Rasim Ozdenoren – Müslümanca Düşünme Üzerine Denemeler

Halen beş milyara yakın insanın yaşadığı yeryüzünde, başka hiçbir ek faaliyete gerek duyulmaksızın mevcut nüfusun on mislini besleyebilecek seviyede bir üretim yapıldığı halde, milyonlarca insanın açlıkla pençeleştiği söylenirse ortada bir bozukluğun var olduğunu ileri sürmek için zeki olmak şart değildir. Üreticilerin, fiyatları düşürmemek için piyasaya mal arzetmekten kaçınıp stoklama yolunu tercih ettikleri bir dünyada, bir kısım insanların çıplak gezdiğini görünce, bu işin içinde bir bozukluk olduğunu söylemek için ekonomi tahsil etmeye gerek de yok. Kaliforniya’nın portakal bahçelerinde portakal toplamaya çıkmış yüzbinlerce tarım işçisinin günde üç portakal karşılığında bütün gün çalışmaya mecbur bırakıldıkları için karınlarını doyuramadıkları, fakat bahçe sahiplerinin fiyatları düşürmemek için toplanan portakalları denize döktükleri bir dünyada, bir bozukluk olduğunu görebilmek için Kaliforniya’ya portakal toplamaya gitmiş olmamız da gerekmez. Afrika’da, Hindistan’da, Güneydoğu Asya’da, Güney Amerika’da, açlıktan kemikleri çıkmış bebelerin resmini çektirmek için yarışa giren ve bu yarışta binlerce lirayı bir kalemde sarfedebilen gazete ve dergilerin bulunduğu bir dünyada, en aç insanın fotoğrafını çeken foto muhabiri altın madalya ile taltif edilirken, fotoğrafı çekilen aç bebenin sırtından para kazanabilen becerikli gazeteciler tebriklere boğulurken, aç insanların kendi halleriyle başbaşa bırakılmasında bir bozukluk olsa gerek. Yoksul çocukları esirgeyip korumak adına düzenlenen balolarda, göbekleri yeterince şişmiş adamların sabahlara kadar vur patlasın çal oynasın vakit geçirirlerken, bu çocukların okuma kitaplarını nasıl satın alabileceğinin hesabının yapıldığı bir dünyada bir bozukluk var demektir. Aç kalma tehlikesiyle nüfus planlaması yapmak için teşkil edilen ekiplere binlerce liralık harcırahlar tahsis edilip bir o kadar hastane ve doktor masrafına katlanılırken, doğmamış çocukların rızıkları yüzünden uykuların kaçtığı dünyada bir bozukluk olsa gerek. Doğmuş çocuğu beslemek için sarfedilecek paranın ana rahmindeki çocuğun doğmaması için sarfedildiği bir dünyada bir bozukluk, bir terslik var demektir. Daha en az kırk milyar insanın rahatlıkla barınabileceğinin hesaplandığı bir dünyada, kırk katlı binaların yapılmasına rağmen insanların mesken sıkıntısından şikâyetçi olmaları önlenemiyorsa, burada da akla aykırı bir düzenin işlediğinde şüpheye düşmemeli. Okullarında çocuklarına cinsel eğitimin verildiği ülkelerde ve en çok bu ülkelerde, akla gelmez sapıklıkların yaygın biçimde yerleşmiş olması vâkıası ile ırza tecavüz olaylarının, alkolizmin, klinik akıl ve ruh hastalıklarının yoğunlaştığının görüldüğü bir dünyada, bu işlerin düzenlenmesinde de bir bozukluğun olduğunu kabul etmek gerekecektir. İletişim araçlarının geçmişin hiç bir döneminde görülmediği biçimde çoğaldığı ve günlük hayatımızı doğrudan etkilediği bir dünyada, insanların fertler olarak iletişimsizlikten bu kadar yakındığı bir tablo ile karşılaşılıyorsa, bu işte de bir bozukluğun olduğunu teslim etmek zorundayız demektir. Kısaca söylersek, bugün problem alanı olarak önümüze getirilen konuların tümüne düzmece problemler diye bakılmalıdır. İnsanlar her neyi put olarak görmüşlerse o putlar karşılarına problem olarak çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, günümüz dünyasında asıl problemin, problem diye uğraşılan konular olmadığını, fakat asıl problemin kafa yapısından doğduğunu söylemek gerekecektir. PRATİKTEKİ SONUÇLAR Batının kafa yapısı ile Müslümanın kafa yapısı arasındaki farklar üzerine dikkatimizi yöneltirken, onların günlük hayatlarında yer eden pratiklere gözatmak karşımıza manidar tablolar çıkartacaktır. Sözgelimi giyim-kuşam modasına bakalım.


Moda denilen vâkıanın kökeninde tekstil sanayicilerinin parmağının olduğunu biliyoruz. Hatta diyelim ki, moda olgusu Batı iktisadiyatının kendi telakki tarzı içinde kaçınılmaz olarak ortaya çıktı. Şimdi bir takım “moda merkezleri” de bu “kaçınılmaz” durumdan yararlanmak isteyen bazı açık gözlere fırsat sağladı. Meselenin kökenindeki bu durumu bir kenara iterek günümüzdeki her türlü moda etkinliklerine bakarak değindiğimiz iki kafa yapısı arasındaki farkı gözlememiz imkân dahilindedir. Kâğıt üzerinde özgürlük edebiyatı yapan Batı insanının, sırf moda etkinlikleri çerçevesinde bile insanı metalaştırdığı görülebilir. Şimdi bir meslek olarak benimsetilmeye çalışılan mankenlik bu kafa yapısının uzantısıdır. Böyle bir mesleği ortaya koyan zihniyetin insan haysiyeti konusundaki fikirlerini almak ilgi çekici olurdu. İslâm, her hususta olduğu gibi giyim kuşamda da sadeliği değil de, gösterişi öngörmüş olsaydı bile, Müslümanlar arasında giyim kuşam teşhirciliği böye bir noktaya ulaşmazdı. Getirilen ahlâk yapısı bunu önlerdi çünkü. Batı insanının kafa yapısı keyif için (Batı usulü bilimsel platforma oturtarak konuşursak “araştırma” demeliyiz) bitkiler ve hayvanlar üzerinde yaptığı denemelerle gayri tabii mahluklar üretmeye başladı. Kokteyl yaratıklar diye adlandırılan bu hayvancıklar, iki ayrı hayvanın aynı bedende birleştirilmesiyle üretiliyor. Böylece yarısı tavşan öteki yarısı kedi olan hilkat garibesi türler elde ediliyor. Aynı şekilde, bazı çiftliklerde kimyasal maddeler katılarak gerçekleştirilen sun’i döllenmelerle benzeri olmayan hayvanlar elde ediliyor. Bu tür denemelerle kulaksız, burunsuz, anadan doğma tüysüz, görünüşleri hemcinslerinden çok farklı, bazılarının ön ayakları, bazılarının arka ayakları kısa ve her hâlükârda böyle yaratılmış olmaktan ıstırap çeken köpekler üretilmiş. Ne için? Sırf, bu köpeklere sahip olmak suretiyle başkalarından farklı görünmek isteyen, böylece meta haline getirilmiş olduğunu unutarak tatmin arayan insan için.

İlgi çekmenin, başkalarından farklı görünmenin yolu böyle aranıyor. İmdi bir Müslümanın böylesi bir uygulamayı tecviz edebileceği akla gelir mi? Batı insanının konfor arayışı da onun gündelik hayatının bazı zorunluluklarından kaynaklanmaktadır. Aslında görünen şaşaanın maskesi kaldırılırsa Batı insanının tam bir şaşkınlığı yaşdığı ve acınası bir durumda olduğu kolayca görülür. Bütün o elektronik zımbırtıların altında, bu insanın dramı yatmaktadır. Yalnızlaşan, yabancılaşan, meta haline dönüştürülen bu insanı “kendine yeter” hale getirme çabalarının ürünü olan bu elektronik buluşlar (videodan uzay araçlarına kadar tümü), bu insanı gitgide daha yalnız, daha yabancılaşmış bir ortama sokmaktan başka işe yaramıyor. Bir adı da delilik (alien) olan bu yabancılaşmayı günümüz Amerikan şairlerinden Allen Ginsberg “Amerika” başlıklı şiirinin bir yerinde şöyle vurguluyor: “En iyisi ulusal kaynaklarımı inceleyip onlara dönmek Ulusal kaynaklarım, biliyorum, iki parça esrar, Binlerce cinsiyet organı, saatte 1400 mil hızla giden bir özel basılmaz edebiyat ve yirmibeşbin tımarhane.” [1] BİREYCİLİK Yabancılaşmanın bir başka yüzü ise bireyciliktir. Bireycilik (individualism) Batı’da hümanizma hareketiyle yavaş yavaş suyun yüzüne çıkmaya başladıysa da, bireyciliğin eksiksiz bir yaşama biçimi haline dönüşmesi ABD’nin kendine özgü tarihinde gerçekleşti. Yeni Dünya’ya gelen yüzbinlerce, milyonlarca maceraperestin hayat kavgası, herkesin başı derdine düştüğü bir hayat ortamı, bu sonucu doğal hale getirmişti. ABD, halen her ne kadar Batı uygarlığı bütünü içinde ele alınıyor ise de, aslında, onda geleneksek Batı uygarlığından ayrılan dikkate değer unsurlar mevcuttur. En başta da, belki bireyciliğin bir yaşama tarzı haline dönüştürülmüş olması anılabilir. Halen, uygarlık denilince Batı’yı aklına getirenler, Batı denilince de binbir çeşit teknolojik kolaylıkların insanın emrine amade tutulduğunu düşünenler ve bu kadar kolaylıklar arasında insanın rahat, müreffeh bir ömür sürdüğünü ve ömrünü tamamladığı zaman da rahat döşeğinde ölebileceğini sananlar, bu uygarlığın Amerikalı şair tarafından ifade edilen korkunç yüzünü sanırım görmezlikten gelmek istemiyorsa, bilmiyorlar demektir. Amerikan hayat tarzı bir bakıma öylesine kendine özgü ki, bu hayat tarzı bugün Batı uygarlığının beşiği olan Avrupa ülkelerini bile etkisi altına almıştır. Bugünkü dünyada Batı’ya açıldığını söyleyen hemen her ülkede bilinçli ya da biliçsiz, Amerikan hayat tarzının izlerini, etkilerini görmek mümkündür. Amerikan hayat tarzının etkileri sadece İngiltere, Fransa, İtalya, Almanya gibi Avrupa ülkelerine bulaşmış değildir; Afrika’nın, Asya’nın hemen her ülkesine şu veya bu ölçüde belirli, gözle görülür etkilerde bulunmuştur.

Türkiye’de Japonya’nın nasıl Batılılaştığından hayranlıkla bahsedenler, halen bu ülkenin de Amerikan hayat tarzının etkisi altında kaldığının bilmem farkında mıdırlar? Amacımız bir uygarlığı körü körüne karalayıp onu kökten iptal etme çabası değil. Bir uygarlık benimsenirken onun bütün sonuçlarını da önceden göze alıp almadığımız hususudur. Eğer onun bütün sonuçlarına katlanmayı göze alamıyorsak, o uygarlık üzerinde bir kere daha düşünme gereği ortaya çıkar. İKİ YENİ İDOL: TEKNOLOJİ VE BİLİM Batı uygarlığının şartlandırmasına göre bir hayat tarzını benimsemiş ve o hayat tarzına göre yaşamış olan günümüz insanı, sadece telaşlı değil, aynı zamanda şüpheci bir ruh hali içinde bulunuyor. Burada “ruh hali” sözünü kullanarak benimsenen hayat tarzını zihnî faaliyetin bir görünüşü olan “şüphecilik”ten ayırmak istiyoruz. Her ne kadar çözümlemelerimiz derinleştirildikçe, ruhî ve zihnî şüphe tavrının belli bir noktada birleşmeleri mümkün kılınabilirse de, biz burada böyle bir problem üstünde değiliz. Fiilen yaşanan bir hayat tarzının insan tekleri üstündeki yansımalarını görmek istiyoruz daha çok. Yaşanan hayat tarzı, hangi özellikleriyle, insanın hakikatı, mutlak hakikatı görmesine siper oluyor? Hakikat’le insan arasına dikilmiş ne gibi engeller, maddî veya manevî handikaplar var da, bu insan farkına varmadan da olsa, teslim olma konumunun dışına çıkıyor? Teslim olmaktan çok, itirazcı, reddedici, karşı koyucu bir ruh halini yaşıyor? Mevcut hayat tarzı, genel karakteri itibariyle, bütün halinde insanın nefsanî yanına hitap eden bir görüntüdedir. Daha rahat, daha huzurlu bir yaşama adına üretilen bütün verimler, İngilizcede “facility” deyimiyle ifade edilen kolaylık sağlayıcı araçlar, insanın bu nefsani yanını alabildiğine kabartıyor; insan böylece yetinme, iktifa etme duygusunu yitiriyor. Yetinme duygusunun yerine daha çok edinme, doymazlık psikolojisi, insanın bu hayat tarzı içindeki genel tavrını belirleyen bir özellik haline geliyor. Bu tavır, büyük ölçüde, teknolojinin eseridir. Gerçi teknoloji, kendi başına bir kötülük aracı değildir. Bu kötülük, teknolojinin programlanmasından doğmaktadır. Başka bir deyişle, insanın teknolojiye yaklaşmasındaki niyettir belirleyici olan. Teknolojiden niyetinizin yöneldiği hedefe göre bir hasıla elde edersiniz.

Araya insan unsuru girmeden, teknoloji kendi başına bir hasıla sağlamaz. Teknoloji amaç tarafından belirlenmiş bir araç olarak kabul edilmek şartıyla, Müslümanın elinde bir çeşit, müslüman olmayanın elinde başka bir çeşit ürün hasıl eder. Teknoloji, programlandığı niyete göre bünyesini de değiştirecektir, başka bir deyişle Müslümana ait teknoloji, müslüman olmayanların teknolojisinden daha farklı yapıya sahip olacaktır. Veya aynı teknolojiden elde edilen aynı nitelikteki ürün farklı alanlarda farklı niyetlerle kullanılabilecektir. İmdi, hayatımızın hemen her alanında ve hemen her anında etkisini gördüğümüz teknoloji ve teknolojik ürünler Müslümanca niyetlerle programlanmamakta ve bağlı olarak teknoloji, insanı âciz bırakmaktadır. Daha doğrusu, insan teknoloji karşısında kendini aciz hissetmektedir. Kendi eliyle meydana getirdiği teknoloji, bu insanın karşısında tanrısal, mistik bir güce sahip olmuş gibidir, insan kendini, onun karşısında aciz hissetmekte, ondan medet ummaktadır. Kısaca, bu insan, teknolojiye kulluk etmektedir. Hadiseye bir başka veçhesiyle baktığımızda, insanın, kendi eseri karşısında garip bir bencilliğe, alt edilmez bir gurur hissine kapıldığını da tesbit edebiliriz. Bu yönden de insan, kaçınılmaz olarak, kendisini tanrı yerine koymakta, kendisine tapınmaktadır. Kendisine veya eserine tapınan insan, bu halinin farkında mıdır? Usullerden, ayinlerden soyutlanmış bilinçsiz bir tapınma halidir bu. Meydana getirdiği tanrısından duyduğu gurur, onu şüphelerden arındırmamakta. Tam tersine, ruhunda sürekli olarak şüphe filizleri boy atmakta. Bir yazarın deyişiyle, inanırsa inandığına inanmamakta, inanmazsa inanmadığına… (Dostoyevski). Sürekli şüpheyi yaşayan günümüz insanı sanıyorum irfan dediğimiz kavrayış yüksekliğini de gitgide kaybediyor.

Bu biraz aşırı ve abartılmış gibi görünen genellemeye beni götüren sebepler var. Eğer irfanı insanın kavrayış hudutlarının genişliği ve zenginliği diye anlıyorsak bugün içinde yaşadığımız materyalist uygarlık bu kavrayışın hudutlarına her taraftan had vurmaktadır. İrfan dediğimiz meleke, insanı yalnızca bildiklerinin sınırı içinde bırakmaz, insan irfanla bildiklerinden bilmediklerine de varır. Oysa halihazır uygarlık, insanı bildiklerinin ötesine geçirmek, bildiklerini aşmak şöyle dursun, bildilerinden bile emin kılamıyor: bu,”bilim” denilen hadisenin insan zihnini tökezletmesi, onun kendine güvenini sarsması, insanın “hür düşüncesini” zincirlemesi olayıdır. Oysa bilim havarileri tam da aksi kanaattedirler: Bilimsel düşüncenin hür düşünceyle eş anlamlı olduğunu söylerler. Bilimsel düşünceyi bir bakıma insanın tabularla, dokunulmaz sanılan şeylerle mücadelesi diye görürler. Avrupa’da, dogmatizme karşı verilen kafa savaşının başlangıçta böyle bir niyet taşıdığını kabul etsek bile, bilim bugünkü kimliğiyle yeni bir tabu, yeni bir dogma çıkarmıştır ortaya: bilim. Bilim adamları olsun, onlara özendirilmeye çalışılan kitleler olsun, evvelki asırlara ait dogmaları yıkmışlardır belki, ama bu eski dogmaların bedeli insana yeni bir dogmaya mal olmuştur. Şimdi insanlığın yeni tabusu bilimdir. Bilim, insanın hür düşüncesinin önünde demirden bir köstek gibi duruyor. Ona, herşeyi benim dediğim gibi düşünceksin, diyor. İnsanı yalnız ve ancak kendi bildirdikleriyle sınırlandırıyor. Dogmalara karşı savaşa çıkan insan, aslında ve neticede kimlik değiştirmiş yeni bir dogmaya ulaşmıştır. Bugün, bilim kılı kırk yaran dallara budaklara ayrılmıştır. Her dal, her budak ayrıca kendi içinde bölünmelere uğramıştır.

Her gün, yeni bir bilim kolu ortaya çıkıyor dense yeridir. Bunların uğraştığı konuları öğrenmek şöyle dursun, sırf adlarını bile öğrenmek bir mesele haline gelmiştir. Üstelik bugünkü bilimsel çalışmalar gitgide kollektifleşmektedir. Araştırma yapılacak hemen her konuda bir ekip kurulmasından, bir enstitünün gerekliliğinden bahsedilmektedir. İnsan kafası artık tek başına bir başarının üstesinden gelemez olmuştur. O, toplu bir başarıda sadece meçhul bir iştirakçidir. Artık ferdiyetin, dehanın payı gitgide kaybolmaya yüz tutuyor. Böyle bir çalışma insanı neredeyse böcekleştiriyor ve onu böceğin, dar dünyasına hapsolmaya zorluyor. Mevlâna’nın, at sidiğine düşmüş sinek tasviri gibi… Sineğin, içinde bulunduğu ortamı okyanus sanmasının ne önemi var? Durum sadece bilim alanında böyle değil. Sosyal yaşantının her alanı böyle… Uzmanlaşma, iş bölümü denilen hayat tarzı, insanları kapalı kutularda, dar odacıklarda yaşamaya zorluyor. İnsan kendi kapalı kutusunun dar çeperlerini görebiliyor ancak. Daha ötesinin değil. Bu hayatın olumsuz etkileri ise en çok kendi başının derdine düşmüş olarak hayatını yaşamaya çalışan ve istatistiklerde sadece kelle hesabı halinde bir yer tutan yuttaşlarda görünmektedir. Çünkü irfanı kaybettirilen insan bu yurttaştır. Hayatını, labirentlerin çıkmazları içinde geçirmeye zorlanan hayalsiz, irfansız yurttaşlar.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir