Roald Dahl – Şeker Henry’nin Akılalmaz Öyküsü

Geçenlerde, Karaib Adaları’nda kısa bir tatil yapmaya karar verdim O yörelerde birkaç gün kalıp dinlenecektim. Dostlarım oraların çok hoş yerler olduklarını söylemişlerdi . Bütün gün tembellik yapar, altın kumların üstüne serilip güneşlenir, o camgöbeği yeşili ılık sularda bir güzel yüzersin, demişlerdi. Tatilimi geçirmek üzere Jamaika’yı seçtim ve aktarmasız bir uçakla Londra’dan yola çıkıp dosdoğru Kingston Havaalanı’na indim. Havaalanından adanın kuzey sahilinde olan otelime varmak, taksiyle iki saat sürdü. Adanın her yeri dağlarla, dağlar da karanlık suratlı balta girmemiş ormanlarla kaplıydı. İri yarı bir Jamaikalı olan sürücü o ormanların içinde hala voodoo büyüsü ve karanlık güçler gibi büyülerle uğraşan ruhunu şeytana satmış insan topluluklarının yaşamakta olduklarını söyledi bana. Gözlerini devire, fıldır döndüre, “Sakın ha dağlardaki o ormanlara gitmeyin,” dedi. “Oralarda öyle şeyler oluyor ki görseniz dudaklarınız uçuklar.” “Ne gibi şeyler yani?” diye sordum. “Hiç sormasanız daha iyi,” diye yanıt verdi sürücü. “Bu konuda konuşmak bile uğursuzluk getirir.” Ondan sonra da, ne kadar üstelersem üsteleyeyim, bu konuda başka tek söz bile etmedi. Işıl ışıl bir kumsalın üstünde yer alan otelim, umduğumdan da güzel bir yerdi; ama daha otelin o geniş 9 kapısından içeriye adım atar atmaz içimi bir huzursuzluk bürüyüverdi. Böyle hissetmem için aslında hiçbir neden de yoktu ortada.


Ama gelin görün ki tüylerimi diken diken eden bir tedirginlik hissediyor ve bir türlü üstümden atamıyordum bu duyguyu. Bu yerde garip ve uğursuzluk kokan bir şeyler vardı sanki. Tüm görkemine ve güzelliğine karşın, tehlike çanları çalan bir uğursuzluk havası dağılıyordu sanki otelin her yerine, ölümcül bir gaz bulutu gibi. Bu uğursuzluk havasının yalnız otelle sınırlı kaldığını da sanmıyorum. Adanın tümü – dağları, ormanları, kıyı boyunca uzanan kara suratlı kayalıkları, hatta parlak kırmızı koca çiçeklerinin ağırlığıyla boyun eğmişe benzeyen ağaçları, her şey, her şey- tüylerimi ürpertiyor, beni işkillendiriyordu sanki. Evet, evet, bu adada toprağın altına gizlenmiş pusuda yatan, kötü niyetli, kötü ruhlu bir şeyler vardı. Ta iliklerimde hissediyordum bunu. Odamın önündeki küçük balkondan doğrudan doğruya kumsala iniliyordu. Kumsalın her yerinde upuzun hindistancevizi ağaçları vardı. Arada bir futbol topu büyüklüğündeki koca bir hindistancevizi bu ağaçlardan kopup kör bir gümbürtüyle kumların üstüne düşüyordu. Kumsalda gezinirken bu ağaçların altında oyalanmak hiç de akıl karı değildi yani, çünkü bunlardan biri başınıza düşerse, kafatasınızı kamyondan düşen karpuz gibi patlatıvermesi işten bile değildi. Odamı temizlemeye gelen Jamaikalı kız, bundan iki ay önce otelde kalan Bay Wasserman isimli zengin bir Amerikalının bu yüzden hayatını kaybettiğini anlattı bana. “Dalga geçiyorsun herhalde,” dedim. “Y o, yo. Hayır, ef’ eem,” dedi kız.

“Olanı kendi gözlerimle gördüm ben!” “Epey gürültü kopartmıştır bu olay herhalde.” 10 “Olay hemen kapatıldı,” diye yanıt verdi kız kaşlarını çatarak. “Otel yöneticileri hemen örtbas ediverdi olanları. Gazeteciler de üstüne gitmediler hiç. Turizm açısından hiç de iyi olmuyor böyle şeyler, anlarsınız ya.” “Demek sen olan biten her şeyi kendi gözlerinle gördün ha?” “Evet, her şey gözlerimin önünde oldu,” diye anlatmaya başladı J amaikalı kız. “Bay Wasserman hemen şu önümüzdeki ağacın altında duruyordu. Sonra fotoğraf makinesini çıkartıp güneşin batışının resmini çekmeye hazırlandı. O gün harika batıyordu güneş. Her yer kızıla boyanmıştı. Derken koca bir hindistancevizi ağaçtan düşüp langırt diye adamın kel kafasına iniverdi. Küüüt! Bay Wasserman’ın hayatında gördüğü son gün batımı da bu oldu işte.” “Yani hemen oracıkta öldü mü adam?” “Hemenini bilmem,” dedi kız. “Ceviz kafasına inince fotoğraf makinesinin adamın elinden kumlara düştüğünü anımsıyorum. Sonra iki kolu yanına sarkıp öylece kaldılar.

Adam olduğu yerde bir öne bir arkaya sallanmaya başladı belli belirsiz. O orada durmuş sallanırken ben de kendi kendime, zavallı adam, herhalde başı dönmeye başladı, her an bayılıp kalabilir, diye düşünüyordum. Sonra birdenbire yan üstü devrilip kaldı adamca- � il gız. “Ölmüş müydü?” “Hem de nasıl! Kazık kesmişti bile.” “Aman tanrım!” dedim. “Ya, işte böyle,” dedi kız. “Hava rüzgarlıyken hindistancevizi ağaçlarının altında sallanmaya gelmez.” “Sağ ol,” dedim kıza. “Bu öğüdünü aklımdan çıkartmayacağım.” Otele gelişimin ikinci günü akşamüstünün geç saatlerinde, kucağımda bir kitap, elimde koca bir bardak 11 romlu kokteyl, odamın önündeki balkonda oturmuş keyif sürüyordum. Kitabı okuduğum yoktu. İki metre ilerimde sinsi sinsi başka bir kertenkeleye arkadan yaklaşan yeşil bir kertenkeleyi izliyordum. Sinsi sinsi yaklaşan kertenkele çok ağır hareket ederek bin bir dikkatle diğerine yaklaşıyordu arkasından. Gereğince yaklaşınca, ip gibi ince uzun dilini uzatıp öndekinin kuyruğuna dokundu. Yıldırım çarpmış gibi sıçrayıp gerisine döndü öndeki kertenkele.

Şimdi iki hayvan yüz yüze gelmiş, sanki oldukları yere yapışıp kalmış gibi hiç kımıldamadan duruyor, her an sıçrayıp kaçmaya hazır, tüm dikkatleriyle birbirlerine bakıyorlardı. Sonra birdenbire garip bir hophop oyunu oynamaya başladılar birlikte. Havaya sıçrayıp yere iniyor, geriye sıçrayıp yere ınıyor, öne sıçrayıp yere ınıyor, yana sıçrayıp yere iniyorlar; ringde birbirlerini kollayan boksörler gibi hoplayarak, öne doğru hamleler yaparak habire birbirlerinin çevresinde dönüp duruyorlardı. Davranışları ilginç geliyordu bana. Y aptıklannın bir tür aşk dansı olduğunu sezinlemiştim. Oturduğum yerde soluk almadan, çıt çıkartmadan oturmuş, bu işin sonunun nereye varacağını izliyordum. Ama gerisini izleme olanağım olmadı. Deniz kenarıııda bir şeyler oluyordu. Başımı çevirip oraya baktığımda bir sürü İnsanın suyun kıyısındaki bir şeyin başına toplanmış olduklarını gördüm. Kumsala kano tipi bir balıkçı sandalı çekilmişti. İlk aklıma gelen, balıkçılardan birinin avdan döndüğü, diğerlerinin de balıkçının avlayıp getirdiklerinin başına toplandıkları oldu. Balıkçıların tutup kıyıya getirdikleri sandal dolusu balık, oldum olası ilgimi çekmiştir benim. Kucağımdaki kitabı masaya koyup ayağa kalktım. Otelin bahçesinde keyif çatan müşterilerin çoğu da oturdukları yerden kalkıp kıyıdaki kalabalığa doğru yollanmışlardı , bile. Erkeklerin sırtında dizlere kadar İnen o korkunç Bermuda 12 şortlarından ve mide bulandırıcı çingene pembeleriyle yanar dönerli turuncuların akla gelebilecek diğer her türlü uyumsuz cart renkle birlikte üstlerinde cümbüş yaptıkları o inanılmaz gömleklerden vardı.

Kadınlar genelde erkeklerden daha zevk sahibiydiler. Çoğu sırtlarına göz okşayıcı pamuklu entariler giymişlerdi. Hemen herkesin elinde rengarenk kokteyller vardı. Ben de kendi kokteyl bardağımı alıp balkonumdan kumsala indim ve Bay Wasserman’ın altında ölümle tanıştığı söylenen hindistancevizi ağacının açığından geçerek ışıl ışıl kumsalın kıyısındaki kalabalığa doğru ilerledim. Kalabalığın çevresine toplanıp baktıkları şey balık malık değilmiş. Meğer bütün bu İnsanlar kumların üstünde sırtüstü yatan bir deniz kaplumbağasına bakıyorlarmış. Ama ne kaplumbağaydı, anlatamam! Dev gibi, heyyula gibi bir şeydi. Bir deniz kaplumbağasının bu kadar iri olabileceği dünyada aklıma gelmezdi doğrusu. Onun boyutlarını nasıl anlatayım size? Eğer sırtüstü yatıyor olmasaydı, koca bir insan ayakları yere değmeden sırtına binebilirdi. Bir buçuk metre boyunda, bir metre eninde, dünya güzeli yuvarlacık bir kabuğu olan bir devdi bu hayvan. Onu yakalayıp kumsala getiren balıkçı kaçmasın diye sırtüstü çevirmişti hayvanı. Kabuğunun tam ortasından da kalın bir iple bağlamıştı. Ancak apış arasını örten bir bezden başka sırtında hiçbir şey olmayan sırım gibi bir zenci olan balıkçı ipin diğer ucuna iki eliyle asılmış, onu yakalamış olmanın gururuyla sırıtarak duruyordu bir-iki metre uzakta. Bu harika yaratık buruş buruş boynunu kabuğundan çıkartıp olabildiğince uzatmış yerde sırtüstü yatıyor, o kalın ve etli yüzgeçleriyle havayı tırmalayıp duruyordu. Dört yüzgecinin ucunda da sipsivri, keskin tırnaklar vardı.

1J “Çok yaklaşmayın! Lütfen çok yaklaşmayın, hanımlar beyler!” diye bağırdı balıkçı. “Pençeleri çok tehlikelidir bunların. Bir vuruşta kolunuzu koparır atar vallahi.” Otel müşterileri bayılmıştı gördüklerine. En az on-on iki kişi fotoğraf makinelerini çıkartmış şak şak resim çekip duruyordu. Kocalarının kollarına yapışmış olan kadınlar zevkten dört köşe olmuş bağırıp çağrışıyorlar; erkeklerse korkmadıklarını ve erkekliklerini kanıtlamak için yüksek sesle saçma sapan laflar edip duruyorlardı. “Kabuğundan sana bana gözlük yapalım mı, Al, ne dersin?” “Bu yaratık bir tondan fazla gelir herhalde.” “Yani şimdi bu hayvan suyun üstünde batmadan durabilir mi diyorsun sen?” “Tabi durur, ne sandın! Hem de çok iyi bir yüzücüdür. Gemi bağlasan çeker vallahi.” “Isırır mı?” “Hem de nasıl! Elini uzat, bir hamlede koparıp atmazsa adam değilim.” “Doğru mu bu?” diye balıkçıya sordu kadının biri. “Gerçekten de insanın elini kopartabilir mi?” “Bu durumda yapar,” dedi balıkçı. Bembeyaz dişlerinin tümünü göstererek sırıtıyordu. “Denizdeyken kimseye bir şey yapmaz; ama onu kıyıya getirip böyle sırtüstü çevirirseniz, hiç şaka yapmaya gelmez. Ulaşabileceği her şeyi koparıp atar.

” “Doğrusunu İsterseniz, ben de onun durumunda olsaydım, önüme geleni ısırırdım,” dedi kadın. Sersemin biri kumların üstünde yatan koca bir tahta parçasını alıp kaplumbağanın yanına geldi. Bir buçuk metre boyunda, üç-dört santim kalınlığında, uzunca bir tahtaydı bu. Adam tahtayla kaplumbağanın kafasını dürtüklemeye başladı. 14 “Yerin izde olsam bunu yapmazdım,” dedi balıkçı. “Onu büsbütün öfkelendireceksiniz.” Hayvan kafasını çevirip ağzını ardına kadar açtı ve koca tahtayı peynir keser gibi ortasından ikiye bölüverdi bir ısırışta. “Vay anasını!” diye bağırdı kalabalık. “Gördünüz mü ne yaptı? İyi ki benim kolum değildi!” “Uğraşmayın hayvanla,” dedi balıkçı. “Rahat bırakın şunu.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir