Osman Aysu – Kartopu

Büyük siyah Mercedes Teşvikiye Caddesi’nden gelip tam Nişantaşı dört yol kavşağında sağa dönerek Vali Konağı Cadclesi’ne saptı ve yokuş aşağı inmeye başladı. Poyracık Sokak’in köşesine yaklaşırken tekrar sağa sapacağını gösteren arka sinyali yanıp sönmeye başladı. Kasketli, lacivert elbiseli makam şoförü yumuşak bir direksiyon hareketiyle 500 SEL’i her iki kaldırım kenarında park etmiş arabaların arasından hızla yokuş yukarı sürmeye devam etti. Arabanın arkasında şık giyimli iki aclam oturuyordu. Biri elli yaş civarında, uzun boylu, açık beyaz tenli, çenesinde hafif kırlaşmış sakalı bulunan biriydi. Aralık ayının soğuk ve kasvetli bir gününde olmalarına rağmen gözlerinde koyu renkli güneş gözlüğü vardı. Suratı asıktı ve belirgin bir hüzün çehresini kaplamıştı. Yanındaki şişman yapılı fakat ondan daha genç görüneni oldukça endişeli bir ses tonuyla mırıldandı. “Beyefendi, neredeyse geldik sayılır. Az sonra hastanede olacağız. Hâlâ bu ziyareti yapmak konusunda ısrarlı mısınız?” Uzun boylu adamdan önce ses çıkmadı. Manikürlü par- maklarını uzatarak hafifçe düşmüş güneş gözlüğünü burnu- nun kemerine yerleştirdi. Sonra yanmdakine bakmadan ho- murdandı. “Verdiğim kararlardan döndüğümü ne zaman gördün, Ahmet?” dedi. Sesi tok, mütehakkim ve otoriter çıkmıştı.


Öy- lesine kararlı bir ifade ile konuşmuştu ki, bir başka zaman ve şartlar altında olsa Ahmet kesinlikle ısrar etmezdi. Lâkin bu defa ziyaretin sakıncasını hatırlatmak zorunda hissetti kendi- sini. “Fakat, efendim…” “Uzatma, Ahmet. Bu konuyu konuştuk.” Şişman adam susmak zorunda kaldı. Son anda da olsa, onu fikrinden caydıramayacağını gayet iyi biliyordu. Heyecan- dan ağzı kurumaya başlamıştı Ahmet’in. Sureta beş-on daki- kalık bir hasta ziyareti olacaktı yapacakları, belki-o kadar bile sürmeyecekti. Ama son yirmi yılını patronunun yanında sa- dık bir bendegân olarak geçiren Ahmet bu kısacık sürenin bi- le ne kadar tehlikelerle dolu olduğuna gayet iyi biliyordu. Su- sup arkasına yaslandı. Artık yapacağı fazla bir şey yoktu; tek umudu her şeyin yolvmda gitmesi için dua etmekten ibaretti. Buncian sonra olacaklardan kendini sorumlu tutmak istemi- yordu. Filhakika hastanede gereken bütün koruma tecibirleri- ni ayarlamıştı şimdicien. Hastanın yanında refakatçi olarak kalan adamı silahlıydı. Ayrıca bu ziyaret esnasında kapıdan girişlerinden itibaren silahlı beş adamı daha kendilerini korumak için içeride bekliyordu.

Her türlü tedbiri almıştı. Fakat asıl tehlike hastanede saldırı değil, hastanın kendisiydi. Derin bir nefes almakla yetindi Ahmet. Mercec^es, doğrvıca Amerikan Hastanesi’nin kapalı otoparkına inmişti. Şoför arabadan atlayarak hemen patronunun kapısını açtı. Ahmet cie kilosundan beklenmeyen bir hızla hemen öteki kapıdan fırlayarak uzun boylu adamın yanma koştu. Şoför arabayı otopark görevlilerinin yardımıyla çekerken ikisi kadara çıkan asansörlerin önünde beklemeye başlamışlardı. Ahmet her türlü ihtimali hesaplamak zorunda olduğundan paltosunun ve ceketinin önünü açmış, vukuu muhtemel bir saldırıya karşı hızla silahına sarılmak için teyakkuza geç- mişti. Düşmanın nereden ve ne zaman saldıracağı kesinlikle belli olmazdı. Gerçi otopark saldırı için pek elverişli bir ma- hal sayılmazdı ama bu ziyaretin, daha doğrusu karşılaşmanın yapılmamasını isteyen bir yığın insan vardı. Ahmet hızla çev- resine bakındı. Asansörün önü kalabalık sayılırdı. İlk bakışta hasta ziyaretine gelmiş iki-üç kişi ve sırtında beyaz üniforma- ları, ceplerinden sarkan stetoskoplarıyla doktor olduklarına hükmettiği iki adam bekliyordu. Bir de yaşlı bir kadınla hü- zünlü yüzlü genç bir kız mevcuttu asansörlerin kapısı önün- de. Hepsi zararsız tiplere benziyordu.

Ahmet kaçamak bir bakışla patronunu da süzdü. Yüzün- deki ifade her zamanki gibi anlaşılmazdı. Bu haliyle onu gö- ren bir insan, ruhunda nasıl şiddetli fırtınaların estiğini kesinlikle tahmin edemezdi. Sanki hastanede nekahet devresini atlatan bir yakınını ziyarete gelmiş gibi rahat ve sakin görünüyordu. Az sonra asansöre bindiler. Şimdilik her şey yolunda gidiyordu. Hastanın bulunduğu kata çıkıp kabinin kapıları açılınca Ahmet’in ilk gördüğü, tam karşı duvarın dibinde bekleyen adamlarından biriydi. Adamın yüzüne şöyle bir baktı, koruma o bakışın manasını derhal anlamış gibi başıyla belli belir- siz her şeyin yolunda olduğunu anlatan bir işaret çaktı. Ah- met zaten farklı bir şey beklemiyordu ama şimdi daha da ra- hatlamış olarak koridor boyunca ilerlemeye başlaciı. Hemşire- lerin bulunduğu bankonun önünden geçerken güneş gözlük- lü adam dikkat çekmemek ister gibi hızlanmıştı. Gittikleri, koridorda sondan ikinci odaydı. Ahmet kapıyı açarak patronunun içeri girmesine yardımcı oldu. Ociada re- fakatçi olarak bekleyen kişi de adamlarından biriydi. Büyük patronu karşısında görünce zembereği fırlamış yay gibi yerin- den kalktı, hemen ceketinin önünü ilikleyip saygı duruşuna geçti. Güneş gözlüklü adam odaya girer girmez ilk defa heyeca- nını belli eden bir jestle bakışlarını yatağa çevirmiş ve derin bir uyku halinde olan genç aclamv süzmüştü.

Adam sanki ko- madaymış gibi ağzı hafif açık, derin hırıltılar çıkararak uyuyor- du. Burnuna oksijen hortumu takılmış, koluna da serum bağlanmıştı. Yatağa yaklaşan patron tam başucunda durdu hastanın. Bakımlı elleriyle ağır ağır güneş gözlüğünü çıkardı, sonra bi- raz eğilerek derin uykudaki hastanın yüzünü incelemeye başlattı. Yatağın öbür yanma yaklaşan Ahmet ise hastadan ziyade bakışlarını patronuna çevirmiş merakla yüzünde oluşan ifadeyi incelemeye çalışıyordu. Bu, çok önemli bir tespit anıydı. Patronun suratı yine her zamanki ifadesiz hale dönüşmüştü. Ama bakışlarını hâlâ hasta adamın yüzünden ayırmamış- tı. Ahmet bu defa başını yataktaki adama çevirdi. Onu ilk defa Şile açıklarında dalgaların sahile âdeta cansız olarak vurciuğu sırada görmüştü. Yaklaşık on yedi ile yirmi saat azgın Karadeniz sularıyla boğuştuğunu tahmin ediyorlardı. Şimdilik bilinci yerinde değildi; gözleri devamlı kapalı, hayatta kalmak için mücadele ediyordu. Yaşı takriben yirmi beşle otuz arasında olmalıydı ya da otuzdan biraz fazla. Doktorlar hâlâ hayatta kalmak için verdiği mücadeleyi gençliğine ve aşırı sağlam bünyesine bağlıyorlarciı zaten. Saçları kısacık kesilmişti ve altın sarışıydı.

Yüzüncie en az bir haftalık sakal vardı. Gözlerinin rengini ise şimdilik görmek mümkün değikii. Ahmet patronunun manikürlü parmağını uzatıp gözkapağını kaldırmasını hayretle izledi. Açık mavi bir gözbebeği şuur kaybı nedeniyle göz çukurunda istemsiz hareketlerle oynayıp her iki yana kayıyordu. Patron elini gözkapağından çekince Ahmet ciayanamayarak sordu. “Tanıc^ınız mı, efendim? O mu?” Patron güneş gözlüğünü yeniden takarken isteksiz bir şekilde mırıldanclı. “Evet, o.” Bu tespit ve teşhise aslında sevinmeleri gerekirdi ama Ah- met içinde bir ürperti hissetti. Bu tespit yeni birtakım sıkıntı- ların başlangıcı olacaka. “Emriniz ne olacak, beyefendi? İşini tamamlayalım mı?” diye sordu. Patron kısa bir an düşündü. “Doktorlar geleceği için ne diyorlar?” diye sordu. “Henüz kesin bir şeyler söyleyemiyorlar ama biraz umudu1ar. Bildiğiniz gibi dört gün yoğun bakımda kalmış, sonra hayati tehlikeyi adatmış ve servise alınmış. Ama kazanın hastada ne gibi arazlar bırakacağı konusunda konuşmanın henüz erken olduğunu beyan etmişler.

” Uzun boylu adam bir süre daha düşündü ve sonra, “Hiç kendine gelmiş mi?” diye sordu. Odadaki koruma çekinerek bu soruyu cevapladı. “Bu sabah bir-iki kere gözlerini açarak boş bakışlarla etrafına bakındı ama ardından yeniden uykuya daldı, efendim. Bence şuuru yerinde değil.” Patron sanki hu suali sana sormadım dercesine odadaki korumaya ters bakınca adamcağız hemen susup bakışlarını önüne indirdi. Ahmet yeniden devreye girdi. “Emriniz ne olacak, beyefendi? Şayet tanıdıysanız bence işini hemen burada halledelim. Nasıl olsa sahte bir kimlikle yatırdık buraya. Bütün ön ödemeler nakit oldu. Aşağıda tanzim edilen gir ^ ! elgelerinde de sahte isimler kullandık. Kimse bir şey bulain;:3 ve bize erişemez. Bu delikanlı potansiyel tehlike ve serseri bir deniz mayını kadar da endişe verici. Emir verin, gecr ti ayak çekilince bizim Çingene gelsin ve işini bitirsin. Uzun zamandır bu anı beklemiyor muyduk? Şimdi tam sırasıdır. Mübarek sanki dokuz canlı, üç kere elimizden kaçtı.

Artık bu fırsatı değerlendirmeliyiz.” Uzun boylu adam parmağının ucuyla gözlüğünü yeniden itti. Bunu âdeta tik haline getirmişti. “Acele karar vermeye ge- rek yok, Ahmet,” diye mırıldandı. “Onu niçin hastaneye kal- dırdık ki? Konuşmasını sağlamak için, değil mi? İş sadece öl- dürmeye kalmış olsa, meseleyi Şile sahillerinde de bitirirdik. Bana onun cansız bedeni değil, dirisi lazım. Biraz kafanı ça- lıştır. “Yapmayın, beyefendi. Kendinizi ateşe atıyorsunuz. Deniz- deki vaka er veya geç hasımlarımız tarafından da duyulacak- tır. O zaman hâlâ hayatta olduğu anlaşılacaktır. Bu riske gir- meye hiç gerek olmadığı düşüncesindeyim. Bu konuda fikir yürütmek bana düşmez ama siz onu konuşturmaktan ziyade intikam almak için hayatta tutmak istiyorsunuz. Dostlarımız da bu fikrinize sıcak bakmayacaklardır.” Patron birkaç saniye daha düşündü.

içindeki nefreti bastırmakta zorlanıyordu ama yaşadığı ruh halini yegâne takdir edecek durumda olan Ahmet’in ısrarları- nı da yabana atamazdı. Yataktaki adama son bir kere daha dönüp baktı. Bir şekilde nefretini bastırması gerektiğini o da biliyordu. “Tamam,” diye mırıldandı sonunda. “Çingene bu akşam geç saatlerde gelsin ve işini bitirsin.” Ahmet nihayet derin bir nefes almıştı. Bu iş bitmiş sayılırdı. “Siz merak buyurmayın,” diye fısıldadı. “Çingene ile bizzat ben görüşeceğim ve gerekli talimatları vereceğim. Müsterih olun.” “Gidelim öyleyse,” diye mırıldandı uzun boylu, gözlüklü adam ve paltosunun cebincien çıkardığı süet eldivenleri giyerken kapıya doğru yürüdü. Ahmet hemen peşindeydi. Refakat- çi görevini üstlenen koruma ise patronuna saygı ile hemen atılmış ve hastane odasının kapısını açmaya davranmıştı. İkisi odadan çıktılar, hastanın odasındaki koruma ise kollamakla görevli olduğu gencin nasıl olsa derin bir uykuda olduğuna güvenerek onların ardından kapıyı kapattıktan sonra gönül rahatlığıyla odanın içindeki tuvalete girdi. İşte o an hiç beklenmedik bir olay oldu.

Yataktaki hasta hafifçe kirpiklerini araladı. Başındaki nöbetçinin tuvalette olduğunu anlaymca sakalı uzamış yüzünde hafif bir tebessüm oluştu. Sonra hızla koluna bağlı serumdan damarına akışı sağlayan iğneyi büyük bir çabuklukla çekip çıkardı. Bir bakıma tıbbi konularda oldukça deneyimi vardı. Asıl sorun kamışına merbut sondayı çıkarmaktı. Bu, biraz zor ve acıtıcı olabilirdi ama şu andan itibaren zamanla yarış halindeydi. Tuvaletteki herif çıkmadan o işi de halletmeliydi. Hemen hemen aynı anda tuvaletteki sifonun çekildiğini işitti. 2. istanbul Cep telefonu çalıyordu. Beyoğlu’nun üçüncü sınıf lokantalarından birinde birasını yudumlayan Çingene lakabıyla maruf Ali Horon, kulplu bardağını masanın üzerine bırakarak cebinden telefonunu çıkardı. “Evet?” dedi. “Merhaba, Çingene. Ben, Ahmet.” “Buyurun, Ahmet Bey.

Sizi dinliyorum.” “Bu akşam sana ihtiyacımız olacak. Beyefendinin bir isteği var.” “Beyefendinin isteğinin her zaman başımızın üstünde yeri vardır. Ne emrediyorlarsa ben ifaya amadeyim.” “Buna eminim. Bu gece ufak bir hesabı kapatmak zorundayız. İş senin için çok basit sayılır. Hastanede yarı koma ha- 9 linde yatan bir hastanm sonsuza kadar susturulması gerekiyor. Ali Horon teklifi biraz yadırgamıştı. “Koma halinde mi dediniz, Ahmet Bey? Böyle biri için gerçekten hana ihtiyaç mı duyuyorsunuz? Neden bileği güçlü adamlarınızdan biri bu işi yapmıyor?” Ahmet şu an karşısındaki kiralık katile uzun boylu açıklama yapacak halde değildi. “Beyefendi bu işi senin yapmanı istedi,” dedi. “Şu halde sorun yok. Kenan Beyefendi’ye karşı her zaman boynumuz kıldan incedir. Ne emrederlerse o olur.

” “Şimdi kulağını iyi aç ve dinle. Meselenin çok iyi halledilmesini istiyorum. Tereyağından kıl çekercesine. Çok sessiz ve temiz.” “Yapmayın, Ahmet Bey, şimdiye kadar size verdiğim hangi hizmetten başınız ağrıdı ki?” Telefon konuşması on dakika kadar sürmüş, Ahmet istediği teferruatı defalarca anlatmıştı Çingene’ye. Telefon kapandığında Ali Horon’un koyu esmer cildi iyice gerildi. Öldüreceği kişilerin ne kimliği ne de mevkii zerrece ilgilendirmezdi onu. îş daima işti. Ama ilk defa bu kez garip bir meraka kapıldı. Kenan Sofuoğiu komadaki bir adamı öldürmeyi istiyordu. Biraz sabırlı olsa, hedef herhalde kendiliğinden ölecekti. Bu telaşın anlamı neydi? Ama üzerinde fazla durmadı, meselenin o yanı kendisini ilgilendirmezdi. Bardağında kalan birayı sonuna kadar içti ve lokantadan çıktı. Saat henüz iki buçuk sulanydı, evine gidip biraz uyumayı tercih etti. Ahmet Bey saat tam 21.

30’da has10 tanede olmasını istemişti. Oda numarasını hafızasına kaycietti. İhtiyaten hastanın adını da kendisine vermişti. Mehmet Özlü… Ama Çingene bu adın sahte olduğuna kendi adı gibi emindi. Ahmet yaş tahtaya basmayacak kadar tecrübeli bir adamdı, Kenan Sofuoğiu gibi birinin yanında yirmi yıl geçirmesi ancak bununla izah edilebilirdi. Çukurcuma’da oturduğu eski evine girdiğinde oldukça rahattı. Hatta keyiflenmişti de, her zamanki gibi görevini kusursuz yerine getirdiğinde Kenan Beyefendi onu fazlasıyla mükâfatlandıracaktı, bundan hiç kuşkusu yoktu. Buz gibi soğuktu sokak. Gerçi yağış yoktu ama kuru ayaz Çingene’yi çarpmıştı. Âdet edinmişti, işe çıktığı geceler görevini tamamlamadan önce yemek yemezdi. Görevin ifasından sonra gönül rahatlığıyla yenen yemeğin ve içilen iki duble rakının keyfi tartışılmazdı. Henüz yeterince zamanı vardı; yoldan çevirdiği taksiden Nişantaşı’nda indi. Ali Horon her türlü silahı rahariıkla kullanabilirdi. Ama bu geceki işi için ateşli silah kullanmasına gerek yoktu. Yanına boğma telini ve her türlü aksiliğe karşı da Beyrut işi oyma- lı sustasını aldı.

Belki onlara bile gereksinimi olmayacaktı. Komadaki hastanın işini rahadıkla ağzına kapatıp bastıracağı bir yastıkla dahi halledebilirdi. Zamanı doldurmak için alışveriş saaderindeki hızını ve kalabalığını kaybetmiş caddede avare avare dolaştı biraz. Vitrinlere bakındı. Bir süre Teşvikiye’ye doğru yürüdü, sonra tekrar 11 geri döndü. Hastaneye girmek için hâlâ vakti vardı, hatta bir ara Poyracık Sokak’taki nöbetçi bir eczanenin vitrinindeki reklam resimlerine ve ilaçlara dahi bakü. Tam dokuz buçuğa beş kala hastanenin kapısından içeri girdi. Huni gibi daraltılmış girişte iki üniformalı koruma görevlisi gelen ziyaretçileri kontrol ile vazifeliydi. Biri kadın, diğeri erkekti. Fakat gecenin bu saatinde ziyaretçi pek olmadığından aralarında koyu bir muhabbete dalmışlardı. Ahmet, Çingene’yi uyarmıştı, kontrol noktasında sadece ziyaretçilerin beraberinde getirdiği çantalar aranıyordu. Çingene elektronik kapıdan geçti, ufak bir bip sesi yükselmişti ama telefonlar da aynı sinyali verdiğinden erkek olan koruma, ‘yürüyiın’ der gihi bir işaret yapmıştı. Ali Horon oldukça tenha sayılacak geniş giriş mekânını ağır ağır geçti. Bu hastaneye ilk gelişiydi ama Ahmet kendisine nereye gideceğini, hangi asansörleri kullanacağını uzun uzun tarif etmişti. Katlara çıkan asansörleri rahariıkla buldu.

Bundan sonrası kolaydı. Çıkacağı katın düğmesine bastı, tam kapı kapanıyordu ki, çıtı pıü bir hemşire aceleyle kabine adadı. Ufak, sevimli bir kızdı, hatta hafifçe gülümsedi Çingene’ye. Ali Horon bu gülümsemeye karşılık vermekte tereddüt etti. Kızmki medeni ve insani bir selamdı sadece, belki biraz da kendisini hastanenin personeli telakki etmesinden ziyaretçiye yapılmış tabii bir yaklaşımdı. Ama Çingene iş esnasında yüzünün haürlanmasından hiç hoşlanmazdı; mesleğinin gereği profesyonelce edinilmiş bir duygu, bir tedbirdi sadece. Ayrıca kendisine bu lakabın verilmesine neden olan teninin aşırı esmerliği hafızalarda kalmasına neden oluyordu. ‘İnşallah aynı 12 kata çıkmayız,’ diye geçirdi içinden. Neyse ki hemşire bir alt katın düğmesine basmıştı ve inerken de kaba davranışlı ziya- retçiye bir daha dönüp bakmadı. Asansörden inince Kenan Sofuoğlu’nun adamlanndan bi- riyle burun buruna geldi. Büyük Patron’un adamlarından ço- ğunu tanırdı, zira yanılmıyorsa bu geceki onun adına işlediği yedinci cinayet olacaktı. Haliyle bu zaman zarfında içlerinden bazılarıyla tanışmak, bazılarıyla da göz aşinalığı durumu hasıl olmuştu. Asansörün başındaki adam sadece göz kırpıp kendi- si dışarı çıkarken o aceleyle boş kabine adamıştı. Çingene bu- nun ne anlama geldiğini de biliyordu. Cinayet saati yaklaşır- ken Patron’un adamları olay mahallini terke hazırlanıyorlardı.

Az sonra hastanın yanındaki refakatçi de odadan çıkıp gide- cekti. Çingene koridora bir göz attı. Hemşire deskinin arka- sında üniformalı iki kız hani harıl çalışıyorlardı. Biri telefon- la konuşurken, diğeri elindeki tepsiye ilaç yerleştirmekle meş- guldü. Koridorun duvarlarında ziyaretçilerin aradıkları odayı kolay bulmaları için oda numaralarını okla gösteren ufak lev- halar asılıydı. Çingene hemen yan taraftaki koridora sapacağı- nı anladı ve herhşirelerin bulunduğu yerin önünden hızla geç- ti. İkisi de bu geç saatte gelen ziyaretçi ile ilgilenmemişlerdi. Buraya kadar her şey rahat geçmişti. Odayı bulup kapıdan içeri girdiğinde korumayı hemen tanıdı. Onunla daha evvel de ünsiyeti olmuştu. “Vay Süleyman!” dedi. “Sen de mi buradasın?” Koruma bıkkın ve sıkılmış bir eda ile, “Merhaba, Çingene,” diye fısıldadı. “Her şey yolunda mı?” Adamın çıkıp gitmek için can atağı belliydi. • 13 “Yolunda tabii.” Sonra başını çevirip yatakta gözleri kapalı yatan gence baktı.

“Bu mu?” diye sordu. Süleyman sadece başını sallamakla yetinmişti. “Tamam,” diye mırıldandı Çingene. “Artık sen de gidebilirsin.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir