Patricia Highsmith – Beceriksiz

Yosun yeşili spor gömlekli, lacivert pantolonlu adam kuyrukta sabırsızlıkla bekliyordu. Kasadaki kız gerçek bir aptal, oldum olası paranın üstünü hesaplamayı beceremez, diye düşündü. Saçsız, koca kafasını yana eğip aydınlık giriş salonuna baktı, BUGÜNKÜ PROGRAM: Damgalı Kadın yazısını okudu. İlgilenmediği halde boş gözlerle afişe baktı. Resimde yarı çıplak bir kadın baldır bacak sergiliyordu. Kuyrukta arkasında bekleyenlere göz attı. Tanıdık biri yok muydu acaba? Ne yazık ki yok, ama bundan daha uygun bir zaman seçemezdim, dedi kendi kendine. Saat sekizdeki filme tam zamanında yetişmişti. Gişenin yarım yuvarlak deliğinden içeriye bir dolar uzattı. 7 “iyi akşamlar,” diye gülümseyip sanşın kasiyeri selamladı. “İyi akşamlar.” Kadının ruhsuz, mavi gözleri canlanıverdi. “Ne var, ne yok?” Kasiyerin bu soruya karşılık beklemediğini düşünerek sesini çıkarmadı. Havasız fuayeye girdi. İçeriden haftanın haberlerinin başladığını belirten müzik duyuluyordu.


Büfenin önünden yürüdü. Fuayeyi bir baştan öbür başa geçtikten sonra hantal gövdesine rağmen olduğu yerde zarif bir hareketle döndü. Gözleriyle salonu taradı. İşte, Tony Ricco oradaydı. Adımlarını sıklaştırdı. Orta geçitte Tony’yle karşı karşıya geldiler. “Merhaba, Tony!” Babasının mezeci dükkânında çalışan Tony’yi selamlarken patronvari bir eda takınmıştı. “Ah! Bay Kimmel!” diyerek gülümsedi Tony. “Yalnız mısınız?” “Karım az önce yola çıktı, Albany’ye gidiyor.” El sallayıp koltukların arasından yerine doğru yan yan ilerledi. Tony orta geçitten ön sıralara doğru yürüyüp gözden kayboldu. Yol vermek için ayağa kalkan ya da yerlerinden doğrulanlara geçerken “Affedersiniz”, “Teşekkür ederim” diye mırıldanıp dizlerini koltuk arkalıklarına yapıştırarak zorlukla yürüdü, bütün sırayı boydan boya kat edip yan koridora çıktı. Üzerinde kırmızı ışıklı “Çıkış” yazısı bulunan kapıya yöneldi, çelik kapının kanatlan arasından süzülüp sokağın boğucu sıcağına çıktı. Sinemanın önünden karşıya geçti, yan sokağa park ettiği iki kapılı siyah Chevrolet’sine bindi. Cardinal Otobüs Şirketi’nin yolcu terminalinden bir blok önce durdu.

On dakika kadar arabada oturup bekledi. “NEWARK-NEW YORK-ALBANY” otobüsünün harekete geçtiğini görünce peşine takıldı. Sıkışık trafikte otobüsün ardı sıra Holland tünelinden geçti, karşı yakadaki Manhattan’a varınca iki araç birlikte kuzey yönüne saptılar. Yol boyunca, kent dışında trafik rahatlayıp hızlandıktan sonra bile, otobüsle arasında sürekli olarak iki üç araba bulunmasına dikkat ediyordu. İlk molayı Tanytown’da verecek herhalde, diye düşündü. Belki daha önce de dururdu. Mola yeri uygun değilse yola devam etmek zorunda kalacaktı. Otobüs bir daha durmazsa; eh, o zaman Albany’de, ara sokaklardan birinde, diye iç geçirdi. Tüm dikkatini trafiğe verirken etli dudakları büzülüyor; ancak kalın gözlük camlarının garip bir biçimde çarpıttığı ela gözlerinin bakışları değişmiyordu. Işıklı birkaç dükkânla bir kafeteryanın önünde duran otobüsü geçip arabasını sağa çekti. Kaldırıma fazla yanaşınca, yol kenarındaki ağacın dalları otomobilin boyasını çizmişti. Kontağı kapatıp aceleyle arabadan indi, ters yöne doğru koştu. Otobüsün durduğu, çevrenin ışıklarıyla aydınlanmış bölüme gelince adımlarını yavaşlatıp yürümeye başladı. Otobüsten hâlâ yolcular iniyordu. Onu gördü.

Hantal bedenini basamaklardan zoraki hamlelerle, yan yan inişinden tanımıştı. Kadın birkaç adım atar atmaz yanına ulaştı. “Sen ha!” dedi kadın. Kır saçları, dağılmış, ahmak, kahverengi gözlerini ona dikmişti; bir hayvan gibi şaşkın, bir hayvan gibi korkaktı bakışları. Kimmel bir an, Newark’taki evin mutfağında kavga ettikleri izlenimine kapıldı. “Sana söylemek istediğim şeyler var, Helen,” dedi. “Gel, şöyle bir-iki adım yürüyelim.” Dirseğinden tutup yola doğru çevirdi. Kadın kolunu geri çekti. “Otobüs burada sadece on dakika duruyor. Haydi, ne söyleyeceksen söyle.” “Yirmi dakika duracak. Sorup öğrendim,” dedi Kimmel sıkkın bir tavırla. “Biraz uzaklaşalım da kimse bizi dinlemesin.” Yürümeye başladılar.

Kimmel, sağ tarafta, arabasını bıraktığı yerin yakınlarında yüksek ağaçlarla sık çalılar görmüştü. Birkaç adım daha ilerleyip ardından… “Edward konusunda fikrimi değiştireceğimi sanıyorsan…” -kadının sesi titriyordu- “hayır, değiştirmeyeceğim. Asla!” Edward! Seven kadının gururu demek. Tiksintiyle ürperdi. “Ben fikrimi değiştirdim,” dedi sakin bir sesle, neredeyse acıyarak. Kadının pörsük kolunu tutan parmaklarını bilinçaltı bir hareketle iyice sıkmıştı. Sabırsızlanıyordu. Dönüp yola baktı. “Mel, otobüsten fazla uzaklaşmak istemi….” Birden üstüne atlayıp yol kenarındaki çalıların arasına devirdi. Neredeyse kendisi de düşecekti, ama sol eliyle kadının bileğini sıkıca kavramıştı. Sağ yumruğunu sıkıp olanca gücüyle kadının şakağına indirdi; boynu kırılacak, diye düşünüyor, hâlâ bileğini bı- rakmıyordu. Varan bir, dedi kendi kendine. Yerde yatan kadının gırtlağını sol eliyle yakalayıp sıkarak çığlığını bastırdı. Bir taraftan da sağ yumruğunu savuruyor, sarkık göğüslerin arasındaki sert ara-lığı çekiçle vurur gibi yumrukluyordu.

Ardından düzenli aralıklarla alnına, kulağına vurdu, son olarak tıpkı bir erkeğe yapacağı gibi çenesine bir kroşe indirdi. El yordamıyla cebinde çakısını arayıp buldu, açtı; üç, dört, beş kere sapladı. Tüm dikkatini kadının başına toplamış, ne olursa olsun bu başı mahvetmeye karar vermişti. Olanca gücüyle yüzünü yumrukladı, parmaklarının kandan yapış yapış olduğunu, gücünü kaybettiğini fark etmedi bile. Sınırsız bir mutluluk duyuyordu, sonunda hak yerini bulmuştu işte; bunca yılın bütün hakaretlerinin, aşağılamalarının, yıllar süren can sıkıntısının ve onun budalalığının, özellikle budalalığının acısını çıkarmıştı. Yorgunluktan soluk soluğa kalınca durdu. Kadının bacaklarının üst kısmına diz çöktüğünü görüp iğrenerek ayağa fırladı. Onu görmüyor, sadece açık renk yazlık elbisesini aydınlık bir leke olarak seçebiliyordu. Karanlıkta çevresine bakınıp kulak kabarttı. Sineklerin vızıltısıyla yoldan hızla geçen bir otomobilin çıkardığı hışırtıdan başka ses duyulmuyordu. Yoldan sadece birkaç adım uzakta olduğunu ancak o anda anladı. Onu öldürdüğünden emindi. Kesinlikle emindi. Yüzünü görmek istedi birden. Elini pantolonunun cebindeki fenere uzattı, ama son anda vazgeçti.

Biri ışığı fark edebilirdi. Olduğu yerde dikkatle eğildi, koca ellerinden birini açıp anten kesilmiş parmaklarını uzatarak, dokunacağı anı giderek artan bir tiksintiyle bekledi. Parmakları kaygan bedene değince öteki yumruğunu bir daha indirdi. Yerinden doğruldu, derin bir soluk aldı; artık hiçbir şey düşünmüyor, sadece çevreye kulak kabartıyordu. Harekete geçip yola çıktı. Sokak lambalarının sarımtırak ışığında üstünde kan izi olup olmadığına baktı, bulamadı; sadece elleri kanlıydı. Yürürken düşünceli bir tavırla ellerini ovuşturdu; ancak bu hareketiyle parmakları büsbütün yapış yapış, daha da iğrenç olmuştu. Bir an önce ellerini yıkamak geldi içinden. Ellerini yıkamadan direksiyonu tutmak düşüncesi bile tüylerini ürpertiyordu. Eve varır varmaz musluğun altındaki bezi ıslatıp direksiyonun her tarafını nasıl sileceğini bütün ayrıntılarıyla gözünün önüne getirdi. Gerekirse sabunlayacaktı. Otobüsün mola yerinden ayrılmış olduğunu gördü. Aradan ne kadar zaman geçtiğinin farkında değildi. Arabasına bindi, manevra yapıp güneye doğru hızla yola çıktı. Kol saati on kırk beşi gösteriyordu.

Gömleğinin kolu yırtılmıştı. Gömleği atmam gerekecek, diye düşündü. Saat bir sularında Newark’ta olabileceğini tahmin ediyordu. Walter arabada oturmuş beklerken yağmur yağmaya başladı. Gözlerini okuduğu gazeteden ayırıp açık camdan dışarıya uzanan dirseğini geri çekti. Mavi keten ceketinin kolu minik lacivert noktalarla bezenmişti. Çok geçmeden yaz yağmurunun iri damlaları otomobilin tavanına hızla inmeye başladı. Bombeli asfalt pırıl pırıl olmuş, köşedeki kafeteryanın reklam ışığını ince uzun bir kırmızı leke olarak yansıtmaya başlamıştı. Hava birden karardı, kent yağmurla her zamankinden koyu, gri bir buluta gömülüverdi. Yol kenarındaki bakımlı New England evleri alacakaranlıkta olduklarından daha da beyaz görünüyor, alçak, beyaz çitler arka plandaki yeşil çimlerin üzerinde desenli bir örgünün ilmekleri gibi dikkat çekiyordu. Biçilmiş kaftan, diye düşündü Walter. Gerçekten biçilmiş kaftan. Burası sağlıklı, namuslu bir iyi aile kızıyla evlenip beyaz boyalı evlerden birinde oturmak, arada bir balığa gitmek, cumartesi günleri çocukların eğitimleriyle uğraşarak onların da ileride aynı şeyleri yapmalarını sağlamak için pek uygun bir yerdi doğrusu. Clara, o gün öğleden sonra pansiyonun şöminesinin yanında duran minyatür çıkrığı gösterip “iğrenç” demişti. Waldo Point’i turistik bir yer olarak görüyordu.

Oysa Walter uzun uzadıya araştırdıktan sonra Cape Cod’daki bir dizi kasaba içinden en az turistiği olduğu için burasını seçmişti. Clara’nın vaktiyle Provincetown’ı pek beğendiğini, turistik oluşundan hiç de yakınmadığını hatırladı. O zamanlar bir yıllık evliydiler, şimdi ise evleneli dört yıl oluyordu. Pansiyon sahibi bir gün önce Walter’la konuşurken dedesinin bu çıkrığı kızlarına iplik eğirmeleri için yaptığını anlatmıştı. Clara bir sefer olsun… “Hepsi böyle önemsiz şeyler,” diye düşündü Walter. Bütün kavgaları incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerden çıkıyordu. Bir gün önce de öyle olmuştu… Evli bir çiftin iki yıllık beraberlikten sonra birbirlerinden bedensel açıdan bıkmalarının kaçınılmaz olup olmadığını tartışmışlardı. Walter, bıkkınlığın kaçınılmaz olduğuna inanmıyor, bunun en güzel kanıtının da Clara olduğunu düşünüyordu; ama Clara öylesine alaycı, o kadar itici bir biçimde aksini savunmuştu ki, Walter onu ilk günkü kadar sevdiğini ve çekici bulduğunu söylemek yerine dilini ısırmayı yeğlemişti. Clara da sevildiğini bilmiyor muydu sanki? Bu kavgadaki inatçı tutumunun tek nedeni Walter’ı çileden çıkarmak değil miydi? Walter koltuğunda gerinerek rahatça oturdu, parmaklarını gür, sarı saçlarının arasından geçirdi, sinirlenmeden gazetesini okumaya çalıştı. “Tanrım, ne tatil ne tatil dedi,” kendi kendine. Gazetenin birinci sayfasındaki, Fransa’da görevli Amerikan askerlerinin durumuyla ilgili bir habere şöyle bir göz attı; ama aklı hâlâ Clara’daydı. Çarşamba öğleden öncesini, balıkçı motoruyla çıktıkları sabah gezisini düşündü (neyse ki Manuel’le yaptıkları bu gezi, bir şeyler öğrendiği için olsa gerek, Clara’nın hoşuna gitmişti). Daha sonra pansiyona dönüp biraz daha uyumak üzere yataklarına uzanmışlardı. Clara, inanılmayacak kadar keyifliydi. Bir şeylere gülmüşler, ardından Clara ona her zamankinden daha sıkı sarılmıştı… Çarşamba, yani üç gün önce… Oysa hemen ertesi gün Clara, kaşıkla verir, sapıyla çıkarırım dercesine, her zamanki lanet tavrını takınmıştı.

Saat sekizi on geçiyordu. Walter, otomobilin camından biraz geride kalan pansiyona baktı. Clara hâlâ ortalıkta görünmüyordu. Gözlerini önündeki gazeteye çevirdi. TARRYTOWN’DA BİR KADIN CESEDİ BULUNDU Kadın hunharca dövülüp bıçaklanmış, ancak parası ça-lınmamıştı. Polis herhangi bir ipucu bulunamadığını bildiriyordu. Kadın, otobüsle Newark’tan Albany’ye giderken bir mola sırasında kaybolmuş, otobüs yoluna onsuz devam etmişti. Walter, yazılarından birinde bu haberden yararlanıp yararlanamayacağını düşündü; katille kadın arasında alışılmışın dışında bir bağ olabilir miydi acaba? Bir süre önce gazetelerde okuduğu, ilk bakışta nedensiz bir cinayet haberini hatırladı. Sonraları bu olay, katille kurbanı arasındaki tek taraflı sevginin ortaya çıkmasıyla açıklığa kavuşmuştu, tıpkı Chad Overton’la Mike Du-veen’inki gibi bir ilişkiydi bu. Walter, bu haberi Chad’le Mike arasındaki dostluğun gizli tehlikelerine dikkat çekmek için kullanmıştı. Newarkh kadının ölüm haberini gazeteden yırtıp cebine koydu. Birkaç gün saklayıp, katil konusunda yeni gelişmeleri beklemekten ne çıkardı? Walter, son iki yıldır boş zamanlarında denemeler yazıyordu. Toplam on bir tanesini Değersiz Dostluklar adı altında toplayacaktı. Gerçi daha henüz birini, Chad’le Mike konusunda yazdığını bitirebilmiş; ama bu arada birçoğunun taslağını hazırlamıştı. Bütün yazıları arkadaş ve tanıdık çevresindeki gözlemlerine dayanıyordu.

Walter’ın tezine göre hemen her insan, kendinden daha değersiz en az bir kişiyle dostluk kuruyor, bu dostluğun temeli de insanın değersiz kişide kendisini görmesine ya da bir tür bütünleyici öğe bulmasına dayanıyordu. Chad’le Mike örneğin. Her ikisi de zengin ailelerin şımarık çocuklarıydı. Chad çalışıp para kazanmaya karar vermişti, oysa Mike, ailesi harçlığını kestiğinden beri zorda kalmış olsa da hâlâ playboy hayatına devam ediyordu. Kendi çıkarı için tüm dostlarını acımasızca kullanan ayyaşın, serserinin biriydi Mike. Çevresinde Chad’den başka dostu kalmamıştı. Chad ise, “Ne yapayım, başka çarem yok ki,” diye düşündüğü için olsa gerek, düzenli aralıklarla Mike’a para verip destek oluyor, yeniden ayaklarının üzerinde durmasını sağlıyordu. Mike’in dostluğundan kimseye hayır gelmezdi. Walter, kitabını yayımlamak niyetinde değildi. Yazılan sadece kendi zevki için yazıyor, ne zaman bitireceğini, hatta bitirip bitiremeyeceğini bile düşünmüyordu. Otomobilin koltuğuna iyice gömülüp gözlerini kapadı. Clara’nın satmaya çalıştığı, Oyster Bay’deki elli bin dolarlık mülkü düşündü. İçinden, hem Clara’nın hem de kendisinin selameti için ilgilenen iki müşteriden birinin alıcı olmasına dua etti. Clara dün öğleden sonra saatlerce oturup evin, arsanın planlarını incelemiş, gelecek haftaki atağının stratejisini hazırladığını söylemişti. Clara’nın müşterilerin üzerine canavar gibi saldıracağından emindi Walter.

İlgilenenleri korkutup kaçırmaması, insanların ondan herhangi bir şey satın almaları bile şaşılacak şeydi doğrusu; j ama alışveriş tıkırında gidiyordu. Knightsbridge Emlak Bürosu, Clara’nın en başarılı satış elemanlarından biri olduğu kanısındaydı. Ne yapsam da Clara’nın biraz daha dengeli olmasını sağlasam, diye düşündü. O güne kadar karısına gereken güvenceyi vermek gerektiğine inanmıştı. Eh, zaten vermiyor muydu? Sevgi, şefkat, üstüne üstlük bir de para… Ne var ki hiçbiri işe yaramamıştı. Clara’nın topuklu ayakkabılarının tıkırtısını duyunca -koşarak geliyordu karısı- hemen doğruldu, tüh Allah kahretsin, arabayı 1 pansiyonun önüne kadar geri almalıydım, yağmur yağıyor, diye düşündü. Eğilip sağ kapıyı açtı. “Neden arabayı kapının önüne çekmedin?” diye sordu Clara. “Özür dilerim, şu anda aklıma geldi.” Walter bütün cesaretini toplayıp gülümsemeye çalıştı. “Yağmur yağdığını görüyorsun oysa,” diyerek öfkeyle başını iki yana salladı Clara. “İn aşağı sevgilim, ıslaksın!” diyerek Jeff adlı teriyer cinsi köpeğini koltuktan yere indirdi. Jeff tekrar koltuğa sıçradı. “Jeff, yeter ama!” Jeff, kendisiyle oyun oynandığını sanıp keyifle havladı, top gibi sıçrayıp üçüncü kez koltuğa çıktı. Clara bu kez köpeğe ilişmedi, kolunu sevgiyle hayvanın beline doladı.

Walter kent merkezine doğru yola çıktı. “Yemekten önce Mel-ville’de bir içkiye ne dersin? Bu gece son gecemiz.” “İstemem. Ama ille de içeceksen yanında otururum.” “Tamam.” Daha sonra bir Tom Collins içmeyi kabul eder mi acaba, diye düşündü Walter ya da en azından hafif bir vermut-soda. Herhalde yine fikrini değiştirmeyecekti. Bu durumda kendisi içerken onu karşısında oturtmanın ne âlemi vardı? Üstelik genellikle ikinci bir kadeh daha isterdi Walter. İşte yine ne yapacağını bilemediği, iradesinin felce uğradığı anlardan birini yaşıyor, içki içmeye gidip gitmeyeceğine bir türlü karar veremiyordu. Otelin önünden geçip yola devam etti. “Hani Melville’e gidiyorduk?” dedi Clara. “Fikrimi değiştirdim. Sen de istemiyorsun…” Uzanıp Clara’nın 14 elini tutarak hafifçe sıktı. “Öyleyse ver elini Istakoz Sepeti!” Walter, yolun sonunda sola döndü. Istakoz Sepeti ufak, kayalık bir yarımadanın tepesindeki restoranın adıydı.

Açık camdan serin ve tuzlu deniz havası geliyordu. Walter karanlıkta yolu kaybetmişti. Istakoz Sepeti’nin mavi ışıklı reklamına bakmıyor, ama bir türlü göremiyordu. “En iyisi tekrar ana yola çıkıp her zamanki gibi benzin istasyonunun yanından sapayım,” dedi. Clara güldü. “Oysa buraya en az beş kere geldin, belki beşten de fazla!” “Olsun, ne çıkar?” dedi Walter, yapmacık bir boşvermeyle. “Acelemiz yok, öyle değil mi?” “Acelemiz yok, ama biraz aklını kullanıp başlangıçta doğru yolu seçmek varken boşuna zaman ve enerji harcamak son derece saçma!” Clara’nın kendisinden daha fazla enerji harcadığını söyleyecekken son anda vazgeçti Walter. Yanında dimdik oturan bedene, ön cama dönük, asık surata baktıkça azap duyuyor, bütün haftasonunun hiçbir işe yaramadığını düşünüyordu. Tekne gezisinden sonraki yaşadıkları eşsiz saatler de hiçbir işe yaramamıştı. Ertesi güne kalmadan unutulmuştu bile, tıpkı daha önce yaşanan mutlu geceler, gündüzler gibi… Geçen yılkiler zaten parmakla sayılacak kadar azdı… Çok uzaklarda görülen çiçek açmış, küçük vahalara benziyorlardı. Otomobilden inmeden önce Clara’ya, söyleyecek bir çift tatlı söz bulabilmek için kendini zorladı. “Bu şal sana pek yakışmış,” dedi gülerek. Clara, çıplak omuzlarına aldığı şalın uçlarını kollarının arasından geçirmişti. Karısının giyim zevkine, her giydiğini yakıştırmasına oldum olası hayrandı, Walter. “Buna etol denir,” dedi Clara.

“Etol. Seni seviyorum, Clara.” Walter öpmek için davranınca Clara dudaklarını uzattı. Karısının rujunu bozmamak için dudaklarına tüy gibi hafif bir öpücük kondurdu Walter. Clara, pek sevdiği mayonezli soğuk ıstakozdan ısmarladı, Wal-ter da buğulama balıkla bir şişe Riesling şarabı sipariş etti. “Bu akşam et yiyeceğini sanıyordum, Walter. Balık yersen Jeff’e bir şey kalmayacak!” “Tamam,” dedi Walter. “Bir bonfile söylerim, yarısından ço15 ğunu Jeff’e verirsin.” “Öyle çilekeş bir tavırla söylüyorsun ki!” Istakoz Sepeti’nin bonfileleri bir şeye benzemiyordu. Walter, bir akşam önce de Jeff uğruna bonfile sipariş etmek zorunda kalmıştı. Jeff balık yememekte direniyordu. “Ben hayatımdan memnunum, Clara. Ne olur, son gecemizde kavga etmeyelim.” “Kavga eden kim? Sen hiç yoktan bahane bulup hır çıkarıyorsun!” Sonunda bonfile söylendi. Yine dediğini yaptıran Clara’nın gözleri boşluğa dalıp gitti, aklından başka şeyler geçiyor olmalıydı.

Ne garip, diye düşündü Walter; Clara, Jeff’i her bakımdan şımarttığı halde, hayvanın beslenmesinde aşırı tutumluluğunu elden . bırakmıyordu. Neden böyleydi acaba? Çocukluğunda neyin etkisi altında kaldığı için bu kadar eli sıkı bir insan olmuştu? Ailesi ne zengin sayılırdı ne de yoksul. Anlaşılan, ne kadar uğraşırsa uğ- raşsın, Clara’nın kişiliğindeki bu gizli noktayı çözemeyecekti. “Kits,” dedi sevecenlikle. Clara’ya verdiği takma addı bu, fazla eskitmemek için arada sırada kullanırdı. “Gel, bu akşamın keyfini çıkaralım. Bir daha birlikte tatile çıkana kadar kim bilir ne kadar zaman geçecek. Yemekten sonra Melville’e gidip dans edelim mi?” “Peki, tamam,” dedi Clara “ama yarın sabah yedide kalkmamız gerektiğini unutma.” “Merak etme, unutmam.” Gerçi dönüş yolu arabayla en çok altı saat sürecekti; ama Clara öğleden sonra patronlarıyla, yani Knight-sbridge Emlak Bürosu’nun sahipleri Philpottlar’la çay içmek istiyordu. Walter, masanın üzerinden uzanıp Clara’nın elini tuttu. Karısının ellerini oldum olası pek güzel bulurdu. Küçük; ama aşırı ufak olmayan, biçimli ve güçlü elleri vardı. Eli tam Walter’ın avu-cunagöreydi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir