Patricia Highsmith – El Surcmesi

“Bana mektup olmadığından emin misiniz?” diye sordu Ingham. “Adım Howard Ingham. I-n-g-h-a-m.” İngilizce konuştuğu halde, harfleri biraz duraklayarak Fransızca kodlamıştı. Ateş kırmızısı üniformalı ufak tefek Arap, üzerinde I-J yazan gözdeki zarflan tekrar gözden geçirdikten sonra başını iki yana salladı. “Non, M’sieur.” “Merci,” dedi Ingham kibarca gülümseyerek. Aynı soruyu ikinci soruşuydu bu. İlkinde, on dakika kadar önce, Tunisia Palace oteline gelir gelmez sorduğunda resepsiyonda başka biri vardı. John Castlewood’dan ya da Ina’dan bir mektup bulacağını ummuştu. New York’tan ayrılalı beş gün oluyordu. Önce doğru Paris’e uçmuş, hem ajanıyla görüşmüş, hem de şehri tekrar görmeye biraz vakit ayırmıştı. Dalgın bir tavırla bir sigara yakıp çevresine bakındı. Değerli halılarla kaplı lobide havalandırma tertibatı çalışmaktaydı. Koyu renk tenli, modern giyimli, tek tük Arap işadamları dışında müşterilerin çoğu Fransız ya da Amerikalıya benziyordu.


Oteli John tavsiye etmişti, çevredekilerin en iyisiydi herhalde. Cam kapıdan sokağa çıktı. Haziranın ilk günleriydi, saat akşamüstü altıya geliyordu; güneş iyice alçaldığı halde ortalık aydınlık, hava sıcaktı. John, yemekten önce Cafe de Paris’de aperitif almasını önermişti. İşte, Burgiba Bulvan’nın karşı sırasında, ikinci köşe başındaydı kahve. Ingham karşıya geçip Herald Tribune’ün Paris baskısını aldı. Geniş caddenin ortasında, iki yanı ağaçlı, asfalt orta refüje gazete ve sigara bayileriyle ayakkabı boyacıları.sıralanmışlardı. Mexico City’le Paris bulvarları arası bir yerdi burası; ama zaten Fransızlar vaktiyle hem Mexico City’yle hem de Tunus’ta söz sahibi olmuşlardı. Çevresindeki yüksek sesle konuşmalardan hiçbir anlam çıkaramıyordu. ‘Oteldeki valizlerinden birindeki Kolay Arapça adlı cep kitabı geldi aklına. Başka hiçbir dile benzemediğine göre, anlaşılan Arapçayı ezberlemek gerekecekti. Ingham karşıya ulaşıp Cafe de Paris’e doğru yürüdü. Kaldırıma çıkarılmış masaların hepsi doluydu. Müşterilerin bakışları gözünden kaçmadı – Herhalde yeni bir yüz olduğu için insanlar ona bakıyorlardı.

Tunus’ta çok Amerikalı ve İngiliz vardı, hepsi de, sanki uzun süreden beri buradaymış ve biraz sıkılmış gibi görünüyorlardı. Bara yanaşıp bir Pernod ısmarladı. Gazetesini okumaya çalıştı, ancak çevrenin gürültüsü dikkatini dağıtıyordu. İleride boş bir masa görüp oturdu. Kaldırımdan ağır adımlarla geçenler, kahvede oturanlara aynı boş gözlerle bakıyorlardı. Özellikle gençleri izlemeye dikkat etti Ingham; konusu iki genç sevgili olan bir senaryo siparişi almıştı, aslında iki değil üç genç, çünkü kıza ilgi gösteren, ama elde edemeyen biri daha olacaktı. Oysa geldiğinden beri birlikte dolaşan bir genç kızla erkeğe henüz rastlamamıştı. Genç erkekler tek başlarına geziyor, arada bir el ele tutuşmuş, birbirlerine ciddi bir tavırla bir şeyler anlatan iki erkek geçiyordu. Ingham, bu ülkede erkeklerin birbirlerine yakınlık gösterdiklerini, eşcinsel ilişkilerin doğal sayıldığını John Castlewood’dan duymuş, ama senaryosu açısından önemli saymamıştı. Burada ayrı cinsten gençlere bir yetişkin eşlik ediyor, ya da en azından uzaktan gözlüyordu. Gerçekten gözlenecek pek çok yenilik vardı çevresinde. John’un gelişine kadar geçireceği sekiz on gün içinde olabildiğince yeni izlenim edinecek, kentin atmosferine alışmaya gayret gösterecekti. John’un tanıdıklarının yardımıyla Ingham da Tunuslu orta sınıf ailelerinin yaşamlarını tanıma fırsatını bulacaktı. Gerçi senaryoda büyük ölçüde yazılı diyalog istenmiyordu, ama yine de bazı özellikleri belirtmek gerekecekti. Ingham, daha önce de bir kere televizyon için bir senaryo yazmıştı, ancak kendini daha çok romancı olarak görüyor, bu nedenle yeni görevinden biraz da ürküyordu.

Oysa John, Ingham’a güveniyordu, ayrıca kontratın ayrıntıları oldukça esnek düzenlenmiş, Ingham da bir şey imzalamamıştı. Castlewo-od’un avans olarak verdiği bin doların hesabını dikkatle tutup sadece iş giderleri için kullanıyordu. Paranın büyük bir bölümünü bir ay süreyle kiralayacağı otomobile yatırması gerekecekti. Arabayı yarın sabah teslim alıp dolaşmaya başlamalı, diye düşündü. “Merci, non,” diyerek uzun, çiçekli bir dal satmaya çalışan seyyar satıcıyı başından savdı. Çiçeklerin ağır, tatlı kokusu havada kalmıştı. Satıcı, dallan toparlayıp masaların arasından “Yase-miiin!” diye bağırarak ilerledi. Başında kırmızı bir fes, üzerinde, içindeki beyazımsı donunu gösterecek kadar yıpranmış, lavanta çiçeği renginde bir entari vardı. Yan masalardan birindeki şişman adam çiçekli dalı elinde evirip çevirdi, burnuna götürüp kokladı. Gözleri kaymış, kendinden geçmiş gibiydi. Sevgilisini mi bekliyordu, yoksa birini mi düşünüyordu? Ingham on dakika sonra adamın kimseyi beklemediğine karar verdi. Bardağındaki gazoza benzeyen renksiz içkisini bitirmişti. Açık gri takım elbisesiyle orta sınıftan, hatta üst sınıftan biri olabilirdi. Haftada otuz dinar, belki de biraz fazla, yaklaşık otuz altı dolar kazanıyor olabilirdi. Ingham son haftalarda Tunus hakkında bu tür ayrıntılı bilgi edinmişti.

Burgiba, halkını dinin tutuculuğundan kurtarmaya çalışıyordu. Birden fazla kadınla evliliği yasaklamıştı, kadınların peçe takmasını da hoş karşılamıyordu. Tunus, öteki Afrika ülkeleri arasında kuşkusuz en gelişmişiydi. Gerçi Fransız tüccarların ülkeyi terk etmeleri istenmekteydi, ama henüz Fransa’nın mali yardımına fazlasıyla bağlıydılar. Ingham otuz dört yaşında, bir seksen boyunda, kumral, mavi gözlü, ağır kanlı bir tipti. Spor yapmadığı halde düzgün yapılıydı, omuzlan geniş, bacakları uzun, elleri güçlüydü. Florida doğumluydu, ama sekiz yaşından beri New York’ta oturduğundan kendini New Yorklu sayıyordu. Pennsylvania Üniversitesi’ni bitirdikten sonra bir süre Philadelphia’da gazetecilik yapmış, ara sıra bir şeyler de yazmış, ancak ilk kitabı yayımlanana kadar şansı yaver gitmemişti. Olumsuz Düşüncenin Gücü adlı kitap, olumsuz düşünen iki kahramanının sonunda şöhrete kavuşup zengin oluşunu anlatan, olumlu düşünceyi alaya almaya çalışan bir gençlik eserinden fazla bir şey değildi, ama büyük ölçüde ilgi uyandırmıştı. Ingham, bunun üzerine gazeteciliği bırakıp iki üç yıl sıkıntı içinde yaşadı. İkinci kitabı Domuz Serisi aynı ölçüde tutulmadı. Bu arada Char-lotte Fleet adlı zengin bir kıza tutulup evlenmişti, ama karısının parasından yararlanmadı, hatta Charlotte’nin zenginliği evliliklerini olumsuz yönde etkiledi, iki yıl sonra boşandılar. Ingham, Manhattan’da küçük bir daire tuttu. Ara sıra bir öykü ya da televizyon senaryosu satarak geçinip giderken, geçen Şubatta, “Eğer” Oyunu adlı kitabının 50.000 dolara bir film şirketine satılmasıyla önemli bir dönüm noktasına ulaşmış oldu.

Gerçi kitabın, hüsnüku-runtunun gerekliliği ve değeri konusunu işleyen entelektüel mesajından çok, çılgın aşk hikâyesi yüzünden filme uygun bulunduğunu düşünüyordu, ama önemli olan satılmasıydı. Ingham ömründe ilk kez maddi rahatlığın tadını çıkarmaya başlamıştı. Kitabını senaryo haline getirme önerisini kabul etmedi. Sinema ve televizyon yazarlığında kendini çok iyi bulmuyordu, üstelik kitabın konusu da film olmak için elverişli sayılmazdı. John Castlevvood’un “Trio” konusundaki fikirleri çok daha basit ve görsel açıdan zengindi: Bir başkasıyla evlenen sevgilisini elinden kaçıran genç, şanslı rakibinden öç almak-için korkunç bir plan yapıyor, önce karısını baştan çıkarıp ardından işini bozuyor, sonunda da adamı öldürtüyordu. Konu, Amerika için pek akla yakın sayılmazdı, ama ne de olsa Tunus’ta geçiyordu. Tunus’u iyi bilen John Castlewood, Miles Gallust adinda bir prodüktör bulup hevesle işe girişti. Bu arada Ingham’la tanışmış, konuyu anlatıp uygun bir senaryo yazmasını rica etmişti. Ingham, işler istediği gibi ilerlemez ya da altından kalkamazsa John’dan açıkça başkasını bulmasını isteyip bin doları geri vermeye karar vermişti. John daha önce kısıtlı bütçelerle iki iyi film çevirmişti. “Öfke”nin konusu Meksika’da geçiyordu, ikincisine oranla daha başarılı olmuştu. Ingham’in adını hatırlayamadığı ikinci film ise Teksas’taki petrol dalaverecileri hakkındaydı. John yirmi altı yaşındaydı. Ingham’a göre, hayatı henüz tanımamış herkes gibi o da enerji ve güven doluydu. Ingham, John’un geleceğinin kendisininkinden daha iyi olacağını sanıyordu.

Ingham, insanın yapabileceklerinin sınırlarını anladığı yaştaydı, oysa John Castlewood sınır tanımıyordu; belki de bu konuya kafa yormayan, ya da bunun bilincine varmayan insanlardan biriydi, bazen böylesi daha iyi oluyordu. Ingham, hesabı ödeyip ceketini almak üzere otele döndü. Karnı acıkmıştı. Üzeri I-J yazılı bölmedeki iki mektuba ve asılı duran oda anahtarının altındaki boş göze baktı. “Vingt-six, s’il vous plait,” diyerek anahtarını aldı. Yine John’un önerisine uyup, otelle Cafe de Paris arasında, Rue du Paradis’deki Restaurant du Paradis’e gitti. Yemekten sonra çevrede dolaştı, turistlerin bulunmadığı kahvelerde ayaküstü birer espresso içti. Kahvelerin sahipleri erkekti. Barmen Franstz-casını anlamıştı, ama çevrede kimse Fransızca konuşmuyordu. Otele döner dönmez Ina’ya mektup yazmayı planlamıştı, ama oldukça yorgun, biraz da isteksizdi. Yatağa girip Amerika’dan getirdiği William Golding’in bir romanını okumaya başladı. Uykuya dalmadan önce, Cafe de Paris’de uzaktan uzağa hafifçe flört ettiği kızı düşündü: Sarışın, biraz tombul, ama çok çekiciydi. Alman olabilirdi (yanındaki adamın milliyeti belirsizdi), kahveden çıkarken Fransızca konuşmaları pek hoşuna gitmişti. Züppelik, dedi kendi kendine. Ina’yı düşünmesi gerekirdi.

Ina da mutlaka onu düşünüyordu. Kesin olan bir şey varsa, o da Tunus’un Lotte’yi hatırlatmayacak bir yer oluşuydu. Çok şükür, son günlerde aklına takılmamıştı: Boşanalı bir buçuk yıl olduğu halde, bazen sadece altı, hatta iki ay geçmiş gibi geliyordu. II Ertesi sabah da postadan mektup çıkmayınca, John’la Ina’nın Hammamet’teki Hotel du Golfe adresine yazmış olabileceklerini düşündü Ingham. Bu oteli de John tavsiye etmişti. Gerçi henüz oda ayırtmamıştı, ama Haziranın beşi, altısı için rezervasyon yaptırmalıydı. “Birkaç gün Tunus’ta gez, dolaş,” demişti John. “Biliyorsun, kahramanlarımız Tunus’ta yaşıyorlar. Orada çalışabileceğini sanmıyorum – şehir çok sıcak oluyor, üstelik denize girebilmek için Sidi Bou Said’e gitmek gerekiyor. Hammamet’te kalsak daha iyi çalışırız. Öğleden sonraları denize dalıp çıkarız, kentin gürültüsünden de uzak…” Ingham bütün gününü kâh yaya, kâh otomobille Tunus’u dolaşarak geçirdi. Saat on ikiden dörde kadar, restoranlardan başka her yerin kapandığı öğle “tatilini de oyalanarak atlattı ve ertesi gün Hammamet’e varır varmaz Tunus’u yeterince görmediği için vicdan azabı duyacağını düşünüp iki gün daha kalmaya karar verdi. Birinci gün arabayla on altı kilometre uzaklıktaki Sidi Bou Said’e gitti; kumsalda yürüyüş yaptı, denize girdi, çevrede lokanta bulamayınca küçük, lüks bir otelin restoranında öğlen yemeği yedi. Şehir tertemizdi, beyaz kireç badanalı evlerin kapı ve pencere panjurları çivit mavisine boyanmıştı. Bir gün önce Hotel du Golfe’e telefon etmiş, yer olmadığını öğrenmişti.

Hammamet’teki başka bir otelin adını vermişti resepsiyon memuru. Ertesi gün gidip oteli gezdi, fazlasıyla Hollywo-od’a özenti buldu. Sonunda Hammamet’teki Hotel La Reine’de bir oda tuttu. Yörenin bütün otelleri gibi bu da Hammamet körfezinde, ancak kumsaldan elli metre kadar gerideydi. La Reine’in bir ana binası, limon ve portakal ağaçlarıyla bugenvillaların yetiştiği güzel bahçesinde yeşilliklerin meraklı bakışlardan gizlediği on beş yirmi kadar da bungalovvu vardı. Bungalovvlarda mutfak da olduğu halde, Ingham’ın canı yemekle uğraşmak istemediği için deniz manzaralı bir otel odasında karar kıldı. Yerleşir yerleşmez plaja indi. Güneş henüz batmamıştı, ama sahilde pek az müşteri vardı. Ingham, şezlongların ücretli olup olmadığını çıkaramadı, sonunda otele ait olduklarına karar verip birine yerleşti. Güneş gözlüğünü taktı -John Castlewood bunu da düşünmüş, bir gözlük hediye etmişti- bornozunun cebinden kitabını çıkarıp okumaya koyuldu. On beş dakikaya kalmadan gözleri kapanmış, içi geçmişti. Tanrım, ne kadar sessiz, güzel, sıcak bir yer… “Merhaba – iyi akşamlar! – Amerikalı mısınız?” Başucunda silah patlamış gibi birden yattığı yerden sıçrayarak doğruldu. “Evet.” “Kusura bakmayın, sizi kitabınızdan ayırdım. Ben de Amerikalıyım, Connecticut’tan.

” Karşısında elli yaşlarında, kır saçlı, tepesi açılmaya yüz tutmuş, hafifçe göbekli bir adam duruyordu. Gıpta edilecek kadar güzel yanmıştı. Uzun boylu sayılmazdı. “Ben New Yorkluyum,” dedi Ingham. “Sizin şezlongunuz muydu acaba?” “Yok canım! Ama yarım saate kalmaz komiler şezlongları toplayıp götürürler. Gece kilit altında tutmasalar, sabah birini bile bulamazsınız!” Kendini yalnız hissediyor, diye düşündü Ingham. Karısı da onun gibi konuşkan mı acaba? Öyle de olsa, insan yine de yalnızlık çekebilir. Adam, Ingham’m iki adım ötesinde durmuş, denize bakıyordu. “Adım Adams – Francis J. Adams.” Adından gurur duyuyor-muş gibi söylemişti. “Ben de Howard Ingham.” “Tunus’u nasıl buldunuz?” diye sordu Adams, güneş yanığı yanaklarını hafifçe tombullaştıran bir gülümsemeyle. “Ah, çok güzel. En azından Hammamet.

” “Evet, bence de. Ülkeyi gezebilmek için insanın arabası olmalı. Sousse, Djerbafalan. Arabanız var mı?” “Evet.” “Güzel. Eh, öyleyse”, duraladı, anlaşılan gitmek istiyordu. “Vaktiniz olursa beklerim. Şu yukarıdaki bungalovlardan birinde kalıyorum – on numara. Komilerin hepsi beni tanır, Adams’ı sorun, yeter. Akşamları bir içki içmeye gelin. Varsa eşinizi de getirin.” “Teşekkür ederim,” dedi Ingham. “Hayır, burada yalnızım.” Adams başıyla selam verip el salladı. “O halde yakında görüşmek üzere.

” Ingham birkaç dakika daha oturduktan sonra odasına çıktı. Duş yapıp giyindi, otelin barına yöneldi. Geniş salonda yerde İran halıları seriliydi. Orta yaşlı bir çift aralarında Fransızca konuşuyordu. Bir başka masada üç İngiliz oturmaktaydı. Barın topu topu sekiz on müşterisinin birkaçı da köşedeki televizyonun önüne yerleşmişlerdi. Aralarından biri İngilizlerin masasına yaklaşıp, umursamaz bir tavırla: “İsrail bir düzine havaalanını bombalamış,” dedi “Nerede?” “Mısır’da. Belki de Ürdün’de. Araplar gafil avlandı.” “Haberi Fransızca mı verdiler?” diye sordu İngilizlerden biri. Ingham barda ayakta duruyordu. Savaş çıktı demek, diye düşündü. Neyse ki Tunus, savaş alanından çok uzaktaydı. Film çalışmaları etkilenmezdi herhalde. Ancak, Tunuslular da Araptı.

Araplar kaybedecek olursa, batı-karşıtı davranışlar beklenebilirdi, Arapların kaybedeceği de kesindi. Yarın mutlaka Paris baskısı bir gazete almalıyım, diye düşündü. Bundan sonraki iki gün içinde Ingham plajda görünmedi, arabasıyla ülke içlerine doğru geziye çıkmıştı. İsrailliler, Arapların işini kısa sürede bitiriyorlardı. Daha savaşın patlak verdiği pazartesi günü yirmi beş hava üssünü yerle bir etmişlerdi. Paris gazetelerinden biri, Tunus’taki gösterilerde yabancı plakalı birkaç arabanın devrildiğini, Burgiba bulvarındaki Amerikan kütüphanesinin camlarının kırıldığını yazıyordu. Ingham, Tunus’a uğramadı. Önce, Hammamet’in kuzeydoğusundaki Naboul adlı küçük bir kasabaya gitti, oradan içerilere yönelip Bir Bou Rekba’ya ve adlarını aklında tutamadığı yoksul, tozlu kasabalara uğradı. Bir sabah kendini bir pazar yerinin ortasında buluverdi. Develer, toprak çanaklar, pamuklu kumaşlar, hasır minderler, süs eşyaları arasında dolaştı. Mallar, yere serili kaba örtülere diziliydi. Kalabalıkta yanından geçenlerin ikide birde çarpmasından rahatsız olmuştu. Arapların bu tür temaslardan çekinmediklerini, aksine, insanların birbirlerine dokunmaya âdeta gerek duyduklarını okumuştu bir yerlerde. Çevrede gördükleri bunu doğruluyordu. Pazardaki takıları basit ve zevksiz buldu,, ama gördüklerinden esinlenerek, iyi bir dükkândan Ina’ya gümüş bir iğne almaya karar verdi.

Yassı bir üçgen üzerine iliştirilmiş daire biçimindeki iğneler her boyda, her yerde satılıyordu. İğnenin küçük kutusunu postalamanın zor olacağını düşünerek bir de üzeri işli, kırmızı bir gömlek satın aldı. Aslında erkek gömleğiydi, ama Amerika’da bu canlı renklerle dolaşmak fazla efemine kaçardı. Öğleden sonra paketleri postalamak için Ham-mamet postanesinin önünde saat dörde kadar öğlen tatilinin bitmesini bekledi. Kapıda asılı çalışma saatlerinde, postanenin öğleden sonra dörtte açılıp beşte kapandığı belirtilmişti. Dördüncü gün La Reine otelinden, John Castlewood’a bir mektup yazdı. John, Manhattan’da.Elli Üçüncü Batı Caddesi’nde oturuyordu. 8 Haziran 19- Sevgili John Hammamet, tıpkı anlattığın gibi, pek güzel bir yer. Kumsal harika. Ayın on üçünde geliyor musun? Artık işe başlayacak durumdayım; her fırsatta önüme gelen herkesle konuşuyorum, ama senin ilgilendiğin tiplerin Fransızcaları iyi değil. Dün akşam Les Arcades’a gittim. (La Reine .otelinden iki kilometre ilerideki bir kahvenin adıydı bu.) Lütfen Ina’ya, bana mektup yazmasını söyle.

Ben de ona yazdım. Sizlerden haber alamayınca kendimi biraz yalnız hissediyorum. Belki de, dediğin gibi, postanın inanılmayacak kadar ağır çalışmasındandır… Ve saire. Mektubu bitirdikten sonra her zamankinden daha güçlü bir yalnızlık duygusuna kapılmıştı. Her gün – bazen günde iki kez – Hotel du Golfe’a uğrayıp mektup olup olmadığını soruyordu. Ne mektup gelmişti, ne de telgraf. John’a yazdığı mektubu otel resepsiyonundan postalarsa, aynı gün yola çıkacağından emin olmadığı için postaneye götürdü. Otelin resepsiyon memurları, postanın geliş saati sorusuna üç ayrı cevap vermişlerdi – belki de kutunun ne zaman açılacağını da kimse bilmiyordu. Ingham altıya doğru, kumlarda yetişen sık palmiyelerin arasındaki dar patikadan geçerek plaja indi. Yere çakılmış birkaç boru, eski bir çocuk bahçesinin kalıntıları olabilirdi; üstlerinde kene gibi yapışmış sümüklüböcek kabuklarından beyaz tepelikler oluşmuştu. Borular el değmeyecek kadar sıcaktı. Yürürken romanını düşünüyordu. Çalışmak için yanına not defteriyle kalem de almıştı. Zaten John gelene kadar Trio’nun senaryosunda yapabileceği bir şey yoktu. Denize girip yoruluncaya kadar açıldı, sonra tekrar kıyıya yüzdü.

Su, ilerilerde bile kadar sığdı. Denizin dibi yumuşak, ince bir kumla kaplıydı, arada bir bölümü taşlık, kıyı yakınları yine kumluktu. Ingham sahile çıkıp bornozuyla yüzünü kuruladı, yanına havlu almamıştı. Oturup defterini açtı. Romanının kahramanı, ikili hayat süren, ancak ahlakdışı hareketlerinin bilincinde olmayan, dolayısıyla hafif kafadan kontak, en azından dengesiz bir tipti. Bu yönü Ingham’ın pek hoşuna gitmemekle birlikte başka çözüm bulamamıştı. Kahramanını -Dennison’du adı- haklı çıkarmak niyetinde değildi. Romanın başında yirmi yaşında olan Dennison, mutlu bir evlilik sürdüren, otuzunda banka müdürlüğüne kadar yükselen, genç bir adamdı sadece. Bankadan her fırsatta, çoğunlukla imza sahtekârlığıyla, zimmetine para geçiriyor, bu paraları aldığı rahatlıkla başkalarına armağan ediyor ya da borç veriyordu. Bir bölümüyle, ailesinin geleceğini düşünerek yatırım da yapmıştı, ama üçte ikisini (çoğunlukla takma adıyla) ihtiyacı olanlara, ya da serbest iş hayatına atılmaya çalışanlara dağıtıyordu. Ingham, her zaman olduğu gibi, yirmi dakika kadar çalıştıktan sonra yoruldu, notları bir sayfayı doldurmadan neredeyse uyukla-yacakken, aynı düşü bir daha görürcesine, Connecticutlu Amerikalının sesiyle kendine geldi. “Merhaba! İyi günler. Ne zamandır ortalarda görünmüyordu-nuz.” Ingham doğruldu. “İyi günler.

” Ne konuşacaklarını tahmin edebiliyor, akşam Adams’ın odasına içki içmeye gideceğini şimdiden biliyordu. “Burada ne kadar kalacaksınız?” diye sordu Adams. “Tahminen üç hafta. Bir arkadaşımı bekliyorum.” “Ya! O da Amerikalı mı?” “Evet.” Ingham, Adams’ın elindeki zıpkına baktı. Bir buçuk metrelik bir oka benziyordu, ama anlaşılan kurma düzeni yoktu. “Odama çıkıyorum,” dedi Adams. “Gelip soğuk bir şey içmek ister misiniz?” Coca-Cola, diye düşündü Ingham. “Teşekkür ederim, gelirim. Bu zıpkınla ne yapıyorsunuz?” “Balık avlamaya çalışıyorum, ama beceremiyorum,” deyip güldü Adams. “Bazan da yüzerek ulaşamadığım midyeleri çıkarıyorum iki, iki buçuk metreden.” Kumlar hâlâ sıcaktı, ama dayanılmayacak kadar değildi. Ingham sandaletlerini eline aldı, Adams’ın ayakları çıplaktı. “İşte geldik,” diyerek, mavi-beyaz boyalı bungalowunun önün deki taş döşeli, çakıllı patikaya saptı Adams.

Odanın çatısı, serin-17 lik sağlamak amacıyla, Arap stili bir kubbe biçiminde yapılmıştı. Ingham, omzunun üzerinden, yan tarafta, o güne kadar görmediği bir yapıya baktı; otelin mutfak ve servis personelinin kaldığı bölümü olmalıydı. Komilerle kat personelinden bir dizi yeni-yetme çocuk duvara dayanmış, gevezelik ediyorlardı. “Pek şahane değil, ama şimdilik evim sayılır,” dedi Adams. Mayosunun küçük cebinden çıkardığı anahtarla kapıyı açtı. İçerisi serindi. Pencerelerin panjurları kapalı olduğundan, dışarıdaki aydınlıktan sonra iyice karanlık görünüyordu. Soğuk hava tertibatı çalışmaktaydı. Adams ışık yaktı. “Evet buyurun, oturun. Size ne ikram edebilirim? Viski? Bira? Coca-Cola?” “Coca-Cola, lütfen. Teşekkürler.” İçeri girmeden, kapının önündeki taşlıkta ayaklarındaki kumları özenle temizlemişlerdi. Adams, çıplak ayaklarıyla taş döşemede hafif sesler çıkararak, hızlı adımlarla mutfak bölümünün önündeki hole yöneldi. Ingham çevresine bakındı.

Gerçekten de ev gibiydi burası: İstiridye kabukları, kitaplar, kâğıt tomarları, sık sık kullanıldığı belli olan yazı masasında mürekkep şişeleri, kalem uçları, ıstampa yastığı, kurşun kalem açacağı, açık duran bir sözlük. Reader’s Digest dergisi. İncil. Acaba Adams yazar mıydı? Rusçadan İngilizceye sözlük, kahverengi kâğıtla kaplanmıştı. Yoksa casus muydu Adams? Ingham bu düşüncesine güldü. Yazı masasının ardındaki duvarda, New England yöresine özgü, beyaz bir çiftlik evinin çerçeveli resmi asılıydı. Beyaz çitle çevrilmiş, büyük bir bahçe içindeydi ev, karaağaçlar, Collie cinsi bir de köpek görünüyordu, ama insan yoktu. Adams, elinde küçük bir tepsiyle yaklaşıp kendine viski-soda hazırladı. “Hiç içki içmez misiniz?” diye sordu. Gülümsemesi yine yanaklarını tombullaştırmıştı. “İçerim, ama şimdi canım Coca-Cola istedi,” dedi Ingham. “Ne zamandır buradasınız?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir