Patricia Highsmith – Ripley’in Oyunu

Tom, “Kusursuz cinayet diye bir şey yoktur,” dedi Reeves’e. “Kusursuz cinayet tasarlamak, bir salon oyunu oynamaktan başka bir şey değildir. Çözümlenmemiş bir sürü cinayet var diyebilirsin gerçi. O başka iş.” Sıkılmıştı Tom. Küçük, ama canlı bir ateşin çıtırdadığı büyük şöminenin önünde gidip geliyordu. Tutucu biri gibi, akıl öğreten bir kilise yetkilisi gibi konuştuğunun farkındaydı ama Reeves’e yardım edemeyecekti. Daha önce de söylemişti bunu. “Reeves, “Evet, tabii,” diye söylendi. Sarı ipek döşeli iskemlelerden birine oturmuş, ellerini kavuşturup dizlerinin arasından sarkıtarak, ince gövdesini öne eğerek konuşuyordu. Yüzü kemikli, kumral saçları kısa, külrengi gözlerinin bakışı soğuktu. Sevimli bir yüz denmezdi ama, sol şakağından başlayıp yanağından aşağı, hemen hemen ağzının ucuna kadar uzanan on-on iki santimlik yara izi olmasa, yakışıklı sayılabilirdi. Teninin renginden daha pembe olan iz, yaranın beceriksizce dikildiği, belki di hiç dikiş yapılmadığı izlenimini veriyordu. Tom bu konuda herhangi bir soru soramamışsa da, Reeves bir gün kendiliğinden açıklamada bulunmuştu. “Bir kız yaptı,” demişti.


“Pudriyerinin keskin kenarıyla. Düşünebiliyor musun?” (Hayır düşünemiyordu Tom.) Kederli bir gülüşle, Reeves’in yüzünde gördüğü sayılı gülüşlerden biriyle gülümseyip geçmişti adam. Bir başka gün de, “Attan düştüm,” diye bir açıklama yapmıştı. “Ayağım üzengiye takıldı kaldı, birkaç metre sürüklendim.” Bunu başka birine söylemişti gerçi. Ne var ki Tom da oradaydı. Tom’a kalırsa, yara, kötü bir dövüşte, pek de keskin olmayan bir bıçağın açtığı bir yaraydı. Reeves şimdi de Tom’ın iki ‘basit cinayet’ ve belki aynı derecede basit, tehlikesiz bir hırsızlık işini üstlenecek birini bulmasını, birini salık vermesini istiyordu. Reeves onunla konuşmak için Hamburg’dan Villeperce’e gelmişti. Geceyi orada geçirecek, ertesi gün, aynı konuyu başka birine açmak için Paris’e gidecekti. Sonra da -ola ki, başarısızlığa uğrarsa biraz daha düşünmek için- Hamburg’a dönecekti. Aslında hırsızlık mallarının alım satımında aracılık yapan biriydi Reeves. Gelgelelim sen zamanlarda Hamburg’daki yasadışı kumar dünyasına el atmıştı. Şimdi de o çevreleri korumaya çalışıyordu.

Kimden mi koruyacaktı. Aynı işe girmek isteyen Đtalyan köpekbalıklarından. Hamburg’daki bir Đtalyan, Mafya’nın zemin yoklamak için yolladığı bir ‘düğmeci’ydi Reeves’e kalırsa, ikinci bir Đtalyan- da başka bir Mafya ‘ailesi’nin adamı olabilirdi. Kumar işine girmeye çalışan bu adamların birini, ya da ikisini ortadan kaldırmakla Mafya’nın gözünü korkutup bu girişimden vazgeçmelerini sağlayabileceğini, aynı zamanda Hamburg polisinin dikkatini Mafya’nın yarattığı tehlikeye çekebileceğini umuyordu. Gerisini, yani Mafya’yı Hamburg’dan uzak tutmak işini, polise bırakabilirdi. “Bizim Hamburg’daki çocuklar namuslu insanlardır,” demişti. “Özel kumarhane işletmeleri yasadışı bir iş olabilir ama kulüp adı altında çalıştıkları sürece yasalara aykırı sayılmıyorlar. Kâr payları da soygunculuk sayılacak kadar yüksek değil. Las Vegas gibi değil yani. Orada, kumarın her türlüsüne Mafya’nın pisliği bulaşmış, üstelik Amerikan polisinin burnunun dibinde!” Tom, şöminenin demirini alıp ateşi karıştırdı, üstüne, bir kütüğün tam üçte biri boyunda, düzgünce kesilmiş büyük bir odun daha yerleştirdi. Saat altıya geliyordu. Đçki içilebilecek saat yaklaşmıştı. Hatta hemen şimdi içilebilirdi. “Reeves, acaba…” Ripley’lerin kâhyası Madam Annette de aynı anda mutfaktan salona gelmişti. “Affedersiniz, mösyö… Mösyö demin çay istemediğine göre, acaba şimdi bir içki ister misiniz, Mösyö Tom?” “Evet, Madam Annette.

Çok teşekkür ederim. Ben de şimdi onu düşünüyordum. Madam Heloise’a da gelip bize katılmasını söyler misiniz lütfen?” Heloise’ın havayı yumuşatmasını istiyordu. Saat üçte Reeves’i almak için Orly havaalanına gitmeden önce Reeves’in onunla bir şey konuşmak istediğini söylemişti karısına. O yüzden de Heloise bütün akşamüstü bahçede, ya da ikinci katta oyalanmıştı. Reeves telaşla ve son bir umutla sordu: “Bu işi sen kendin üstlenmeyi düşünmez miydin? Senin o çevreyle hiç ilgin yok. Bizim istediğimiz de bu! Öylesi, güvende olmak demektir. Üstelik parası da az sayılmaz. Doksan altı bin dolar…” Tom başını iki yana salladı. “Seninle ilgim var, Reeves. Bir bakıma öyle sayılır.” Reeves için, küçük çalıntı malları postaya vermek, ya da Reeves’in diş macunu tüpleri gibi yerlere gizlediği mikrofilm ve benzeri şeyleri diş macununun suçsuz taşıyıcısından aşırmak gibisinden ufak tefek işler yapmıştı. “Sen benim bu hırsız polis oyununu nereye kadar götürebileceğimi sanıyorsun? Ben de adımı, ünümü korumak zorundayım.” Bunu söylerken güleceği gelmişti ama kalp atışları da gerçek, içten bir duyguyla hızlanmıştı. Güzelim evini, Derwatt olayının üstünden ancak altı ay geçtiği halde içinde yaşadığı güvenli ortamı düşününce sırtını dikleştirdi.

O olay az kalsın felaketle sonuçlanacaktı. Neyse ki kuşku altında kalmakla kurtulmuştu, üstünde yürüdüğü buz tabakası çok inceydi, evet; ancak kırılmamıştı. Đngiliz polis müfettişi Webster’la ve onun yanında getirdiği iki polis teknisyeniyle birlikte Salzburg’daki ormana, ressam Derwatt olduğu sanılan kişinin ölüsünü yaktığı noktaya gitmişlerdi. Sormuşlardı polisler: Kafatasını niçin ezmişti? Tom bunu düşündükçe hâlâ ürperiyordu. üst dişleri sağa sola dağıtıp gizlemek için ezmişti kafatasını. Alt çene yerinden kolayca çıkmış, Tom da onu uzakça bir yere gömmüştü. Gelgelelim üst dişler… Teknisyenlerden biri dişlerin birkaçını bulmayı da başarmıştı ama, Londra’daki dişçilerin hiçbirinde Derwatt’in dişleriyle ilgili herhangi bir kayıt yoktu. Derwatt, son altı yılını Meksika’da geçirmişti (daha doğrusu geçirdiğine inanılıyordu). Tom, “Onu da ölüyü yakma işinin bir parçası olarak gördüğüm için,” demişti. “Ölüyü unufak edip kül haline getirmek istediğim için.” Yakılan ceset Bernard’ın cesediydi aslında. Evet, Tom bunu düşündükçe, gerek o “dakikada duyduğu korkudan, gerekse yaptığı işin, yanık kafatasının üstüne koskoca bir kaya parçası atmanın dehşet verici bir iş olmasından ötürü ürperiyordu hâlâ. Neyse ki Bernard’ı o öldürmemişti. Bernard Tufts bir intihar olayıydı. “Tanıdığın onca insan var,” dedi Reeves’e.

“Aralarında bu işi üstlenecek birini bulabilirsin herhalde.” “Evet, ama benimle ilgisi olduğu anlaşılır. O kişiler senden çok daha yakın bana.” Yenik düşmenin üzüntüsüyle sürdürdü. “Senin de bir sürü saygıdeğer tanıdığın var, Tom. Kimsenin kuşkulanmayacağı namuslu, tertemiz insanlar.” Tom güldü. “O insanları nasıl sokarsın böyle bir işe? Bazen aklından zorun var diyeceğim geliyor, Reeves.” “Hayır, ne demek istediğimi biliyorsun, işi para için yapacak biri diyorum. Yalnızca para için. uzman olması gerekmez. Biz her türlü hazırlığı yaparız. Bir… kalabalıkta birine suikast yapmak gibi bir şey olacak. Sorguya çekildiğinde -çekilirse tabii- asla böyle bir şey yapamayacağı izlenimini uyandıracak biri bulunsa…” Madam Annette servis arabasıyla gelmişti. Gümüş buz kovası pırıl pırıldı.

Tekerlekler hafifçe gıcırdıyordu. Tom haftalardır tekerlekleri yağlamayı düşünüyordu. Madam Annette Đngilizce anlamadığı için Reeves’le konuşmayı sürdürebilirdi ama o konudan sıkılmış, kadının içeri girmesine sevinmişti. Madam Annette altmış yaşlarındaydı. Normandiya’lı bir aileden geliyordu. Eli yüzü düzgün, yapısı sağlamdı. Bulunmaz bir nimetti. Tom, Belle Ombre’u onsuz çekip çevirmeyi düşünemezdi. Derken Heloise da bahçeden içeri girdi. Reeves ayağa kalktı. Kırmızı ve pembe çizgili, bol paçalı bir pantolon giyiyordu Heloise. Bütün çizgilerin üstü, dikey harflerle yazılmış LEVIS yazısıyla doluydu, üzün sarı saçları omuzlarından aşağı sarkıyordu. Tom şöminedeki alevlerin karısının saçlarına yansıdığını gördü ve, “Bizim konuştuğumuz konuyla karşılaştırılınca o ne kadar saf ve temiz,” diye düşündü. Nedir ki karısının saçlarında altın ışıltıları da vardı, o da parayı düşündürmüştü Tom’a. Daha fazla paraya gerek duyduğu yoktu aslında.

Başka tablo yapılamayacağına göre Derwatt tablolarının satışından aldığı yüzdenin arkası kesilse bile, Derwatt resim malzemelerini üreten şirketten gelecek kâr vardı hâlâ. Sonra, Tom’ın kendi yazdığı vasiyetnameyle mirasına, konduğu Dickie Greenleaf’ten kalan hisse senetlerinin -ölçülü de olsagünden güne artan kâr payı vardı. Bir de Heloise’ın babasından aldığı bol harçlık. Açgözlülüğün gereği yoktu. Çok zorunlu değilse, cinayet işlemekten nefret ederdi Tom. Heloise, “Rahat rahat konuşabildiniz mi?” diyerek zarif bir hareketle sarı kanepeye oturdu. “Evet, sağolun,” dedi Reeves. Heloise Đngilizceyi rahat konuşamadığı için konuşmanın bundan sonrası Fransızca sürüp gitti. Reeves fazla Fransızca bilmemekle birlikte iyi kötü idare ediyordu. Konuşulanlar da önemli konular değildi zaten: bahçenin durumu, hafif geçen ve artık geride bıraktıkları kış ayları, henüz Mart’ın başında bulundukları halde çiçek açan yabani zerrenler. Tom arabadaki küçük şişelerin birinden karısının bardağına şampanya doldurdu. Heloise Đngilizceye dönmeyi göze alarak, “Şimdi Hamburg’da havalar nasıl oluyor?” diye sordu. Reeves buna Fransızca karşılık vermeye çalışırken Tom karısının keyifli bakışlarla dinlediğini fark etti. Hamburg da pek soğuk değildi. Reeves kendisinin de bahçesi olduğunu, ‘petite maison’unun kendisini Alster’de, su kıyısında bulduğunu’ açıklıyordu.

Küçük bir körfezdi Alster; kıyı boyunda oturanlar hem bahçelerinden, hem sudan yararlanabiliyorlardı, isterlerse küçük teknelere sahip olabiliyorlardı yani. Heloise’ın Reeves Minot’dan hoşlanmadığını, ona güvenmediğini bilirdi Tom. Reeves, kocasının uzak durmasını istediği türden bir insandı. Tom o gece karısına Reeves’in önerdiği bir tasarıya karşı çıktığını söyleyebileceği için sevindi. Heloise babasının neler diyeceğini düşünerek kaygılanırdı hep. Babası Jacgues Plisson milyoner bir farmasötik ürünler fabrikatörü, de Gaulle’cü bir yurtsever, saygın Fransız erkeğinin simgesiydi. Tom’u da bir türlü sevememişti. Heloise sık sık, “Babam bundan fazlasına kapanmayacaktır,” uyarısında bulunurdu ama, Tom, onun, baba Plisson’un harçlığını keserim tehdidinden çok kocasının güvenliğini düşündüğünü bilirdi. Heloise haftada bir Chantilly’de oturan ailesiyle öğle yemeği yerdi. Genellikle cumaları. Bilirdi Tom, babası harçlığını kesecek olursa Belle Ombre’daki düzeni korumalarının yolu yoktu. O akşam yemekte Madam Annette’in özel sosuyla yenen soğuk enginar, ardından da medaillons de boeuf vardı. Heloise üstünü değiştirip açık mavi, sade bir elbise giymişti. Tom’a kalırsa, Reeves’in istediğini elde edemediğini de sezmişti. Yatak odalarına çekilmeden Tom konuğun gerek duyabileceği her şeyin elinin altında olmasına dikkat etti, çayının ya da kahvesinin odasına kaçta getirilmesini istediğini sordu.

Saat sekizde kahve rica ediyordu Reeves. Evin ortasındaki konuk odasını vermişlerdi ona. Bir kapısı bitişikteki banyoya, aslında Heloise’ın kullandığı banyoya açılan odayı. Madam Annette, Heloise’ın diş fırçasını oradan alıp Tom’ın banyosuna koymuştu çoktan. Heloise dişlerini fırçalarken, “Yarın gideceğine sevindim,” diye söylendi. “Bu adam niye o kadar gergin?” “O her zaman gergindir.” Tom duşun musluğunu kapatıp çıktı ve sarı bir havluya sarındı. “Onun için o kadar zayıf… belki.” Heloise kocasıyla Đngilizce konuşurken çekingenlik duymadığından, Đngilizce konuşuyorlardı. “Nasıl tanıştın onunla?” Tom bunu hatırlamıyordu. Peki, ne zaman? Beş-altı yıl olmuştu belki. Roma’da mı? Reeves kimin arkadaşıydı? Fazla kafa yoramayacak kadar yorgundu Tom. Çok önemli de değildi. Reeves ayarında beşaltı tanıdığı daha vardı, her biriyle nasıl tanıştığını kesin olarak söyleyemezdi. “Senden ne istiyordu?” Tom karısının beline sarılarak bol geceliğini gövdesine bastırdı ve serin yanaklarını öptü.

“Hiç olmayacak bir şey. Yapamam dedim. Görüyorsun, düş kırıklığına uğradı.” Dışarıda bir baykuş, Belle Ombre’un arkasındaki devlet ormanının çamlarında öten tek bir baykuş vardı. Tom, sol kolunu karısının başının altından geçirmiş, yattığı yerde düşünüyordu. Heloise uykuya dalınca solukları hafifledi, seyrekleşti. Tom içini çekerek düşündü. Mantıklı, yapıcı bir düşünce biçimi değildi bu. içtiği ikinci fincan kahve uykusunu kaçırmıştı. Bir ay önce Fontainebleau’da gittiği bir arkadaş toplantısını hatırlamıştı. Bir doğumgünü partisi. Madam… Madam ne? Kadının kocasının adını hatırlamaya çalıştı. Tom’ın ilgilendiği, adamdı aslında. Bir Đngilizdi, adını birkaç saniye içinde bulurdu. Otuz yaşlarındaydı ev sahibi.

Bir de küçük oğlu vardı. Fontainebleau’da, üç katlı, ancak çok küçük bir alana kurulmuş bir evde oturuyordu. Arkada da küçük bir bahçe vardı. Resim çerçeveleri yapan bir adam. Tom’un fırçalarıyla boyalarını aldığı dükkânın sahibi Pierre Gauthier o yüzden sürüklemişti onu da partiye. “Hadi gelin, Mösyö Riipli,” demişti. “Karınız da gelsin! Kalabalık olmasını istiyor. Biraz üzgün. Ayrıca, çerçeve yaptığına göre müşterisi olursunuz belki.” Tom karanlıkta gözlerini kırpıştırdı, kirpiklerinin Heloise’ın omuzuna değmemesi için başını biraz geriye çekti. Uzun boylu, sarışın Đngiliz biraz öfke, biraz da hoşnutsuzlukla düşünüyordu. Çünkü adam, mutfakta, yer muşambaları aşınmış, isli saç tavanında on dokuzuncu yüzyıldan kalma kabartmalar görünen bu kasvetli mutfakta hoşa gitmeyecek bir söz söylemişti Tom’a. Adam -Trewbridge miydi adı? Tewksbury miydi?- alaycı sayılabilecek bir havayla, “Eveet, sizden söz edildiğini çok duydum,” demişti. Tom, “Adım Tom Ripley, Villeperce’te oturuyorum,” diyerek kendini tanıtmış, bir Fransızla evlenen birinin, yakınlarda oturan, Fransız karısı olan bir Amerikalıyla ahbaplık etmek isteyeceğini düşünerek ne zamandan beri Fontainebleau’dasınız diye sormaya hazırlanmışken, Đngiliz’in kabalığıyla karşılaşmıştı. Trevanny! Trevanny değil miydi adı? (Uzun sarı saçlı, Hollandalıyı andıran biri.

Gerçi Đngilizler çok kez Hollandalıları, Hollandalılar da Đngilizleri andırırlardı…) Aslında Tom’ın aklını kurcalayan Gauthier’nin aynı gece söylediği bir sözdü. “Kabalık etmek istememiştir,” demişti Gauthier. “Çok sıkkın da ondan. Bir kan hastalığı var. Sanırım lösemi. Oldukça ciddi. Ayrıca, evin durumundan da anlayabileceğiniz gibi, fazla parası da yok.” Gauthier’nin, sarımtırak yeşil camdan yapılmış bir takma gözü vardı. Herhalde kendi gözünün rengine uyması için o renk yapılmışsa da renk tutturulamamıştı. Ölü bir kedinin gözüne benziyordu Gauthier’nin cam gözü. Đnsan oraya bakmamaya çalışır, yine de, hipnotize edilmişcesine bakar dururdu. O yüzden, cam gözün garip etkisine eklenen iç karartıcı sözleri Tom’da güçlü bir ölüm duygusu yaratmış, konuşmayı unutmasını önlemişti. Evet, sizden söz edildiğini çok duydum. Trevanny -ya da adı her neyse- Bernard Tufts’ın, daha önce de Dickie Greenleaf’in ölümünden onun sorumlu olduğunu düşündüğünü mü ima etmek istemişti? Yoksa hastalığından ötürü herkese düşman mı kesilmişti? Sürekli mide ağrısı çeken birinin suratsızlığı gibi bir şey miydi onunki? Trevanny’nin karısı da gözünün önüne gelmişti şimdi. Güzel sayılamayacak, ancak kestane saçlı, dışa-dönük, dost tavırlı, ilgi çeken bir kadın.

Salondaki sayılı koltuğa kimsenin oturmaya yanaşmadığı partiyi canlandırmak için elinden gelini yapmıştı kadın. Neydi Tom’ın düşündüğü? Böyle bir adam Reeves’in sözünü ettiği işi üstlenir miydi? Trevanny’ye uygun düşecek bir yaklaşım da düşünmüştü Tom. Zemin hazırlanırsa, hemen herkesi tavlayabilecek bir yaklaşım. Bu olayda, zemin zaten hazırdı. Trevanny’nin sağlığıyla ilgili ciddi kaygıları vardı. Tom’ın yapacağı ona bir oyun oynamak olacaktı yalnızca. Belki ağır bir şaka olacaktı ama adam da ona ağır bir söz söylemişti. Şakanın, şaka olmaktan öteye geçmediği de bir-iki günde, Trevanny doktoruna başvurur vurmaz anlaşılırdı. Düşündükleri Tom’u eğlendirmişti. Kahkahalarla gülmeye başlarsa karısını uyandırmamak için kendini uzağa çekti. Trevanny tuzağa düşer, Reeves’in istediği yiğit bir asker gibi, bal gibi yaparsa… Denemeye değer miydi? Evet, çünkü Tom’ın kaybedebileceği bir şey yoktu. Trevanny’nin de! Trevanny kazançlı bile çıkabilirdi bu işten. Reeves’in görüşüne göre, Reeves Minot da kazançlı çıkabilirdi. Bırak onu kendi düşünsün. Reeves’in isteği herhalde uluslararası casusluk örgütleriyle ilgili olan-mikrofilm işleri kadar karmaşık görünüyordu Tom’a.

Hükümetler bazı casuslarının ne delice cambazlıklar yaptığının farkında mıydılar acaba? Yarı kaçık adamlarının tabancalarla, mikrofilmlerle Bükreş’ten Moskova’ya, oradan Washington’a koşuştuğunu bilirler miydi? Aynı adamlar uluslararası savaşlara gösterdikleri ilgi ve heyecanla pul koleksiyonculuğu da yapabilirlerdi, oyuncak elektrikli trenlerin tasarımlarını elde etmek için sanayi casusluğu da. 2 Fontainebleau’da, St. Merry sokağı 22 numarada oturan Jonathan Trevanny’nin on gün sonra, yani 22 Martta, yakın dostu Alan McNear’den garip bir mektup almasına yol açan olaylar böyle başladı. Bir Đngiliz elektronik aletler şirketinin Paris temsilcisi olan Alan, Trevanny’lere konuk olduğu günden hemen bir gün sonra, iş için çıkacağı New York yolculuğunun arifesinde yazmıştı mektubunu. Jonathan, arkadaşının, onu uğurlamak için düzenledikleri partiden ötürü bir tür teşekkür mektubu yazacağını bekleyebilirdi -bekleyebilir, ancak mutlaka beklemezdi- ve Alan teşekkür ettiğini belirten birkaç satır yazmıştı ama, Jonathan’ı şaşırtan şu paragraf oldu: Eski hastalığınla ilgili son haberler beni çok üzdü, Jon. Şimdi bile, duyduklarımın doğru olmamasını diliyorum. Senin bildiğini, ancak dostlarına haber vermediğini söylediler. Çok soylu bir davranış ama arkadaşlık dediğin böyle günde belli olmaz mı? Senden kaçacağımızı, kederli, asık yüzlü biri haline geleceğini düşünerek seni görmek istemeyeceğimizi sanma sakın. Dostların (ki onlardan biri de benim) her zaman yanında olacaktır. Duygularımı mektupla anlatamam aslında. Bir-iki ay sonra şirketten bir tatil koparabilirsem daha iyi anlatacağım. Şimdilik, pek yetersiz kalan bu sözlerimin kusuruna bakma… Neler söylüyordu Alan? Ne demek istiyordu? Doktoru, Doktor Perrier ondan gizlediği bazı gerçekleri tanıdıklarına mı açıklamıştı yoksa? Pek fazla ömrü kalmadığını falan. Alan’ın onuruna düzenledikleri partiye doktorunu çağırmamıştı gerçi. Ne var ki Dr. Perrier başka bir yerde birilerine bir şeyler söylemiş olabilirdi.

Jonathan’ın karısıyla mı konuşmuştu yoksa? Simone da öğrendiklerini ondan gizliyor olmasın? Bu olasılıkları sabahın sekiz buçuğunda, çamurlu elleriyle, bahçede dururken kazağı soğuktan korunmasına yetmediği için üşüyerek düşünüyordu. En iyisi o gün Dr. Perrier’yle konuşmaktı. Simone’la konuşmanın yararı olmazdı. Rol yapmaya başlayabilirdi o. Sevgilim, sen neler söylüyorsun Jonathan, karısının rol yapıp, yapmadığını anlayabileceğine emin değildi. Ya doktoru? Doktor Perrier’in sözüne inanabilir miydi? Doktor her zaman iyimserlik saçan biriydi, insanın çok ciddi bir hastalığı yoksa oda işe yarardı. Yarı yarıya iyileşmiş hissederdi hasta kendini. Oysa Jonathan ciddi bir hastalığı olduğunu biliyordu. Kemik iliğindeki sarı maddenin artışıyla ortaya çıkan miyeloid kan kanseriydi onun hastalığı. Son beş yıl içinde, her yıl en az beş kere kan verilmesi gerekmişti. Kendini halsiz hissettiği anda ya doktoruna, ya da Fontainebleau hastanesine gidip kan verilmesini istemek zorundaydı. Doktor Perrier (ayrıca da Paris’teki bu uzman) hastalığın ilerleyeceği, kan vermenin yarar sağlamayacağı bir dönem geleceğini de bildirmişti. Jonathan bu konuda öyle çok kitap okumuştu ki onu kendi de biliyordu artık. Miyeloid lösemiye çare bulan doktor yoktu.

Ortalama olarak, hastalık, altıyla on iki, bazen de altıyla sekiz yıl arasında öldürüyordu insanı. Jonathan da hastalığın altıncı yılına giriyordu. Yabasını, zamanında tuvalet, şimdiyse araç gereç barakası olarak kullanılan küçük tuğla kulübeye,bırakıp arka basamaklardan yukarı çıktı, ilk basamakta’ ayağını merdivene dayayarak serin sabah havasını içine” çekti ve “Bu güzel sabahların tadına varmak için ne kadar zamanım kaldı?” diye düşündü. Ancak bir önceki yılın baharında da aynı şeyi düşündüğünü hatırlıyordu. Sık dişini, dedi kendi kendine. Otuz beş yaşına gelmeden ölebileceğini altı yıldır biliyordu. Sekiz demir basamağı sağlam adımlarla çıktı. Saat dokuza sekiz vardı, onunsa dokuzda, ya da dokuzdan hemen sonra dükkânında bulunması gerekirdi. Simone, oğulları Georges’u Ecole Matemelle’e götürmüş, ev boş kalmıştı. Jonathan ellerini mutfak musluğunda yıkadı, Simone’un onaylamayacağını bildiği halde tırnaklarını sebze fırçasıyla temizledi ama fırçayı kirli bırakmadı. Evdeki ikinci musluk en üst kattaki banyodaydı. Telefon yoktu. Dükkâna gidince ilk işi doktor Perrier’yi aramak olacaktı. La Paroisse sokağına kadar yürüyüp sola döndü, o sokağı kesen Rue des Sablons’a saptı. Dükkâna girince doktorun -ezbere bildiği- numarasını çevirdi.

Hemşire doktorun o gün dolu olduğunu söyledi. Jonathan bunu bekliyordu zaten. “Benim işim acil,” dedi. “uzun sürmeyecek. Aslında bir soru sormak istiyorum… ama onu görmem gerek.” “Halsizlik mi hissediyorsunuz, Mösyö Trevanny?” Jonathan, “Evet, öyle,” dedi çabucak. Hemşire tam on ikide gelmesini söyledi. Verdiği saat bile bir yazgının habercisiydi sanki. Resim çerçeveleri yapardı Jonathan. Camları, kartonları keser, çerçeveler yapar, kararsızlık çeken müşterilerine elinde bulunan malların arasından uygun çerçeve çubukları seçer, kırk yılda bir de mezatlardan, eskicilerden eski çerçeveler alırdı. Çerçeveyle birlikte bir de resim geçerdi eline. Temizleyip vitrine koyabileceği, satabileceği bir resim. Nedir ki işi pek kazançlı bir iş değildi, zar zor yürütüyordu. Yedi yıl önce bir de ortağı vardı. Manchester’lı bir başka Đngiliz.

Đkisi bir olup Fontainebleau’da bir antikacı dükkânı açmışlardı. Elden geçirip onardıktan sonra satışa sundukları külüstür eşyalarla uğraşırlardı en çok. Gelgelelim o iş de iki kişiyi doyurmamış, Roy ortaklıktan ayrılarak Paris yakınlarındaki bir garajda araba tamircisi olarak çalışmaya başlamıştı. Ondan kısa bir süre sonra da Paris’teki bir doktor, Londralı bir meslektaşının daha önce söylediğini söylemişti Jonathan’a. “Kansızlığa eğiliminiz var. Kendinizi sık sık kontrol ettirin. Ağır işler yapmamanız da daha iyi olur.” O zaman Jonathan armore’larla, kanepelerle boğuşmaktan vazgeçerek daha hafif olan çerçeveler ve camlarla çalışmaya başlamıştı. Simone’la evlenmeden önce de altı yıldan fazla yaşamayabileceğini söylemişti kıza. Çünkü tam tanıştıkları günlerde, düzenli aralıklarla başgösteren halsizliğin miyeloid lösemiden ileri geldiği iki ayrı doktor tarafından saptanmıştı. Sakin, çok sakin bir havayla gününe başlarken, ben ölürsem Simone yeniden evlenir, diye düşünüyordu. Simone haftada beş gün, öğleden sonra iki buçukla altı buçuk arasında Franklin Roosevelt caddesindeki ayakkabıcıda çalışıyordu. Evlerine yakındı dükkân. Simone de ancak şu son yıl içinde, George anaokuluna gidecek yaşa geldikten sonra başlamıştı çalışmaya. Aldığı iki yüz frank haftalık aileye gerekliydi ama, Jonathan, dükkân sahibi Brezard’ın yanında çalıştırdığı kadınların popolarını çimdiklemekten hoşlanan bir zampara olduğunu hatırladıkça sıkılıyordu.

Depo olarak kullanılan arka odada şansını biraz daha zorladığı da su götürmezdi. Yine de Simone’un evli olduğunu bildiğinden, fazla ileri gitmezdi herhalde. Gerçi kadının evli olması Brezard gibilerini durdurmaya yetmezdi ya! Erkekleri kışkırtmaktan hoşlanan tiplerden değildi Simone. Dahası, erkeklerin kendisini çekici bulmadıklarını düşünürmüş gibi, tuhaf bir utangaçlığı vardı. O yanını çok seviyordu Jonathan. Ona kalırsa, bu özelliği sıradan erkeklerin anlayabileceği türden değilse bile, Simone albenili bir kadındı. O çapkın Brezard domuzunun bu tür albeniyi fark edebilmesi, birazına kendi adına sahip çıkmak istemesi Jonathan’ı çok kızdırıyordu. Brezard’dan fazla söz etmezdi Simone. iki kadın tezgâhtarına sulandığını yalnız bir kere söylemişti. O sabah, Jonathan bir müşteriye çerçevelenmiş suluboya tablosunu gösterirken, Simone’un uygun bir aradan sonra o iğrenç herifle evlenebileceğini düşündü. Adam bekârdı ne olsa; parası da Jonathan’ın kazancından çok üstündü. Saçmalama, dedi kendi kendine; Simone o tiplerden nefret eder. Kırmızı paltolu genç kadın suluboya resmi kendinden uzak tutarak bakıyor, “Harika! Çok güzel olmuş,” diye söyleniyordu. Jonathan’ın ince, asık yüzü aydınlandı; içinde küçücük, kişisel bir güneş doğmuştu sanki. Bulutların arasından sıyrılıp parlamaya başlamıştı.

Genç kadının sevincinde öyle bir içtenlik vardı ki! Tanımıyordu kadını. Aslında kendinden çok daha yaşlı bir kadının, belki de annesinin bıraktığı resmi almaya gelmişti. Yapılan iş, ilk konuşulan fiyattan yirmi frank fazla olmalıydı. Çerçevenin tahtası yaşlı kadının seçtiğinden daha pahalıydı çünkü (çerçeve ısmarlanırken Jonathan’ın elinde bu tahtadan kalmamıştı). Yine de hiçbir şey söylemeden, kararlaştırılan seksen frankı aldı. Sonra tahta tabanı süpürdü, vitrindeki üç dört resmin tozunu aldı. Dükkân dökülüyor, diye düşündü o sabah. Renk denen bir şey yoktu. Çeşitli boylardaki çerçeveler boyasız duvarlara dayalı duruyor, çerçeve tahtalarının örnekleri tavandan sarkıyor, sipariş defteri, cetvel ve kalemler tezgâhın üstünü dolduruyordu. Dükkânın gerisinde, Jonathan’ın gönyeleri, testereleri ve cam keseceğiyle çalıştığı uzun tahta masa görülüyordu. Özenle koruduğu kartonlar, kâğıt ruloları, sicim yumakları, tutkal çanakları, ince teller ve çeşitli boylardaki çiviler aynı masanın üstünde dururdu. Masanın gerisindeki duvarda da çekiçlerle bıçaklar asılıydı. Genelde, bu on dokuzuncu yüzyıl havasından, dükkânın ticarî süslerden yoksun oluşundan hoşlanırdı Jonathan. Burası, usta bir zanaatkarın işyeri olduğunu göstermeli der, ve bunu başardığını düşünürdü. Kimseden, hakkından fazla para istemez, işini zamanında bitirir, bitiremeyecekse ya telefon ederek, ya bir kart göndererek haber verirdi.

Müşterilerin bu tavrının değerini bildiklerini görmüştü. Đki küçük resmi çerçeveleyip üstlerine sahiplerinin adlarını yazdıktan sonra, on bir otuz beşte işi bıraktı. Muslukta elini yüzünü yıkadı, saçını taradı ve sırtını dikleştirerek kendini olabileceklerin en kötüsüne hazırlamaya çalıştı. Doktor Perrier’nin muayenehanesi oldukça yakında, Rue Grande’daydı. Kapıya astığı kartı 14:30’da AÇIK yazısının okunabileceği yöne çevirerek çıktı. Perrier’nin bekleme odasında, yaprakları tozlu, hastalıklı taflanın yanında beklemek zorunda kaldı. O bitki ne çiçek açar, ne ölürdü. Hiç büyümez, hiç değişmezdi. Jonathan bitkiyle .özdeşleştiğini hissediyordu. Başka şeyler düşünmeye çalıştığı halde, gözleri o yana kayıyordu boyuna. Oval sehpanın üstünde günü geçmiş, yıpranmış Paris Match dergileri vardı ama onlar bitkiden daha iç karartıcı görünüyordu Jonathan’a. Doktor Perrier’nin o koskoca Fontainebleau Hastanesi’nde görevli olduğunu akılda tutmalıyım, dedi kendi kendine; yoksa insan böyle külüstür bir yerde çalışan doktora yaşayacak mıyım, ölecek miyim diye soramaz, ona canını teslim edemezdi. Hemşire dışarı çıkıp onu çağırdı.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir