Raymond E. Feist – Gediksavaşları Dünyasından – Asilkan Prens

Han sessizdi. Duvarlar, fenerin ışığında, alevleri bulanık görünen şöminenin yıllanmış isiyle kararmıştı. Şöminedeki sönmek üzere olan ateş yetersiz bir sıcaklık ve karşısına oturmayı seçmiş olanların tavırlarına bakılırsa ondan da yetersiz bir neşe veriyordu. Benzerlerinin çoğunun atmosferine karşıt olarak bu han kasvetli sayılırdı. Karanlık köşelerde, erkekler alçak sesle konuşuyor, işi olmayanların duymamasının daha iyi olacağı şeyler tartışıyorlardı. Fısıldanan bir önerinin homurtuyla kabul edilişi ya da erdemleri tartışılır bir kadından gelen acı bir kahkaha sessizliği bozan tek seslerdi. Uyuyan Tersaneci adındaki han sakinlerinin çoğunluğu oyunu yakından seyrediyordu. Oyunun adı pokürdü. Büyük Kesh İmparatorluğu’nun güneyinde yaygın bir oyundu ve artık krallığın batısında Lin-Lan ve pashamanın yerini alıyordu. Bir oyuncu beş kâğıdını önünde tutmuş, gözleri konsantrasyonla kısılmıştı. İzinde olan bir asker, odada herhangi bir bela işaretine karşı tetikte bekliyordu ve bela süratle yaklaşıyordu. Masada onunla birlikte oyun oynayan beş adamı ihtiyatla kollarken, kâğıtlarını inceliyormuş gibi yaptı. Soldaki ilk ikisi kaba adamlardı. İkisi de güneşten yanmıştı ve kâğıtları tutan elleri nasırlıydı; solmuş keten gömlek ve pamuklu pantolonları, ince uzun ama kaslı gövdelerinden gevşek bir şekilde sarkıyordu. Hiçbiri çizme ya da sandalet bile giymemişti, soğuk akşam havasına rağmen çıplak ayaklıydılar; yeni bir görev bekleyen gemiciler olduklarına dair kesin bir işaret.


Genelde böyle adamlar maaşlarını hızla kaybeder ve tekrar denize giderlerdi, ama bütün gece bahislere katılış şekillerinden, asker, sağında oturan adam için çalıştıklarından emindi. O adam sabırla oturuyor, askerin bahse mi katılacağını yoksa kâğıtlarını mı toplayacağını görmeyi beklerken, üç yeni kâğıdı kapatmak için şansını kaybediyordu. Askerin böyle adamları önceden görmüşlüğü vardı: Elinde çok fazla zaman olan ama çok az mantık sahibi, zengin bir tüccarın oğlu ya da önemsiz bir soylunun küçük oğlu. Krondor’un genç erkekleri arasındaki son modaya uygun giyinmişti, baldırlardan yukarısına bir balon görüntüsü verecek şekilde çoraplarının içine sokulmuş kısa bir pantolon. Sade beyaz bir gömlek inciler ve yarı değerli taşlarla süslenmişti ve ceket yeni stildeydi; bileklerinde ve yakasında beyaz ve gümüş brokarlar olan, oldukça cırlak bir sarı. Tipik bir züppeydi. Ve omuzlarının arasına asılmış, gösterişsiz bir şekilde serbestçe sallanan Rodezian palasına bakılırsa, tehlikeli bir adamdı. Bu sadece ustaların ya da hızlı bir ölüm arayanların kullandığı bir kılıçtı -bir uzmanın ellerinde korkunç bir silahtı; tecrübesiz birinin elindeyse intihardı. Adam büyük ihtimalle önceden büyük miktarlarda para kaybetmişti ve şimdi kâğıtta hile yaparak geçmiş kayıplarını telafi etmeye çalışıyordu. Gemicilerden biri ya da diğeri ara sıra bir el kazanıyordu, ama asker, şüpheleri bunun genç züppenin üzerinden uzaklaştırmak için planlandığından emindi. Asker, sanki ne yapması gerektiğine karar vermek konusunda rahatsız olmuş gibi iç geçirdi. Diğer iki oyuncu oynaması için onu sabırla bekliyorlardı. İkiz kardeşlerdi, uzun boylu -bir seksenden iki parmak fazla diye düşündü- ve görünüşte aynıydılar. İkisi de masaya düz ve uzun kılıçlarla silahlanmış olarak gelmişlerdi, yine uzmanların ya da aptalların tercihi. Prens Arutha yirmi yıl önce Krondor tahtına çıktığından beri, bu uzun ve düz kılıçlar, hayatta kalmaktan ziyade bir moda faktörü olarak silah taşıyan adamların tercihi haline gelmişti.

Ama bu ikisi silahlara dekoratif süs muamelesi yapacak türden adamlara benzemiyorlardı. Sıradan paralı askerler gibi giyinmişlerdi, görünüşlerine bakılırsa kervan görevlerinden yeni dönmüşlerdi. Kızıl-kahve saçları hafifçe birbirine dolanmıştı, tunik ve deri yelekleri hâlâ tozluydu. İkisinin de tıraş olmaya ihtiyacı vardı. Ancak giysileri sıradan ve kirli olduğu halde, silahları ya da silahlanmaları konusunda ihmal edilmişe benzeyen bir şey yoktu; bir kervanda haftalar geçirdikten sonra banyo yapmak için mola vermemiş olabilirlerdi, ama derilerini yağlamaları ve çeliklerini parlatmaları bir saatlerini alırdı. Askerde hafif bir tedirginlik yaratan belirsiz bir tanıdıklık duygusu dışında, kendi adlarına samimi görünüyorlardı: İkisi de tüccarlarda sıkça rastlanan kaba konuşma tarzından ziyade, günlerini eşkıyalarla dövüşmek yerine saraylarda geçirmeye alışık olanların eğitimli kendine güveniyle konuşuyorlardı. Ve gençtiler, bir oğlandan az büyüktüler. Kardeşler oyuna maşrapa ardına maşrapa bira söyleyerek, kaybetmenin de kendilerini kazanmak kadar eğlendirmesine izin vererek neşeyle başladılar, ama artık bahisler artmaya başladığından ciddileşmişlerdi. Zaman zaman bakışıyorlardı ve asker, ikizlerde genelde olduğu gibi sessiz bir iletişim kurduklarından emindi. Asker, başını iki yana salladı. “Yokum.” Kâğıtlarını masaya attı, biri masaya düşmeden önce bir an tamamen döndü. “Bir saat içinde görevde olmam gerek; kışlaya dönsem iyi olur.” Bildiği belanın gerçekten yakın olduğuydu ve bela geldiğinde hâlâ etrafta olursa, içtimaya yetişemezdi. Nöbetteki çavuş özürleri nazikçe kabul eden bir adam değildi.

Şimdi züppenin gözleri iki kardeşten ilkine çevrilmişti. “Devam mı?” Asker hanın kapısına vardığında, köşede sessizce dikilen iki adam olduğunu fark etti. Gece sıcak olmasına rağmen geniş pelerinler giymişler, yüzleri başlıklarının gölgesiyle hafifçe kararmıştı. İkisi de sessizce oyunu izliyormuş havasındaydılar, ama hanın bütün ayrıntılarını inceliyorlardı. Onlar da askere tanıdık göründüler, ama kim olduklarını çıkaramadı. Ve sanki eyleme geçmeye hazırlarmış gibi duruşlarında, askerin şehir kışlasına erken dönme kararlılığını tekrar doğrulayan bir şey vardı. Hanın kapısını açtı ve kapıyı arkasından kapayarak dışarı çıktı. Kapıya yakın olan adam arkadaşına döndü, yüzü yukarıdaki fenerin ışığında kısmen aydınlanıyordu. “Dışarı çıksan iyi olur. Kıyamet kopmak üzere.” Arkadaşı başıyla onayladı. Yirmi yıllık arkadaşlıklarında, arkadaşının şehirdeki belayı sezme kabiliyetine asla ikinci tahminde bulunmamayı öğrenmişti. Askerin ardından hızla kapıdan dışarı çıktı. Masada para koyma sırası iki kardeşten ilkindeydi. Kâğıtların oynanması kafasını karıştırmış gibi bir yüz ifadesi yaptı.

Züppe, “Tamam mı, devam mı?” diye sordu. “Şey,” diye cevap verdi genç adam, “bu blöf.” Kardeşine baktı. “Erland, o asker elini dağıttığında Mavi bir Kız gördüğüme Yargıç Astalon’a bile yemin edebilirdim.” “Neden,” diye cevap verdi ikizi çarpık bir gülümsemeyle, “Bu blöf sorun yaratıyor, Borric?” “Çünkü bende de bir tane Mavi Kız var.” Erkekler sohbetin havası değiştiğinden masadan geri çekilmeye başladılar. Birinin hangi kâğıtları tuttuğu tartışması standart bir şey değildi. “Ben yine de bir sorun göremiyorum,” dedi Erland, “Güvertede iki Mavi Kız olduğuna göre.” Borric kötü niyetli bir sırıtmayla, “Ama görüyorsun ya, oradaki dostumuzun da,” dedi züppeyi göstererek, “kol ağzından az içerde Mavi bir Kız var.” Erkekler dövüşenlerle aralarına mümkün olduğunca mesafe koyarken odada aniden bir hareketlilik patlak verdi. Borric oturduğu yerden masanın kenarını kavrayıp ters çevirerek fırladı, böylelikle züppeyle iki uşağını gerilemeye zorlamıştı. Züppe büyük palasını çekerken Erland, kılıcıyla uzun bir kama çıkardı. İki denizciden birinin ayağı kayarak yüzükoyun yere düştü. Ayağa kalkmaya çalışırken, çenesi Borric’in çizmesinin ayakucuyla karşılaştı. Genç tüccarın ayaklarının ucuna yığıldı.

Züppe, Erland’ın kafasına tehlikeli bir darbe savurarak ileri atıldı. Erland darbeyi kamasıyla ustaca bertaraf edip rakibinin güçlükle kurtulabildiği tehlikeli bir saplama hareketiyle karşılık verdi. İki adam da tetikte olmaya değer bir rakiple karşı karşıya olduklarının farkındaydılar. Hancı büyük bir sopayla silahlanmış olarak odanın etrafını dönüyor, arbedeyi büyütmeye çabalayan herkesi tehdit ediyordu. Kapıya yaklaştığında, başlığın içindeki adam irkiltici bir hızla öne çıktı ve bileğini kavradı. Kısa ve öz konuştu ve hancının beti benzi attı. Mülk sahibi canlı bir şekilde bir kez kafa salladı ve hızla kapıdan dışarı süzüldü. Borric ikinci gemiciden fazla sorun yaşamadan kurtuldu ve döndüğünde Erland’ın züppeyle yakın dövüşte olduğunu fark etti. “Erland! Bir ele daha ihtiyacın var mı?” Erland bağırdı, “Sanmam. Ayrıca, sen hep alıştırmaya ihtiyacım olduğunu söylersin.” “Doğru,” diye cevap verdi kardeşi sırıtarak. “Ama seni öldürmesine izin verme. Öcünü almak zorunda kalırım.” Züppe bir saldırı kombinasyonu denedi, yukarı, aşağı, sonra bir dizi kesme ve Erland gerilemek zorunda kaldı. Gecede ıslık sesleri duyulabiliyordu.

“Erland,” dedi Borric. Zor durumdaki küçük ikiz, “Ne?” dedi ustaca gerçekleştirilen bir başka saldırı kombinasyonundan kaçarken. “Nöbetçi geliyor. Onu çabuk öldürsen iyi olur.” “Deniyorum,” dedi Erland, “ama bu adam fazla işbirliği yapmıyor.” Konuşurken çizmesinin topuğu dökülmüş bir bira göletine çarptı ve ayakları yerden kesildi. Birden savunmasını kaybetmiş halde geriye düşmeye başladı. Züppe kardeşine hücum ederken Borric hareket ediyordu. Erland yerde büküldü, ama züppenin kılıcı yanına geldi. Sıcak acı kaburgalarına yayıldı. Ve aynı dakikada adam sol tarafını karşı saldırıya açmıştı. Yerde doğrulup oturan Erland, kılıcını yukarı sapladı ve adamın midesine isabet ettirdi. Züppe kaskatı kesildi ve kırmızı bir leke sarı tuniğine yayılmaya başlarken nefesi kesildi. Derken Borric ona arkadan vurdu, kılıcının kabzasını kullanarak adamı etkisiz hale getirdi. Dışardan koşuşturan adamların sesleri duyulabiliyordu ve Borric, kardeşine ayağa kalkması için bir elini uzatırken, “Bu pislikten kurtulsak iyi olur,” dedi.

“Babam bu arbede olmadan da yeterince hayal kırıklığına uğrayacak.” Yarası yüzünden yüzünü buruşturan Erland Borric’in lafını kesti, “Ona vurman gerekmezdi. Sanırım onu birazdan öldürecektim.” “Ya da o seni. Ve bunun olmasına izin verseydim babamla yüzleşmek istemezdim. Ayrıca, onu gerçekten öldürmeyecektin; sende o içgüdü yok. Onu zararsız duruma getirecek ya da eş derecede soylu,” gözleminde bulundu Borric, “…Ve aptalca bir şey yapacaktın. Şimdi, buradan çıkmanın yolunu bulalım.” Kapıya ilerlerlerken Erland yaralı tarafını tuttu. Erland’ın üzerinde kan gören birkaç kasaba kabadayısı ikizlerin çıkışını engellemek için yolu kapattılar. Borric’le Erland kılıçlarının uçlarını adamlara doğrulttular. Borric, “Savunmanı bir dakika koru,” dedi, bir sandalye aldı ve onu caddeye bakan büyük pencereye fırlattı. Cam ve tahta parçaları caddeye yağdı ve kırık parçaların taş üzerindeki çıngırtısı daha kesilmeden iki kardeş de kırılan pencereden dışarı fırlıyorlardı. Erland tökezledi ve Borric düşmesini engellemek için onun kolunu kavramak zorunda kaldı. Doğrulduklarında atlarını arar bir halde bakındılar.

Kabadayılardan gözü pek olan ikisi ikizlerin artlarından pencereden atladı ve Borric kılıcının kabzasıyla birinin kafasının yanına vurdu, bu arada diğer adam üç yay kendine çevrilince durdu. Kapının önünde çoğunlukla İsyan Mangası olarak bilinen on iri yarı ve ağır silahlanmış kasaba nöbetçisinden oluşan küçük bir gurup vardı. Ama Uyuyan Tersaneci’nin yarım düzine sakinin ağzını hayretten esas açık bırakan şey, İsyan Mangası’nın arkasındaki otuz süvarinin görüntüsüydü. Krondor armalı cüppeler giymiş ve Krondor Prensi’nin kendi Kraliyet Ailesi Muhafızlarının nişanını takmışlardı. Hanın içinden biri şaşkınlığını yendi ve “Kraliyet Muhafızları”‘ diye bağırdı ve meyhanenin arka kapısına doğru genel bir boşalma başladı, penceredeki yüzler ortadan kayboldu. İki kardeş, hepsi de silahlı ve belaya karşı hazırlıklı atlı adamları süzdüler. Başlarında iki genç askerin iyi tanıdıkları bir adam vardı. “Ah… iyi akşamlar, efendim,” dedi Borric yüzüne yavaşça yayılan bir gülümsemeyle. İsyan Mangası’nın lideri, etrafta başka kimseyi görmediğinden, iki genç adamı gözetim altına almak için ilerledi. Kraliyet Muhafızlarının lideri elini sallayarak ona çekilmesini işaret etti. “Bu mesele seni ilgilendirmez nöbetçi. Sen ve adamların gidebilirsiniz.” Nöbetçilerin komutanı başıyla hafifçe selam verdi ve adamlarını Fakir Mahallesi’nin merkezindeki kışlalarına yöneltti. Erland, “Baron Locklear, ne mutluluk!” derken yüzünü bir parça buruşturdu. Krondor’un Şövalye Mareşali Baron Locklear eğlenmiyormuş gibi gülümsedi.

“Ona ne şüphe!” Mevkisine rağmen, oğlanlardan ancak bir ya da iki yaş büyük gözüküyordu, oysa onlardan neredeyse on altı yaş büyüktü. Kıvırcık sarı saçları ve koca mavi gözleri vardı, o gözler şu an ikizleri açık bir kınamayla seyrederken kısılmışlardı. Borric, “Ve bundan Baron James’in…” dedi. Locklear işaret etti. “Arkanızda durduğu anlamını çıkarabilirsin.” İki kardeş de dönüp baktıklarında büyük pelerinli adamın kapı eşiğinde durduğunu gördüler. Başlığını geriye attığında, otuz yedi yaşında olduğu halde, hâlâ oldukça genç bir havaya sahip olan yüzü, grilerle hafifçe tozlanmış kıvırcık kahverengi saçları ortaya çıktı. Bu, kardeşlerin diğerleri kadar iyi tanıdıkları bir yüzdü, çünkü çocukluklarından beri onlara öğretmenlik yapan biriydi ve dahası, en yakın arkadaşlarından biriydi. İki kardeşi saklamayı beceremediği bir kınamayla süzdü ve “Babanız doğrudan eve gelmenizi emretti. Yüksekşato’dan ayrılışınızdan… iki gün önce şehir kapılarından geçtiğiniz andan beri nerelerde olduğunuzun raporunu aldım!” dedi. İkizler, kraliyet refakatçilerinden kurtulabilmenin verdiği hazzı saklamaya çalıştılar, ama başaramadılar. “Babanızla annenizin size eve hoşgeldiniz demek için resmi bir maiyet çağırdığı gerçeğini bir an için boşverin. Üç saat boyunca ayakta beklediklerini unutun! Babanızın, Baron Locklear’la benim sizi bulmak için iki gün boyunca bütün şehri taramamız için ısrar etmesine boşverin.” İki genç adamı inceledi. “Ama babanız yarın saraydaki toplantıdan sonra sizinle bir çift laf ettiğinde bütün bu küçük ayrıntıları hatırlayacağınızdan eminim.

” İki at getirildi ve bir asker dizginleri saygıyla iki kardeşe uzattı. Erland’ın yan tarafındaki kanı gören bir Muhafız Teğmeni atını yaklaştırdı ve alaylı bir sempatiyle, “Ekselanslarının yardıma ihtiyacı var mı?” Erland üzengiyi aştı ve kendini eyerin üzerine yardım almadan çekti. Sinirli bir ses tonuyla cevap verdi, “Sadece Babamı gördüğümde Kuzen Willy ve o zaman da benim için fazla bir şey yapabileceğini sanmıyorum.” Teğmen William başını salladı ve soğuk bir ses tonuyla fısıldadı, “Hemen eve gelmeni söyledi Erland.” Erland başını boyun eğerek salladı. “Sadece bir ya da iki gün gevşemek istemiştik şeyden önce.” William kendini kuzeninin haline gülmekten alıkoyamadı. Başlarını derde soktuklarını birçok kez görmüştü ve böyle bir cezaya karşı duydukları iştahı asla anlayamıyordu. “Belki de sınıra kaçabilirdiniz. Sizi takip ederken epey aptallaşabilirdim,” dedi. Erland başını iki yana salladı. “Sanırım yarın sabahki saray toplantısından sonra önerini kabul etmiş olmayı dileyeceğim.” William tekrar güldü. “Hadi gel, bu azar şimdiye dek işittiğin bir düzinesinden daha kötü olmayacak.” Krondor Şansölyesi ve Krondor Dükü’nün birinci yardımcısı Baron James hızla atına bindi.

“Saraya,” emrini verdi ve topluluk ikiz prensler Borric ve Erland’a saraya eşlik etmek için döndü. Krondor Prensi, Batı Diyarının Şövalye Mareşali ve Adalar Krallığı tahtının kraliyet vârisi Arutha, karşısında yürütülen saray toplantısına sessiz bir dikkat göstererek oturuyordu. Gençliğinde ince bir adam olan Arutha genelde orta yaşla gelen hacmi kazanmamıştı, ama oldukça sertleşmiş, gençliğin sırık gibi görünüşüne verdiği az da olsa yumuşak etkiyi kaybederek hatları daha köşeli bir hale gelmişti. Krondor’a yirmi yıldır hükümdarlık etmekle gelen yeterince griye rağmen saçları hâlâ koyu renkti. Yıllar içinde refleksleri pek az yavaşlamıştı ve kılıç becerisini tecrübe etmek için nadiren neden bulsa da, hâlâ krallıktaki en iyi kılıç ustalarından biri sayılıyordu. Koyu kahverengi gözleri konsantrasyonla kısılmıştı, Prense hizmet edenlerin çoğunun fikrine göre bu, hiçbir şeyi kaçırmıyora benzeyen bir bakıştı. Düşünceli, hatta zaman zaman kara kara düşünen bir görünüme bürünse de, Arutha parlak bir askeri liderdi. Ününü ikizlerin doğumundan önceki yıl sona eren- Gedik Savaşlarının dokuz yılında, Crydee’deki garnizonun, ailesinin şatosunun yönetimini, oğullarının şimdi olduğundan sadece birkaç ay büyükken aldıktan sonra hakkıyla kazanmıştı. Sert ama adil bir hükümdar sayılırdı, karısı Prenses Anita’nın isteği üzerine çoğu zaman müsamahalı davransa da, suç gerektirdiğinde adalet dağıtmakta hızlıydı. Ve Batı Krallığı’nın idaresini her şeyden çok bu ilişki simgeliyordu; sert, mantıklı, merhametle yumuşayan tarafsız adalet. Arutha’yı az sayıda insan açıkça methetse de, hayli saygı duyulur ve şereflendirilirdi ve karısı vatandaşları tarafından çok sevilirdi. Anita, tahtında sessizce oturuyor, yeşil gözleri boşluğa bakıyordu. Kraliyete yakışır tavrı oğulları için duyduğu endişeyi onu çok iyi tanıyanlar dışında herkesten gizliyordu. Kocasının, çocukları, geçen gece ebeveynlerinin kişisel ikametgâhlarına değil de, sabah toplantısı için büyük salona çağırtması adamın hoşnutsuzluğunu başka herhangi bir şeyden daha fazla gösteriyordu. Anita kendini Dokumacılar Derneği’nin bir üyesinin yaptığı konuşmaya dikkat göstermeye zorladı; kocasının huzuruna çıkanların her dilek ve ricasını dinleme nezaketini göstermek de göreviydi.

Kraliyet ailesinin diğer üyelerinin normalde sabah toplantısına katılmaları icap etmezdi, ama ikizler Yüksek Şato’daki sınırdaki görevlerinden dönmüş olduklarından, bir aile toplantısı haline gelmişti. Prenses Elena annesinin yanında duruyordu. Kızıl-kahve saçlarıyla ebeveynlerinin adil bir uzlaşması gibi görünüyordu ve annesinin açık renk teniyle babasının koyu renk ve zeki gözlerini almıştı. Kraliyet ailesini yakından tanıyanlar, Borric’le Erland amcaları Kralı andırıyorlarsa, o zaman Elena’nın halasını, Salador Baronesi Carline’i andırdığını gözlemlemişlerdi. Arutha ve Anita’nın en küçük çocukları Prens Nicholas, babasının görüşünden saklanarak kız kardeşinin yanında dikilme gerekliliğinden kaçınmıştı. Annesinin tahtının arkasında, babasının bakışlarının dışında, kürsünün ilk basamağında duruyordu. Kraliyet dairelerine giden kapılar salondakilerin gözlerinden üç basamak aşağıda saklanmıştı, geçmiş yıllarda, dört çocuk da ilk basamağa sıkışıp babalarının toplantıyı yürütmesini dinleme oyunu oynayarak, kulak misafiri olmanın nefis duygusunun tadına varmışlardı. Nicky iki erkek kardeşinin gelişini bekliyordu. Anita, annelerin çocuklarının olmamaları gereken bir yerde oldukları hissiyle etrafa bakındı. Nicholas’ın kapının yanında beklemekte olduğunu fark etti ve yakına gelmesini işaret etti. Nicky, kendisine çok az vakit ayırmalarına ve sürekli onunla alay etmelerine rağmen, Borric’le Erland’ı putlaştırmıştı. Nicky kendilerinden on iki yaş küçük olduğundan, sadece küçük kardeşleriyle fazla ortak noktaları yoktu. Prens Nicholas üç geniş basamağı topallayarak çıktı ve annesinin yanına geldi ve doğumdan bu yana her gün olduğu gibi Anita’nın kalbi kırıldı. Çocuğun ayağında biçim bozukluğu vardı ve ne cerrahların ihtimamı ne de rahiplerin büyülerinin, yürümesini mümkün kılmak dışında bir etkisi olmamıştı. Sakat bebeği halkın önüne çıkarmaya gönülsüz olan Arutha geleneğe boşvermiş ve çocuğu takdimde -bir kraliyet çocuğunun halkın karşısına ilk çıkışının onuruna verilen tatil, Nicholas’ın doğumuyla ölen bir gelenekgöstermeyi reddetmişti.

Nicky kapının açıldığını duyduğunda döndü ve Erland içeriye dikkatle baktı. Küçük prens ağabeyleri kapıdan büyük bir dikkatle süzülürken onlara sırıttı. Nicky yollarını kesmek için üç basamağı eğik yürüyüşüyle indi ve ikisini de kucakladı. Erland görünür şekilde yüzünü buruşturdu ve Borric omzuna dalgın bir şekilde hafifçe vurdu. İkizler tahtların arkasındaki basamakları yavaşça çıkıp kız kardeşlerinin arkasında dururlarken, Nicky onları izledi. Elena omzunun üzerinden arkaya bakıp dilini çıkarıp gözlerini devirerek üç erkek kardeşinin de kendilerini gülmemek için zorlamalarına neden oldu. Toplantıdaki kimsenin onun geçici pandomimini göremeyeceğini biliyorlardı. İkizlerin küçük kız kardeşlerine ettikleri işkencenin uzun bir tarihi vardı ve Elena da onlara elinden geldiğince iyi karşılık vermişti. Onları kralın kendi huzurunda utandıracak bir şey düşünmezdi. Çocukları arasında bir alışveriş olduğunu hisseden Arutha arkaya baktı ve dört evladına, potansiyel herhangi bir neşeyi susturmaya yetecek şekilde hızla kaşlarını çattı. Bakışları büyük oğullarından ayrılamadı ve sadece ona yakın olanlar bunu böyle algılayacak olsalar da, onlara olan öfkesini tam olarak gösterdi. Sonra dikkati toplantıdaki meseleye çevrildi. İkincil bir soylu yeni bir makama terfi ettiriliyordu ve dört kraliyet çocuğu bunun fazla saygınlığa değmeyeceğini düşünseler de, adam bunu hayatındaki en yüksek noktalardan biri sayıyordu. Arutha yıllar içinde bu farkındalığı akıllarına sokmaya çalışmış ama sürekli başarısız olmuştu. Prensin toplantısına Krondor Dükü Lord Gardan nezaret ediyordu.

Yaşlı asker Arutha’ya ve ondan önce de otuz yıl ya da daha fazla süreyle babasına hizmet etmişti. Koyu renk teni neredeyse beyaz renkteki sakalıyla tam bir tezatlık oluşturuyordu, ama hâlâ üstünlüğünden bir şey yitirmemiş birinin tetikte gözlerine sahipti ve kraliyet çocukları için hazır bir gülümsemesi vardı. Doğuştan halktan olan Gardan yeteneğiyle yükselmişti ve sıklıkla dışa vurduğu emekli olma ve Crydee’deki evine dönme arzusuna rağmen, Arutha’nın hizmetinde kalmış, önce Crydee’deki garnizonda Çavuş, sonra Prens’in Kraliyet Muhafızlarının Komutanı, derken Krondor’un Şövalye Mareşali olmuştu. Krondor’un eski dükü Lord Volney yedi yıllık kraliyet hizmetinden sonra beklenmedik bir şekilde ölünce, Arutha, Gardan’ı o makamla ödüllendirmişti. Yaşlı asker asalete uygun olmadığı yönündeki itirazlarına rağmen, yetenekli bir asker olduğu kadar usta bir idareci olduğunu da ispatlamıştı. Gardan, adamın yeni makam ve ayrıcalıklarını okumayı bitirmişti ve Arutha, üzerinde kurdeleler ve kabartma mühürler olan fazla büyük bir parşömeni sundu. Adam yeni makam ödülünü aldı ve kalabalığa, mahkemede bulunan diğer insanların fısıltılı tebriklerinin arasına çekildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir