir çanta taşıyordu. Diğer arkadaşları gibi o da koşuyordu. Çıkış kapısının önünde lacivert üniformalı bir eğitmen duruyordu. Hem çocukların birbirleriyle dalaşmasını önlemeye çalışıyor, hem de arabalarına doğru göndermeye gayret ediyordu. Ak saçlı şoför, küçük çocuğu eğitmenden aldı, itina ile minibüsün içine yerleştirdi. Oğlan arabanın içindeki yerine oturup, diğer arkadaşlarının da binmesini bekledi. Bu arada Sedat’da Opel’in motorunu çalıştırdı. Takip edecekleri güzergâh oldukça yakın ve kısaydı. Sadece birkaç sokak ilerisi.Tilki Sedat’ın gözlerindeki ifade değişti birden.

Keskin hatlı, ince dudakları sevinçle gerildi. Çok yakında bu çocuk hayatının gidişatını değiştirecekti.Çocuğun adı Alp Keskin’di.Ünlü sanayici Emre Keskin’in tek oğlu… Genç kadın yatağın içinde doğruldu. O sabah hafif bir baş ağrısıyla uyanmıştı. Yine migreninin tutmasından korktu ama bu sefer ki pek migren ağrısına benzemiyordu, daha hafif ve sıradan bir baş ağrısıydı. Belki de dün geceki davette biraz fazla kaçırdığı cin tonikten olabilirdi. Kahvaltıdan sonra bir aspirinle ağrıyı geçiştireceğini düşündü. Yatak odasındaki banyodan su sesleri geliyordu. Emre daha erken uyanmış olmalıydı. Biraz isteksiz kalktı yataktan. Ayağına terliklerini geçirip, sabahlığını giydi. Bir an tuvalet aynasının önünde durup aksine baktı.Görüntüsünü endişeyle süzdü. Yüzü solgun, gözlerinin altı koyu lekelerle sarkmış gibiydi.

Belki dün gece geç yatmalarından, ya da aldığı aşırı alkolden olabilirdi, genellikle bu kadar içki içmezdi, zaten bu sabah başındaki inatçı ağrının da sebebi o olmalıydı. Nilüfer Keskin yirmi dokuz yaşındaydı. Beş yaşında bir çocuğu olmasına rağmen vücudu genç kızlığındaki kadar diri ve taze görünüyordu. Aynanın önünden ayrılamadı. Dün gece ikiye doğru yatağa girmişlerdi ve hemen uyuyamamıştı genç kadın. Komodinin üzerindeki pandüllü saate bir göz attı, henüz yediydi. Suratındaki sıhhatsiz ifadenin nedeni bu olmalıydı: yetersiz uyku.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir