Raymond E. Feist – Gediksavaşları Dünyasından – Kralın Korsanı

Ghuda gerindi. Arkasındaki kapıdan bir kadın sesi duyuldu: “Çekil git oradan!” Eski paralı muhafız, hanının verandasındaki sandalyesine oturup, ayaklarını ipten tırabzanın üzerine yerleştirdi. Arka planda her zamanki gece serenadı başlıyordu. Zengin yolcular şehirdeki büyük konukevlerinde ya da gümüşi kumsallar boyunca uzanan saray gibi hanlarda kalırken, Ghuda Bule’nun sahibi olduğu Çentik Miğfer Hanı daha kaba müşterilere hizmet veriyordu: Araba sürücüleri, paralı askerler, şehre mahsul getiren çiftçiler ve köylü askerler. “Şehir muhafızlarını mı çağırmam lazım!” diye bağırdı kadın ortak odada. Akşamları, tam yemek öncesi, günün en sevdiği vaktiydi. Sandalyesinde otururken, güneşin Elarial Koyu’nun üzerinde battığını, günün parlak ışıklarının beyaz binaları tatlı bir turuncu ve altın rengine bürüyen, daha yumuşak bir kızarıklığa doğru solduğunu görebiliyordu. Böyle olmasaydı daha talepkâr olacak bir yaşamdan kendine saklamayı başardığı birkaç zevkten biriydi bu. Binanın içinden yüksek sesli bir çarpma sesi geldi ve Ghuda ne olduğuna bakma dürtüsüne direndi. Karısı müdahale etmesi gerektiğinde ona bildirirdi. “Çekip gidin buradan! Kavganızı da yanınızda götürün!” Ghuda kemerinde alışkanlıktan taşıdığı iki bıçaktan birini çıkardı ve dalgın dalgın bilemeye başladı, hanın içinde kırılan çanak çömleğin sesi yankılandı. Bunu bir kızın çığlığı izledi, ardından atılan yumrukların sesi geldi. Ghuda bıçağını parlatırken gün batımına baktı. Neredeyse altmış yaşındaydı, yüzü kırık bir burnun öne çıktığı, gitgide yaşlanan -kervan muhafızlığı görevi, savaş, çok fazla kötü hava, kötü yemek ve kötü şarapla geçen yılları gösteren- bir haritaydı. Saçlarının çoğu, tepesiyle kulaklarının arasında yarı yolda başlayıp, omuz hizasında gri püsküller bırakarak dökülmüştü.


Asla yakışıklı denecek biri olmamıştı, yine de kendine has bir havası vardı; insanların ona güvenmesine ve ondan hoşlanmasına neden olan sakin, açık bir dobralık. Deniz, kuşları akşam yemekleri için cıyaklayıp suya dalarken, bakışları koy boyunca, zümrüt yeşili suların üzerinde parıldayan günbatımının gümüş ve gül rengi kısımlarında gezindi. Günün sıcaklığı gitmiş, yerini koydan gelen, deniz tuzunun keskin kokusuyla baygın, yumuşak, serin bir esintiye bırakmıştı ve bir an, hayatın kendisi gibi alt seviyeden bir insan için daha iyi olup olamayacağını merak etti. Sonra, güneş ufka değerken, güneşin göz kamaştırıcı parıltısı karşısında gözlerini kısarak baktı; çünkü bir şekil, yoldan aşağı kararlı bir şekilde ilerleyerek küçük hana doğru geliyordu. Şekil, ilk başta batmakta olan güneşin göz kamaştırıcı parıltısı karşısında siyah bir benekten başka bir şey değildi, ama çok geçmeden ayrıntı kazandı. Şekille ilgili bir şey Ghuda’nın beyninde bir kaşıntı başlattı ve yabancı görüş alanına girerken bakışlarını onun üzerine dikti. Tozlu ve bir omzunun üzerinden bağlanmış soluk mavi bir cüppe giymiş, ince, çarpık bacaklı bir adam yaklaştı. Bir Isalan’dı, bir Isalan vatandaşı. Isalan, Büyük Kesh İmparatorluğu’nun güney tarafındaki uluslardan biriydi. Adam, bir omzunda eski, siyah bir sırt çantası taşıyor ve uzun bir asayı yürüyüş değneği olarak kullanıyordu. Adam yüz hatları açıkça görülecek kadar yaklaştığında, Ghuda bir duayı sessizce tekrarladı: “Tanrılar, o olamaz.” Ghuda ayağa kalkarken binanın içinden bir öfke feryadı koptu. Adam verandaya ulaştı ve çantasını omzundan indirdi. Onlar da olmasa kel olacak başını kıvırcık, ince tüylerden bir çember çevreliyordu; bir akbabayı andıran yüzü Ghuda’yı süzerken ciddiydi, ardından gülümsedi. Siyah gözleri, Ghuda’ya sırıtırken dar yarıklara dönüştü.

Tozlu eski çantayı açtı. Tanıdık, çakıllı bir ses tonuyla, “Portakal ister misin?” dedi. Elini çantanın içine soktu ve iki iri portakal çıkardı. Ghuda kendisine fırlatılan meyveyi yakaladı ve “Nakor, seni hangi Yedi Aşağı Cehennem sürükledi buraya?” dedi. Zehir gibi bir kâğıt oyuncusu, kurnaz, kelimenin bir anlamıyla büyücü ve Ghuda’nın gözünde tartışmasız deli Isalanlı Nakor, eski paralı askerin bir zamanlar arkadaşıydı. Dokuz yıl önce karşılaşmışlar ve Ghuda’yı Kesh şehrine yolculuk etmeye ikna eden – Nakor’un iknaya ihtiyacı olmamıştı- genç bir serseriyle yolculuk etmişler ve bir cinayet, politika ve ihanet girişiminin göbeğine düşmüşlerdi. Serserinin Prens Borric, Adalar Krallığı tahtının vârisi olduğu ortaya çıkmıştı ve Ghuda bu karşılaşmadan, yolculuk etmeye, bu hanı, eski sahibinin dulunu ve şimdiye dek gördüğü en muhteşem günbatımlarını bulmaya yetecek altınla çıkmıştı. Bu hayatta, o yolculuk gibi bir şeyi asla tekrar tecrübe etmek istemiyordu. Ama artık, üzgün bir yürekle, bu isteğinin boşa olduğunu biliyordu. Çarpık bacaklı ufak tefek adam, “Seni almaya geldim,” dedi Bir bira bardağı kapıdan süzülerek geçerken, Ghuda sandalyesine oturdu. Nakor yana çekilerek bardaktan kurtuldu ve “Burada iyi kavga var. Araba sürücüleri mi?” dedi. Ghuda başını iki yana salladı. “Bu gece misafir yok. Bunlar kadınımın ortak odayı her zamanki gibi yerle bir eden yedi çocuğu.

” Nakor sırt çantasını yere bıraktı, tırabzanın üzerine oturdu ve “Pekâlâ, bana yiyecek bir şeyler ver de gidelim,” dedi. Bıçağını bileme işine dönen Ghuda, “Nereye?” diye sordu. “Krondor’a…” Ghuda bir an gözlerini kapadı. İkisinin de Krondor’da tek tanıdıkları Prens Borric’ti. “Bu, kesinlikle mükemmel bir hayat değil Nakor, ama burada kalmaktan hoşnutum. Şimdi çek git.” Ufak tefek adam portakalını ısırdı, iri bir parça kabuk kopartıp tükürdü. Portakalı kocaman ısırdı ve bunu yaparken ağzını yüksek sesle şapırdattı. Bileğinin tersiyle ağzını silerken, “Nesinden hoşnutsun?” dedi. Kararmış koridoru işaret etti, bir çocuğun feryadı genel bağırış ve kırılma dökülmeleri buraya taşıyordu. Ghuda, “Pekâlâ, bazen zor bir hayat, ama kimse beni öldürmeye kalkışmıyor-, her gece nerede uyuduğumu biliyorum ve iyi besleniyor, düzenli yıkanıyorum. Kadınım şefkatli ve çocuklar…” Bir başka çocuğun yüksek sesli çığlığı, öfkeli bir bebeğin ağlayışıyla son buldu. Ghuda, Nakor’a bakarak, “Bunu sorduğuma pişman olacağım, ama neden Krondor’a gitmek zorundayız?” dedi. “Bir adamı görmemiz lazım,” dedi Nakor tırabzanda geriye kaykılıp, dengesini korumak için bir ayağıyla direğin arkasına tutunarak. “Seninle ilgili bir şey biliyorsam Nakor, o da, bir adamı gereksiz ayrıntılarla ölüme taşımayacağın.

Kim bu adam?” “Bilmiyorum. Ama oraya gittiğimizde öğreniriz.” Ghuda iç geçirdi. “Seni son gördüğümde, Kesh şehrinin kuzeyine doğru at sürüyor, büyücülerin adasına, Yıldızlimanı’na gidiyordun. Muhteşem bir pelerin ve harikulade dokunmuş mavi bir cüppe giyiyordun, at, bir yıllık ücret ederinde siyah bir çöl aygırıydı ve İmparatoriçe’nin altınıyla dolu bir kesen vardı.” Nakor omuz silkti. “At kötü çim yedi, kolik kaptı ve öldü.” Üzerindeki kirli, yırtık, mavi cüppeyi elledi. “Muhteşem pelerin yüzünden bir şeylere takılıp duruyordum, bu yüzden onu attım. Cüppeyi hâlâ giyiyorum. Kolları çok uzundu, bu yüzden yırttım. Yerlere sürünüyordu, ben de etek ucuna takılıp duruyordum, bu yüzden hançerimle kestim.” Ghuda, eski arkadaşının hırpani görünüşüne baktı ve “Bir terziye gidecek paran vardı,” dedi. “Çok meşguldüm.” Turkuvaz rengi göğe baktı ve “Bütün parayı harcadım ve Yıldızlimanı’ndan sıkıldım.

Krondor’a gitmeye karar verdim,” dedi. Ghuda, “Son kez bir haritaya baktığımda, Yıldızlimanı’ndan Elarial yoluyla Krondor’a gitmek epey uzun bir işti,” derken kontrolü kaybettiğini hissetti. Nakor omuzlarını silkti. “Seni bulmam gerekiyordu. O yüzden Kesh’e geri döndüm. Jandowae’ye gidebileceğini söylemiştin, bu yüzden oraya gittim. Sonra Farâfra’ya gittiğini söylediler, o yüzden oraya gittim. Sonra Draconi, Cralyan, derken seni buraya kadar izledim.” “Beni bulmak konusunda epey kararlı görünüyorsun.” Nakor öne eğildi ve sesi değişti; Ghuda onun bu ses tonunu kullandığını daha önce de duymuştu ve önemli bir şey söyleyeceğini anladı. “Büyük şeyler, Ghuda. Bana neden diye sorma; bilmiyorum. Sadece, bazen bazı şeyler gördüğümü söyleyeyim. “Benimle gelmen gerek. Keshli çok az erkeğin gitmiş olduğu yerlere gideceğiz.

Şimdi, kılıcını, bohçanı al ve benimle gel. Yarın Durbin’e bir kervan kalkıyor. Sana kervanda muhafızlık işi buldum. Ghuda Bule’yi hatırlıyorlar. Durbin’den bir gemi bulabiliriz. Oraya bir an önce ulaşmamız gerek.” Ghuda, “Seni neden dinleyeyim?” dedi. Nakor sırıttı ve sesi yine yarı alaylı, yarı neşeli bir hal aldı. “Çünkü sıkıldın, doğru mu?” Ghuda, en küçük üvey çocuğunun, diğer altı çocuktan birinin yaptığı bir şeye feryat edişini dinledi ve “Şey,” dedi, “burada işler önemli olmadığından…” bir başka çığlık yükselirken ekledi, “ya da gerçekten huzurlu olmadığından değil.” “Gel. Kadına hoşçakal de ve gidelim.” Ghuda vazgeçmekle sabırsızlanmak arasında kararsız kalarak durdu. Ufak tefek adama dönerek, “En iyisi kervansaraya git ve beni bekle. Kadınıma bazı şeyleri açıklamam lazım.” Nakor, “Evlendin mi?” diye sordu.

Ghuda, “Yanına bile yaklaşmadık,” diye karşılık verdi. Nakor sırıttı. “O halde ona altın ver -eğer kaldıysa- ve geri döneceğini söyle, sonra gel. Bir aya kalmaz o sandalyeye ve yatağına başka bir adam alır.” Ghuda batan güneşin, gözden kaybolurken yaydığı ışığa bakarak bir an kapıda durdu ve “Günbatımlarını özleyeceğim Nakor,” dedi. Isalan tırabzandan aşağı atlarken, çantasını aldı ve omzuna atarken sırıtmaya devam etti. “Diğer okyanusların üzerinde de günbatımları var, Ghuda. Görülecek güçlü manzaralar ve büyük harikalar var.” Başka laf etmeden Elarial şehrine giden yola doğru döndü ve yürümeye başladı. Ghuda Bule, neredeyse yedi yıldır evim dediği hanın ortak odasına girdi ve yolunun bir daha buradan geçip geçmeyeceğini merak etti. KARAR Gözcü işaret etti. “Tam önümüzde tekne!” Prens’in Krallık Deniz Kuvvetleri donanmasının amirali Amos Trask bağırdı, “Ne?” Krondor Prensinin amiral gemisi, Kraliyet Ejderini saray rıhtımlarına doğru yönlendiren amiralin yanında durmakta olan kılavuz kaptan, pruvadaki yardımcısına bağırdı, “Onlara işaret ver!” Yardımcı kaptan, aksi görünüşlü genç bir adam, arka tarafa bağırdı, “Kraliyet bayrağı takıyorlar!” Amos Trask, kılavuz kaptanı kaba bir şekilde itti. Hâlâ fıçı gibi göğüslü, boğa gibi enseli, altmışlarını geçkin bir adam olan Amiral, hayatının çoğunu denizde geçirmiş bir erkeğin emin adımlarıyla pruvaya doğru seğirtti. Prens Arutha’nın amiral gemisini neredeyse yirmi yıldır Krondor dışına yelken açtırdığından, onu rıhtıma gözü bağlı bile yanaştırabilirdi, ama âdetler kılavuz kaptanın varlığını gerektiriyordu. Amos, gemisinin komutasını başkasına devretmekten nefret ediyordu, en çok da Kraliyet Liman Kaptanı personelinin işgüzar ve çok da cana yakın olmayan bir üyesine.

Amos o makamda bir pozisyonun ikinci şartının uygunsuz bir kişilik olmak olduğundan şüpheleniyordu. İlki liman Kaptanı’nın sayısız kız kardeş ya da kızlarından biriyle evlenmekti. Amos pruvaya ulaştı ve ileriye baktı. Siyah gözleri, önünde uzanan manzarayı inceledikçe kısıldı. Gemi rıhtıma doğru süzülürken, uzunluğu dört buçuk-beş metreden fazla olmayan küçük bir yelkenli, geminin ilerisindeki açıklığa hamle etmeye kalkıştı. Gemi direğinin tepesine Krondor Prensi’nin deniz kuvvetleri bayrağının küçük bir versiyonu beceriksizce bağlanmıştı. İki genç adam yelkenleri ve yekeyi çılgınca çalıştırdılar-, biri rıhtıma düz bir çizgi tutturmaya çalışırken diğeri bir flok yelkenini sarıyordu. İkisi de bu yarışa kahkahalarla gülüyorlardı. “Nicholas!” diye bağırdı Amos, flok yelkenini indiren çocuk ona el sallarken. “Seni sersem! Rüzgârını kesiyoruz! Dön!” Dümendeki çocuk dönüp Amos’a baktı ve ona küstah bir sırıtış gönderdi. “Bilmeliydim,” dedi Amos, yardımcı kaptana. Amos sırıtan çocuğa bağırdı, “Harry! Seni deli!” Arkaya bakıp son yelkenlerin de kaldırıldığını gören Amos, “Rıhtıma yanaşıyoruz, istesek bile dönmemize yetecek alan yok ve duramayız da!” diye fikrini belirtti. Krondor’a gelen bütün gemiler limanın ortasında demir atar, kılavuz gemilerinin gelip kendilerini rıhtıma çekmesini beklerlerdi. Amos, kılavuz kaptanları kendisine uygun zamanda yelken indirmek ve rıhtıma yanaşmak konusunda izin vermesi için sindirebilecek mevkiindeki tek adamdı. Her zaman doğru yere varmaktan ve asla rıhtıma çarpmamış olmaktan ya da yedeğe alınma gerektirmediğinden gurur duyardı.

Bu rıhtıma yirmi yılda yüz kez yanaşmıştı, ama daha önce asla geminin önünde oyun oynayan deli oğlanlar olmamıştı. Artık daha da süratle yavaşlayan küçük yelkenliye bakarak, “Söylesene Lawrence, Krondor Prensi’nin en küçük oğlunu boğduğunda pruvadaki adam olmak nasıl bir duygu?” dedi. Yardımcı kaptan küçük yelkenliye doğru dönerken rengi attı. Elini neredeyse kel kafasında dolaştırdı, gri saçları -bir zamanlar siyah ve kıvırcıktı- şimdi bir gemici düğümüyle başının arkasında toplanmıştı. Ne yaptıklarına aldırmamaya çalıştığı bir an sonrasında Amos teslim oldu. Cıvadrayı görmek için öne ve sağa eğilerek döndü. Aşağıda, Nicholas bir ayağı gemi direğine sıkıca tutturulmuş, küreğe eğiliyordu, kürek geminin pruvasına sıkıca yerleşmişti. Çocuk korkmuş görünüyordu. Amos, Nicholas’ın, “Harry! Limana dönsen iyi olacak!” diye bağırdığını duyabiliyordu. Amos sessiz bir anlaşmayla kafasını salladı, çünkü Harry limana doğru kürek çekerse, küçük yelkenli, oynak geminin uzağına çevrilecekti, gürültülü bir şekilde çarpacak, belki su alacaktı, ama en azından çocuklar sağ kalacaklardı. Aniden sancak tarafına sürüklenirlerse, yelkenli hızla geminin gövdesiyle rıhtımın yaklaşan kazıkları arasında karaya oturacaktı. Yardımcı kaptan Lawrence, “Prens bizi uzaklaştırıyor,” dedi. “Ha!” Amos kafasını iki yana salladı. “Onları rıhtıma itmemize izin veriyor, demek istiyorsun.” Amos tüm gücüyle bağırdı, “Harry! Limana doğru!” Genç asilzade yelkenliyi geminin pruvasının ortasında tutmak için yekeyle boğuşurken, karşılık olarak sadece manyakça bir savaş narası attı.

“Bir topu bir kılıcın ucunda dengede tutmak gibi.” Amos iç geçirdi. Geminin hızı ve konumuna bakarak halatları hazırlamaya zamanı olduğunu söyleyebilirdi. Çocuklara bir kez daha sırtını döndü. Hızla ilerleyen gemi, yelkenliyi ittikçe aşağıdan Harry’nin nara atan ve sevinçle bağıran sesi geliyordu. Lawrence, “Prens yelkenliyi önde tutuyor. Mücadele ediyor, ama başarıyor,” dedi. Amos bağırdı, “Borinaları hazırlayın! Kıç halatlarını hazırlayın!” Pruvaya ve kıça yakın olan gemiciler bekleyen rıhtım görevlilerine halatları atmak için hazırlandılar. “Amiral!” dedi Lawrence heyecanlı bir ses tonuyla. Amos gözlerini kapattı. “Duymak istemiyorum.” “Amiral! Kontrolü kaybettiler! Sancak tarafına dönüyorlar!” Amos, “Duymak istemiyorum dedim,” dedi. Küçük yelkenlinin gemiyle rıhtım arasında sıkışmasının sesi kulaklarına gelirken, yüzünde dehşete kapılmış bir ifadeyle durmakta olan yardımcı kaptana döndü. Ahşap çatırtısıyla tahta kopmalarına rıhtımdaki adamların bağırışları karışıyordu. Yardımcı kaptan, “Benim hatam değildi,” dedi.

Amos, “Duruşmanda buna şahitlik edeceğim. Şimdi halatları salmalarını emret, yoksa bizi de iskeleye çarptıracaksın,” derken Amos’un gümüş ve gri sakalında düşmanca bir gülümseme belirdi. Sözünün korkudan dona kalmış adama işlemediğini gören Amos bağırdı, “Borinaları sağlama alın!” Bir saniye sonra kılavuz kaptan kıç halatlarının bağlanması emrini verdi ve halatlar aşağıda bekleyenlere atıldı. Gemi hızını neredeyse tamamıyla kaybetmişti ve halatlar iyice gerildiğinde, tamamen durdu. Amos bağırdı, “Bütün halatları bağlayın! İskele tahtasını çıkarın!” Rıhtıma dönen Amos gemiyle rıhtım arasında çalkalanan suya dikkatle baktı. Suyun üstünde yüzen ahşap, halat ve yelkenin arasında kabarcıklar görerek rıhtımdaki kalabalığa bağırdı, “boğulmadan önce, rıhtımın altında yüzen şu iki geri zekâya bir ip uzatın!” Amos gemiden indiğinde, iki ıslak genç rıhtıma tırmanmıştı. Yanlarına geldi ve sırılsıklam olmuş ikiliyi süzdü. Nicholas, Krondor Prensi’nin en küçük oğlu, ağırlığını hafifçe sağına vermiş duruyordu. Sol çizmesinin topuğu, doğuştan sakat ayağını telafi etmek için yükseltilmişti. Bunu saymazsanız, Nicholas on yedi yaşında biçimli ve ince bir oğlandı. Köşeli yüz hatları ve siyah saçlarıyla babasını andırıyordu, ama hız konusunda ona rakip olsa da, Prens Arutha’nın dikkatinden yoksundu. Annesinin sakin tabiatını ve nazik tavırlarını almış olması, babasınınki gibi koyu kahverengi olmalarına rağmen, gözlerinin bir şekilde babasınınkilerden farklı bakmasına neden oluyordu. O an tamamıyla utanmış görünüyordu.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir