Rasim Ozdenoren – Ipin Ucu

Yalnızlığın mahiyetini biz Müslümanların layıkıyla bilemeyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü yalnızlık, yalnızca bireysel bir olgu olarak dışlaşmıyor. Yalnızlık aynı zamanda bir “toplumsal şart”ın ürünü olarak da ortaya çıkıyor. Yıllar önce Amerika Birleşik Devletleri’ne adımımı ilk attığım gün geçirdiğim tecrübe, bana, yalnızlığın bencillikten kaynaklandığını göstermekle birlikte, bu hastalıklı duygunun aynı zamanda, bencilliği besleyen toplumsal şartın ürünü olduğunu da düşündürmüştü. Olay şuydu: Washington D.C.’de, birkaç ayımı geçirmek üzere kalacağım yemekli pansiyona yerleşmiştim. Vakit akşamüzeriydi. Ağırlıklarımı odama bıraktıktan sonra, yemekhaneye indim. Yemekhanenin bekleme salonuna girdim. Yemek saatine henüz 15–20 dakika kadar bir süre vardı. Salonun kapısını açıp içeriye girdiğimde gözüme ilk çarpan manzara, oraya benden önce gelmiş insanların duvar kenarlarına boydan boya dizilmiş kanepelere oturmuş, başları önlerine eğik, birbirleriyle konuşmadan oturuyor olmalarıydı. Kendimi, birden, Kafka’nın herhangi bir romanındaki bir oyuncu gibi hissettim. Bu tür tablolar, genelde, onun romanlarında resmedilir. Benim odaya girmem kimseyi ırgalamamıştı.


Kimse, başını kaldırıp bakmadı. Yüksekçe bir sesle herkese: “İyi akşamlar!” diye seslendim. Bu selamım da tepkisiz kaldı. Tabiî, Türkiye’den gelmiş birisi için, bu tepkisizlik yadırgatıcıydı. Aklıma ilk gelen ihtimal, beni duymamış olmalarıydı. Amerikan usulü “iyi akşamlar” selâmımı tekrarladım. Gene cevap yoktu. Ben de durumu kabullenerek orada bulabildiğim boş bir koltuğa oturdum. O zaman bu insanları yeniden incelediğimde, bunların hepsinin oldukça yaşlı insanlar olduğunu gördüm. Daha sonra, bekleme salonundan yemekhaneye açılan kapı açıldığında, bunların ayağa kalkmasıyla, bir kısmının göründüğünden de yaşlı olduğu anlaşıldı. Titrek bacaklarının üzerinde neredeyse zorlukla duruyorlardı. Ellerinde, daha önceden hazırladıkları kuponları kapıdaki görevliye teker teker vererek, gene birbirine ilgisiz, birbirine yabancı tavırla yemek salonuna girdiler. O zaman aklıma başka bir ihtimal geldi. Bu insanların hepsi, belki de, benim gibi, ilk defa bu pansiyona gelmişlerdi ve belki de onların da benim gibi, burada ilk yemekleri olacaktı. Ama bu ihtimallerin tümüyle yanlış olduğu sonradan anlaşıldı.

Onlar beni ne duymazlıktan gelmişlerdi, ne ilk kez bu salonda bulunuyorlardı. Beni hepsi duymuştu ve aralarından bir kısmı aylardır, hatta bir kısmı yıllardır bu pansiyonda yaşıyordu. Ertesi günkü kahvaltı için aynı salona geldim. Akşamki tablonun aynısı gözlerimin önüne serilmişti. Akşamkinden tek farkı, aralarında birkaç delikanlının ve genç kızın da yer almış olmasıydı. Elinde gazetesini tutan yaşlı kadının yanındaki koltuğa oturdum. Birkaç saniye sonra, kendi gazetemi ona uzatarak onun gazetesine bakabilir miyim, diye sordum. Hayret! Yaşlı kadının gözleri neredeyse minnetle ışıdı ve elindeki gazetesini bana ikram etti. Benim gazetemi alırken de, neredeyse çoktandır konuşmasını unutmuş bir ses tonuyla: ‘Biliyor musun, senin yaşında bir torunum var benim” dedi. Ben, o tarihlerde otuzumu sürüyordum. Böylece konuşmaya başladık. Oğlunun ve torununun aynı kentte yaşadığını, fakat yıllardır kendisini ziyaret etmediklerini, artık kendisinin de onlardan ziyaret beklemekten vazgeçtiğini, buna rağmen onları özlediğini ve gelseler dünyaların kendisinin olacağını anlattı. Zamanla anlaşıldı ki, pansiyonda yaşayan bütün yaşlı insanların üç aşağı beş yukarı benzer bir hayat hikâyesi vardı ve bu insancıklar, bizim düşündüğümüz anlamda “yalnız” değillerdi. Ama yalnızlığa terkedilmişlerdi. Zamanla bir şeyi daha anlamış oldum: Yalnızlık, bu ülkede (A.

B.D) bir hayat tarzı haline gelmişti. 15 yaşından başlayarak kız olsun, erkek olsun, evin çocukları evlerinden ayrılıyor ve bir başlarına kendi hayatlarını kurmaya (daha doğrusu başlarının çaresine bakmaya) başlıyorlardı. Kuşkusuz, bunun istisnaları vardı. Ama kural, herkesin kendi başının çaresine bakmasıydı. İnsanların bir başlarına kendi yalnızlığını sürdürmesini ve giderek bu hayat tarzını bir gelenek haline getirmiş olmasını, başlangıçta iktisadî zorlamaların etkisine bağlayarak açıklamamız mümkün görünebilir. Ama bu hayat tarzının ısrarla yürütülmesi, bütünüyle iktisadî şartların zorlamasıyla açıklanabilir mi, emin olamıyorum. Çünkü insanların ortaklaşa sahip çıkabileceği eylemlerden yoksun bulunuşu da, bu hayat tarzının yerleşmesine ortam hazırlayan bir faktör olarak görünüyor. Bu ortak eylem alanları neler olabilir? Mesela bayramlar. Evet, Amerika, bayram ve kutlama günleri bakımından, dahası bunların dinî olanlarından hiç de mahrum bir ülke değil. Hatta insanların birbirleriyle ilişkisini teşvik etmek için düzmece günler icat edilmiş! Evet, düzmece günler: Anneler Günü, Babalar Günü, vb. Ama bütün bu günler hatta en önemlisi Christmas (Noel yortusu) bile, insanlar arasındaki ilişkileri gayrişahsî olmaktan çıkartamamıştır. Bütün bu günlerde birbiriyle ilişki kuran insanlar, bu işi törensel bir hava içinde yerine getirirler. Çoğunlukla da kurulan ilişkiler, mektup ve benzeri araçlarla gerçekleştirilir. Başka bir söyleyişle ilişkiler araçsallaşmış bir düzlemde cereyan eder.

Tabiatıyla, ilişkinin bu düzlemde gelişip cereyan etmesi, insanları, yalnızlıklarıyla başa çıkabilir bir noktaya getirmekten uzak kalıyor. Öngörülen çarelerin tümü, insanlar arasında ilişki kurmaya yol açıyor olsa bile, bu ilişkiler ya geçici olarak kalıyor veya sadece araçsal bir boyutun çerçevesini aşamıyor. Kapitalist/liberalist hayat tarzı, bencil tabiatlı insanların ortaya çıkmasına yol açtıysa, bencillik de, bu insanların yalnızlaşmasına, yalnızlığın hastalık haline gelmesine yol açmıştır. Kendini alkole, uyuşturucuya, fuhşa, zinaya vuran insanların çaresiz halleri temelde yalnızlıktan ve ona çare aramaktan ve fakat bulamamaktan kaynaklanmaktadır, diyebiliriz. Hatta bu insanların aslında İslâm’ı aradıklarını, ama onu aramakta olduklarını bilmediklerini de ileri sürebiliriz. Yıldızları sevmek ne demek İnsan yıldızları sevebilir mi? Yıldızlar nasıl sevilir? Yıldızlar sevilebilir mi? Bir defasında yıldızları sevdiğimi düşünmüştüm. Çocuktum. Çocukluğumun bağında bulunuyorduk o sırada. Çocukluğumun diyorum, çünkü şimdi o yöreler tümüyle değişti. Toprak damların yerini beton villalar aldı. Bizim o görkemli ceviz ağacımız devrilip yıkıldı. O görkemli at elmasının koca gövdesini kurtçuklar yiyip bitirdi, o da yıkılıp devrildi. Purluk tepesinin yamacı ay ışığında pırıl pırıl yanardı. Ayın şavkı yamaca vurunca yaz ortasında kar yağmış gibi görünürdü. Söylemek bile fazla: gökyüzü berraktı.

Allah için, bir tek lekesi, küçücük bir duman izi görünmezdi. Erkenden yatardık. Fakat uyuyabilir miydik, bilemiyorum. Ben, yıldızları seyrederdim. Binlercesi, milyonlarcası tepemizin üstünde kaynaşırdı. Yıldızlar, parlak kara bir zeminin üstüne döşenmiş olurdu. Bazı yıldızların kaydığını görürdük. Yıldız kaydığını görünce tutulan niyetlerin çıkacağına inanırdık. Çünkü bize öyle söylemişlerdi. Sonradan o kayan şeylerin yıldız olmayıp göktaşı olduğunu öğrendiğimizde inanmak istememiştik. Onca niyetler havaya mı uçup gidecekti yani? Sırtım döşeğime yapışmış, ellerim başımın altında kenetlenmiş, o milyonlarca yıldızın nasıl olup da boşlukta durabildiğine akıl erdirmeye çalışırdım. Meğer binlerce yıl öncesinin koca koca adamları da, bunu düşünmüşlermiş. Yıldızların o parlak kara zemin üzerinde öyle sakin durup parıldaması insanda hayranlık uyandırırdı. İşte, o hayranlık anlarımın birinde, yıldızları sevdiğimi düşünmüştüm. Biz Anadolu çocukları tek taraflı sevgiye alışıktık.

Karşılık beklemezdik. Bu yüzden olmalı, benim yıldızları sevmemde o tarihlerde bana tuhaf görünen hiçbir şey yoktu. Ben yıldızları seviyordum ve bu bana yetiyordu. Zaten herhangi bir yıldızdan sevgime nasıl bir karşılık göstermesini bekleyebilirdim? Herhangi bir yıldızdan mı? Yani ben herhangi bir yıldızı mı seviyordum? Ben örneğin kutup yıldızını mı seviyordum? Büyük Ayı’nın ya da Küçük Ayı’nın çengeline takılmış bir yıldızla ne işim vardı? Ben şu Kepçe’nin kulpunu oluşturan yıldızlardan birine mi tutkundum? Elbette değil. Ben, yıldızların tümünü birden seviyordum. Fakat bu düşünceler kafamda sonradan oluştu. Ve bu düşünceler kafamda oluşmaya başlayınca ben yıldızlara karşı içimde var olduğunu düşündüğüm sevgi’den kuşkulanmaya başladım. Yıldızların tümünü birden sevdiğimi söylüyorsam ve onların arasından birilerini ayırarak o bireysel, o tek kalmış yıldızı yanımda kişileştirerek sevmeyi başaramıyorsam, acaba ben hangi yıldızı seviyordum? Ben tek tek yıldızlardan herhangi birini sevdiğimi söyleyemiyorsam, benim, yıldızların tümünü birden sevdiğim iddiasının ne anlamı kalıyor? Öyleyse ben yıldızları sevdiğimi söylerken veya onları sevdiğimi düşünürken kendi kendime şarlatanlık mı yapıyordum? Fakat bu da doğru olmazdı. Ben onları seviyordum. Yıldızların içinden herhangi birini, bireysel bir yıldızı seçmiyordum, doğru. Fakat onların tümünü sevdiğim de doğru mu? Onların tümünü birden sevmemin doğru olamayacağını kavradıktan sonra, onları nasıl sevdiğimi bilmem gerekiyordu. Olay şuydu: evet ben tek tek yıldızların hiçbirini, tekil bir yıldız olarak sevmiyordum; ben, onların gökyüzünde oluşturduğu görkemli manzarayı seviyordum. Yıldızlar yalnızca bir bahaneydi. Fakat acaba gökyüzünün görkemli manzarasını sevmek nasıl bir şey olabilirdi? Gene galiba kendimi aynı çıkmazın içine sokmaya başlıyordum. Gökyüzüne, onun gündüzki uçsuz bucaksızlığına, geceleyin yıldızlarla kaynaşan güzelliğine tutulduğum belliydi.

Ama acaba bu tutkunluk duygusuna sevgi adını vermek doğru muydu? İnsan, gökyüzünün görkemine tümüyle hayran olabilir. Fakat acaba tekil bir yıldızın nesine hayran olmam gerekiyor? Ama güneş tekil bir varlık. Ay, tekil bir varlık. Gerçi Büyük Ayı takımyıldızının ucunda duran yıldız da tekil, o da, ancak kendisi olarak var. Fakat onun daha milyonlarca benzeri de var. Dolayısıyla bütün o birbirine benzeyen yıldızdan birini ayırıp da onu sevdiğimi ve ona hayran olduğumu nasıl söyleyebilirim? Acaba şöyle bir sonuca mı ulaşıyorum? İnsanın bir şeyi sevdiğini söyleyebilmesi için, “o şey”i kendi türü içinden çekip çıkarması, onu kendi türü içinde tekil hale getirmesi mi gerekiyor? Örneğin insan tür olarak at’a sevgi beslediğini söyleyebilir mi? Yoksa biz gözümüzde tekil hale gelmiş bir ata mı sevgi besleriz? Eğer tür olarak atı sevdiğimizi söylüyorsak, onlardan herhangi birini renginden, huyundan, hımbıllığından, hırçınlığından dolayı veya şimdi aklımıza gelmeyen herhangi bir sebep yüzünden sevmemiş olmayı nasıl açıklayabiliriz? Gerçi burada şöyle bir itiraz akla gelebilir ve denebilir ki, biz tür içinde tekil olanı seviyorsak, o tekil olanda türün ortak özelliklerini bulduğumuz için onu seviyoruz. Türün ortak özelliklerini bulamadığımız tekilleri de sevmiyoruz. Ayrıca, türün ortak özelliklerinden başka, tekil olanın kişisel özellikleri de onu bize sevimli kılmaktadır. Fakat bu açıklama, son tahlilde, bizim o türü toptan değil, fakat o tür içindeki tekil bireyleri sevdiğimizi gösterir. Eğer bu muhakeme tarzımız doğruysa, bundan, bizim insanoğlunu tür olarak sevdiğimiz veya sevmemiz gerektiği yolundaki öngörünün anlamı olmadığı da çıkarsanabilir. İnsan türünün daha iyi durumda olmasını dilemek benim onları tek tek sevdiğim anlamını taşımamalı (elbet bunun tersi olan anlamı da). Hıristiyanlığın “komşunu sev” öğüdüne D. H. Lawrence, bu öğüdün insanın sevme özgürlüğünü ihlal ettiğini ileri sürerek karşı koyuyordu. Gerçekten de, zihni, hümanizma’nın yoğurduğu bir biçimde oluşmuş olan birisi için “komşu” amorf bir nitelik gösterir ve insanın amorf nitelikte (yani niteliksiz) bir türü nasıl sevebileceği sorusu ortada kalır.

Hümanizmanın oluşturduğu zihniyet için Hıristiyanlığın söz konusu öğüdü anlamını boşaltmış görünmektedir. “Komşu” birey haline dönüştürüldüğü vakit söz konusu öğüt de yeniden delalet ettiği anlamın içeriğine kavuşmuş olur. Hadisi Şeriflerde, bu yüzden, “komşu” kelimesi görebildiğimiz kadarıyla sınırlandırılmış olarak kullanılmaktadır. Aişe (r.a.): “İki komşum var, hangisine ikram edeyim?” diye sorduğunda Resulullah (s.a.v.)’ın: “Sana en yakın olan kapı komşunu gözet” demesi veya Ebu Zer (r.a.)’e: “Ey Ebu Zer! Çorba yaptığında suyunu çokça koy ve komşularını da gözet.” demesi, komşuyu belirgin hale getirmektedir. “Komşu” tasrih edilmeden bırakılmış olsaydı, onu sevmek, yıldızları sevmek gibi, içeriksiz bir öğüde dönüşmüş olurdu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir