Patricia Highsmith – Cam Hucre

Sevgili kedim ÖRÜMCEK’E, Palisades, NewYork’ta doğdu, şimdi Positano’da oturuyor, bu sayfaların büyük kısmında hücre arkadaşımdı. ISaat 15.35, Salı öğleden sonra, Eyalet Cezaevi. Mahkûmlar atölyelerden dönüyordu. Her birinin sırtında numara olan ütüsüz, ten rengi üniformalar giymiş adamlar A Blok’un uzun koridorunda sırayla yürüyordu, hiçbiri yanındakiyle konuşuyor gibi görünmese de hafif bir mırıltı vardı. Tuhaf, ezgisiz bir koroydu ve Carter’ ı ilk gününde korkutmuştu -aslında yakında bir ayaklanma olacağını düşünecek kadar toydu- ama şimdi bunu Eyalet Cezaevi ’nin, hatta belki tüm cezaevlerinin kendine özgü bir yanı olarak kabul ediyordu. Hücre kapıları açıktı ve zemin katla dördüncü katta bazı mahkûmlar bazı hücrelerin içine girip gözden kayboldular, la ki koridor neredeyse boşalana kadar. Hücredeki lavaboda temizlenmek, titizlerse ya da temiz gömlekleri varsa üstünü değiştirmek, kulaklıklarla bu saatte hep yayınlanan disjokey programını dinlemek ya da mektup yazmak için yirmi beş dakikaları vardı. Yemek zili saat 16’ da çalıyordu. Philip Carter hücreyi ve hücre arkadaşı Hanky’yi tekrar görmeyi geciktirmek için ağırdan alıyordu. Hanky kısa boylu, yapılı bir adamdı, silahlı soygun (“pazarlık”) ve cinayetten otuz yıl yemişti ve bundan gurur duyar gibi bir hali vardı. Hanky Carter’dan hoşlanmıyor, ona züppe diyordu. Carter’ın onunla geçirdiği doksan gün boyunca birkaç ufak tefek çekişme yaşanmıştı. Örneğin, Hanky, Carter’ın yanındayken hücredeki tek klozetsiz, açıkta duran tuvaleti kullanmaktan hoşlanmadığını fark etmiş ve kendi işini olabildiğince gürültülü ve kaba bir şekilde görmeye başlamıştı. Carter başta iyi niyetle aldırmıyor görünmeye çalıştı, ama on gün hce, şaka artık iyice bayatlayınca, “Allah aşkına Hanky, kes şunu,” dedi, Hanky de öfkelenip Carter’a züppeden daha ağır bir laf etti.


Bir an yumruklarını sıkarak karşı karşıya durdular, ama onları gören bir gardiyan aralarına girdi. Bundan sonra Carter, Hanky ile arasında nazik ve soğuk bir mesafeyi korudu, daha yakın bir yerdeyse tek kulaklık setini Hanky’ye uzatıyor, havlusunu falan veriyordu. Tek ranzasıyla hücre, iki kişinin rahatça yaşayamayacağı kadar küçüktü ve özellikle de biri üst yatağı, öbürü altı alma konusunda uzlaşmamışlarsa işler daha da kötü oluyordu. Ama bu hafta Carter avukatı Tutting’den kötü haberler almıştı. Tekrar yargılanma olmayacaktı ve doksan gün geçtiğinden af da söz konusu değildi. Carter, bir süre daha hücreyi Hanky ile paylaşacağı ve belki bu kadar düşmanca ve soğuk davranmaması gerektiği gerçeğiyle karşı karşıya kaldı. Aralarındaki hava hoş değildi ve bir işe de yaramıyordu. Hanky geçen cuma mahkumları çiftlik işine getirip götüren kamyondan atlarken bileğini burkmuştu. En azından ona bileğinin nasıl olduğunu sorabilirdi. Hanky alttaki yatağın kenarına oturmuş, eksik ve kirii iskambil destesini karıştırıyordu. Carter ona başıyla selam verip sarılı bileğine baktı. “Bugün ayağın nasıl?” diye sordu. Gömleğinin düğmelerini açtı ve lavaboya doğru gitti. “Ha, şöyle böyle. Hâlâ üzerine basamıyorum.

” Hanky çarşafın ayak ucundaki kısmını kaldırarak oraya sakladığı iki paket Camel’ı çıkardı. Carter doğrulup küçük, sert havlı havlusuyla kurulanırken bunu gördü. Hanky sigara içmiyordu. Haftada dört pakete izin veriliyordu ki mahkumlar bunu kendi paralarıyla alırlardı. Mahkumların ücreti günde on dört sent, sigaranın paketiyse yirmi iki sentti. Hanky kendi payını saklar ve diğer mahkumlara üzerine kâr koyarak satardı. Gardiyanlar Hanky’nin çevirdiği dolabı biliyor ama göz yumuyorlardı, çünkü Hanky onlara ara sıra bir paket sigara, hatta bir dolar verirdi. “Bana bir iyilik yapar mısın, Cart? Bunları bu kattaki on üç numaraya ve üçüncü kattaki kırk sekiz numaraya götür. Her birine bir tane. O kadar yürüyebileceğimi sanmıyorum. Paralarını ödediler.” “Elbette.” Carter bir eliyle paketleri tutarken, öbür eliyle de gömleğinin düğmelerini iliklemeye başladı. On üç numaralı hücre onun ve Hanky’ninkinden yalnızca iki hücre ötedeydi. Ranzanın altında beyaz saçlı, ihtiyar bir zenci oturuyordu.

Carter, “Sigaralar senin mi?” diye sordu. Zenci zayıf kalçasının üzerinde doğruldu ve cebinden küçük bir kâğıt parçası çıkardı. Esnekliğini kaybetmiş kara parmaklarıyla Hanky’nin alındı belgesini Carter’ın eline koydu. Carter kâğıdı cebine attı, ranzanın üzerine bir paket Camel koydu ve hücreden çıktı. Merdivenlerin bulunduğu tarafa doğru koridorda yürüdü. Moony -Moonan’ın takma adıydı bu- adlı bir gardiyan, Carter’a doğru gelirken salına salına yürümekten vazgeçip hızlandı ve kaşlarını çattı. Carter’ın elinde öbür sigara paketi vardı. Moony’nin bunu gördüğünü anladı. “Sigara teslimatı mı yapıyorsun?” Moony’nin ince, uzun yüzü daha da sertleşti. “Gazete ve süt de dağıtmaya başlayacak mısın?” “Bunları Hanky’nin adına götürüyorum. Ayak bileğini burktu.” “Ellerini uzat.” Moony belinden kelepçesini çıkarttı. “Sigaraları çalmadım. Hanky’ye sor istersen.

” “Ellerini uzat!” Carter ellerini uzattı. Moony kelepçeyi onun bileklerine taktı. Aynı anda yakınlardaki iki tuvaletin sifonu çekildi ve Carter Moony’nin omzunun üzerinden pezevenk suratlı, tıknaz bir mahkumun hafif bir keyifle yılışık yılışık sırıtarak seyrettiğini gördü. Birkaç saniye önce Carter Moony’nin şaka yapıyor olabileceğini düşünmüştü. Moony ile Hanky’yi birkaç kez şakalaşırken görmüştü, hatta Moony Hanky’ye yaramazca copunu bile sallamıştı. Artık Moony’nin şaka yapmadığını biliyordu. Moony ondan hoşlanmıyordu. Moony ona “profesör” diyordu. Moony, “Blokun sonuna doğru yürü,” dedi. Sesi yüksek perdedendi. Moony Carter’la konuşurken, blokun iki yanındaki iki üç hücreye sessizlik çökmüştü ve tüm zemin kata yayılıyordu. Carter önde, Moony arkada yürüdüler. Koridorun ucunda ikinci kata çıkan iki merdiven boşluğu, hastaneye gidenler binerken yalnızca iki kez açıldığını gördüğü asansör kapısı ve büyük, yuvarlak kilitleriyle iki düz kapı vardı. Bu kapılardan biri yandaki hücre blokuna, yani B Blok’a, öbürüyse Delik’e açılıyordu. Moony Carter’ın önüne geçti ve belinden büyük bir anahtar demeti çıkardı.

Seyreden mahkumların hafif, ortak homurtusunu duydu Carter, rüzgâr kadar adsız bir mırıltı. Bir ses, “Sorun ne, Moony?” diye sordu, o kadar kendinden emin bir sesti ki, bir gardiyana ait olduğunu anlaması için Carter’ın arkasına dönmesine gerek yoktu. Moony, “Büyük mühendisi sigara dağıtırken yakaladım,” diyerek kapıyı açtı. Carter’a, “Merdivenden in,” dedi. Merdivenden aşağıya indiler. Burası Delik’ti. Carter birkaç basamaktan sonra duraksadı. Delik hakkında birçok şey duymuştu. Mahkumlar abartıyor olsa bile, ve abarttıklarından emindi, bir işkence odasıydı burası. “Bakın, böyle bir suç -Hanky’ye bir iyilik yapmak- biraz ihtar yeter, değil mi?” Moony ve onunla birlikte gelen Cherviver, yarım akıllı birinin söylediği bir sözmüş gibi, üstün bir tavırla gülümsediler. Moony, “Devam et,” dedi. “Senin de benim de sayabileceği-mizden daha fazla ihtar aldın.” Moony onu dürttü. Carter dengesini sağladıktan sonra adımlarını dikkatle atarak basamaklardan indi; düşerse kelepçeli elleriyle kendini koruması zor olabilirdi. Cezaevine konulduğu gün düşmüştü ve o zaman da kelepçe ağır bir deri kayışa bağlıydı.

Çok ihtar aldığı doğruydu, ama bunlar yalnızca yapabilecekleriyle yapamayacaklarını henüz bilmemesinden kaynaklanıyordu. Koridora sırayı bozmadan çıkmadığınız için, atölyelerde “Özür dilerim” ya da herhangi bir şey söylediğiniz için (ama dönerken değil), bazı zamanlarda saçınızı taradığınız için, A Blok’un sonundaki çift sürgülü duvardan bir ziyaretçiye (bir yabancı belki, kadın ya da erkek) fazla uzun baktığınız için ihtar alırdınız; ve Carter bu ihtarlar yüzünden pazar öğleden sonraları dört kez karısını görememişti. Bu durum iki kat rahatsız ediciydi, çünkü ihtar aldığı her olayda, izin verilen haftada iki mektup Hazel’a geç gönderildiği için, Hazel pazar günü onu göremeyeceğini bilmeden gelmişti cezaevine. Bir mahkumun ihtarlardan kaçınmak için okuyabileceği bir kurallar listesi hiçbir yerde asılı değildi. Carter bazı mahkumlara olası ihtarları sonnuş ve kırk elli ihtarlık bir liste hazırlamıştı, ama sonra mahkumlardan biri, yüzünde tuhaf bir gülümsemeyle, “Oho, bin tane falan olmalı. Orospu çocuklarına uğraşacak bir konu çıkarıyor,” dedi. Carter artık karanlıkta tek başına yirmi dört ya da kırk sekiz saat kalacağını biliyordu. Derin bir soluk alıp filozofça düşünmeye çalıştı: Sonsuza kadar sünneyecekti, üstelik burada verdikleri üç ya da altı pis yemeği kaçırsa ne olurdu ki? Yalnızca Hazel’ın günlük mektubunu kaçıracağına hayıflandı, mektup 17. 30 sularında hücresine getirilecekti. Carter’ın ayakları merdivenin bittiği noktayı buldu. Havada alışılmadık bir rutubet ve tanıdık bir idrar kokusu vardı. Moony’nin elinde bir fener vardı, ama feneri kendisiyle Cherni-ver için kullanıyordu, Carter karanlıkta yürüyordu. Şimdi sağında ve solunda daha önce duymuş olduğu küçük hücre kapılarını görebiliyordu: bir insanın ayakta durmasının mümkün olmadığı küçük kara delikler. Kapının önünde büyük basamaklar olduğu için sürünerek girmek gerekiyordu. Cezaevinin 1869’da yapıldığını Carter hatırlamıştı ve burası da ilk cezaevinin bir kısmı olmalıydı, onarım gönneyen bir kısmı.

Cezaevinin geri kalan kısmı söylendiğine göre zamanla onarımdan geçmişti. Chemiver kısık bir sesle, “… hortum?” diye sordu. “Daha güçlü bir şey. İşte geldik. Dur! İçeriye gir.” Hiç kapısı olmayan bir hücrenin yanındaydılar, çok yüksek açık girişi olan bir hücrenin. Carter içeriye girerken, başka bir hücreden bir homurtu, bir inleme ya da burun çekişi duydu. Hücre, Carter’ın Hanky ile paylaştığı hücreyle kıyaslandığında muazzam büyüktü, ama içinde ne yatak ne iskemle ne de tuvalet vardı, yalnızca orta yerde küçük bir yuvarlak delik bulunuyordu. Duvarlar taştan değil metalden yapılmıştı, siyah-griydi ve pastan kızıllaşmıştı. Derken Carter siyah kancalara asılı iki zincirin tavandan sarktığını fark etti. Moony, “Ellerini uzat,” dedi. Carter ellerini uzattı. Moony kelepçeyi çıkardı. “Cherny, dostum, bana bir yerlerden bir tabure bulsana.” Cherniver, “Peki, efendim,” diyerek dışarıya çıktı, fenerini cebinden çıkardı.

Cherniver küçük bir sehpaya benzeyen kare biçiminde ahşap bir tabureyle geri döndü ve tabureyi zincirlerin altına koydu. Moony, “Üstüne çık,” dedi. Carter tabureye çıktı, Moony de ardından. Carter emir verilmesini beklemeden ellerini kaldırdı. Kayışlar, kenarları lastikten yapılma deriydi ve tokalıydı. Moony, “Başparmaklar,” dedi. Carter boyun eğen bir tavırla başparmaklarını çevirdi, sonra Moony’nin neyi amaçladığı kafasına dank edince şok geçirdi. Moony kayışları başparmaklarının birinci ve ikinci eklemlerine taktı, sonra tokayı sıkıca bağladı. Kayışların üzerinde birer santim aralıklarla delikler vardı. Moony tabureden indi. “Tabureye tekme at.” Carter o kadar yükseğe asılıydı ki ayaklarının ucunda duruyordu ve tabureyi tekmeleyemezdi. Moony’nin savurduğu tekme tabureyi Carter’ın iki metre ötesine gönderdi ve tabure ters döndü. Carter sallandı. İlk acı darbesi uzun sürdü.

Başparmaklarının ucuna kan yürüdü. Sırtı gardiyanlara dönüktü ve darbe indirmelerini bekliyordu. Moony güldü, bir tanesi tekme atınca, Carter ileri geriye sallanmaya başladı. Sonra sırtından hafif bir şekilde itildi. Carter inlemesini bastırdı. Nefesini tuttu. Şimdi kulaklarının önünde ter damlaları belirmiş, çenesine doğru iniyordu. Kulakları yüksek sesle çınlıyordu. Sigara dumanı kokusu geldi burnuna. Carter bir zaman sınırı olup olmadığını merak etti, kabaca bir zaman sınırı, diyelim bir saat ya da iki saat. Ne kadar süre geçmişti? Üç dakika mı? On beş mi? Carter birkaç saniye sonra çığlık atacağından korkuyordu. Bağırma, dedi kendine. Orospu çocukları buna bayılır. Sırtındaki kaslar titremeye başladı. Nefes almakta zorluk çekiyordu.

Boğulduğunu, havada değil suda olduğunu gördüğü kısa bir fantezi yaşadı. Sonra kulaklarındaki çınlama gardiyanların sesini bastırdı. Bir şey sırtına vurdu. Önündeki taş döşemeye su döküldü, bir kova sıçrayıp tangırdadı. Her şey yavaş çekimle hareket ediyor gibiydi. Carter kendini çok daha ağır hissetti ve iki gardiyanın ayaklarına asıldığını düşündü. Carter, “Ah, Hazel,” diye mırıldandı. Bir gardiyan, “Hazel kim?” diye sordu. “Karısı. Her gün ondan mektup alır.” “Ama bugün almayacak.” , Carter gözlerinin yuvalarından fırladığını hissetti. Hazel’ın hücresinde sinirle bir aşağı bir yukarı yürüdüğünü, ellerini ovuşturduğunu, ara sıra ona baktığını ve kendisinin duyamayacağı bir şey söylediğini hayal etti. Sahne duruşmaya dönüştü. Wallace Palmer.

Wallace Palmer ölmüştü. Peki sence parayı ne yaptı?… Haydi, Carter, sen akıllı bir adamsın, üniversite mezunusun. mühendissin, çok yönlü bir New Yorklusun. (Gerçi bu geçerli bir şey değil.) Ne imzaladığını bilmeden belgelere imza atmazsın! Ne imzaladığımı biliyordum. Alındı belgeleri, faturalar. Malların tam fiyatlarını bilmek benim işim değildi. Müteahhit Palmer’dı. Ben imzaladıktan sonra fiyatlar alındı belgelerinde artırılmış olamaz, Palmer artırmış olamaz… Malzemenin ikinci kalite olduğunu bilmiyordum, bunu ona da söyledim. Para nerede. Bay Carter? iki yüz elli bin dolar nerede? Sonra Hazel tanık iskemlesine çıktı, net bir sesle, Kocamla benim her zaman ortak bir banka hesabımız vardı, dedi… Para konusunda hiç gizlimiz saklımız olmadı … para konusunda… para konusunda… “Hazel!” diye bağırdı Carter ve bu her şeyin sonu oldu. Üzerine defalarca kovalar dolusu su döküldü. Arkasında sesler şarkı söylüyor gibiydi. Şarkılar ve kahkahalar vardı. Sesler giderek yavaşladı ve Carter tekrar yalnız kaldı.

Şarkının kulaklarında kendi kanının atışı olduğunu anladı. Çekilmeden dolayı başparmaklarının çok uzamış olduğunu hayal etti. Ölmemiş-ti. Wallace Palmer ölmüştü. Ölmemiş olsa konuşacak Palmer. Palmer üçüncü kattaki yapı iskelesinden bir çimento karıştırma makinesinin yanına düşmüştü. Artık okul binası bitmişti. Carter koyu kırmızı, dört katlı binayı görmüştü. Büyük bir U şeklindeydi bina, bir bumerang gibi. Üstüne bir Amerikan bayrağı dikilmişti. Dimdik duruyordu ama kötü malzemeden yapılmıştı. Çimento iyi değildi, su tesisatı çalışmıyordu, bina bitmeden önce alçı işleri çatlamaya başlamıştı. Carter malzeme konusunda Gawill ve Palmer’la konuşmuş, ama Palmer malzemede bir sorun olmadığını, yaptıranların böyle istediğini söylemişti, okul kurulu parayı kısıyordu ve inşaat malzemeleri kötüyse bu kendilerinin sorunu değildi. Ardından söylentiler yayıldı ve güvenlik komisyonu, adı her neyse, çocukların binaya girmelerine izin verilmemesi gerektiğini, binanın çocukların tepesine çökebileceğini ve okul kurulunun parayı kısmadığını, en iyisinin yapılması için para verdiğini söyledi, peki sorumlu kimdi? Sorumlu Wallace Palmer’dı ve Triumph’daki birkaç kişi daha 250.000 dolardan paylarını almışlardı -<>rneğin Gawill neler olup bittiğini fark etmemiş olamazdı- ama Philip Carter baş mühendisti, müteahhit Palmer’la çok yakın ilişkisi vardı, şehir dışından biriydi, New Yorkluydu, akıllıydı, Güney’c rağmen kendini yetiştirmiş bir adamdı, bulunduğu konumunun onuruna ve güvenine ihanet etmiş bir meslek adamıydı ve Devlet onun cezasını verecekti.

Yargıç, “Sert bir rüzgâr daha esene kadar okulu boş tutun,” dedi, “Eyalet’in katlanması gereken bir onursuzluk ve de pahalı bir onursuzluk bu!” İki kişi gelip onu aşağıya indirdi. Carter’ın başı taş döşemeye çarptı. Onu taşımak için beceriksiz girişimlerde bulundular. Küfürler. Adamlar tekrar dışarıya çıkarken onu yerde iki büklüm bıraktılar. Carter öğürdü ama kusamadı. Adamlar bir sedyeyle geri döndü. Carter’ın hafif aralık gözlerinden ancak görebildiği uzun bir koridordan geçtiler. Merdiven üstüne merdiven tırmandılar, Moony ve başka biri -adı neydi, son geceki kişi? Ne zamandı? Yukarıya doğru çıktılar, Carter sedyede arkaya doğru kaydı ve başı sedyeden düştü. Sonra dar koridorlardan geçtiler, burada mahkumların -Carter ten rengi giysilerinden onları tanımıştı- ve mavi tulumlu birkaç zenci mahkumun önünden geçerlerken adamlar sessizce onlara baktı. Sonra iyot ve dezenfektan kokusu duydu. Revire gidiyorlardı. Sert bir masanın üzerinde sedyede yatıyordu. Öfkeli bir ses fısıltıyla konuşuyordu. Hoş bir ses, diye düşündü Carter.

Moony’nin sesi cevap verdi. “Sürekli asilik ediyor… Asi bir adam. Bunun gibileri ne yapacaksınız?… Benim işimi siz yapmalıydınız, bayım… Tamam, müdürle konuşun. Ben de ona bir iki şey söyleyeceğim.” Doktor tekrar konuşurken Carter’ın el bileğini kaldırdı. “Şuna bir bak!” Moony, “Ha, daha kötülerini de gördüm,” dedi. “Ne kadar süre asılı kaldı?” “Bilmiyorum. Onu bağlayan ben değilim.” “Sen değil misin? Kim bağladı?” “Bilmiyorum.” “Kim olduğunu bulamaz mısınız? -Kim olduğunu bulamaz mısın?” Yuvarlak, bağa çerçeveli gözlüklü beyaz ceketli bir adam Car-ter’ın yüzünü büyük ıslak bir bezle sildi ve diline bezden birkaç damla damlattı. “ … Morfin, Pete,” dedi doktor. “Yarım damla.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir