Robert Jordan – Zaman Çarkı 13 – Geceyarısı Kuleleri

Lan Mandragoran, Mandarb’ı ölüme doğru sürerken atın nalları engebeli zeminde aşina bir ritim tutuyordu. Kuru hava boğazını ağrıtıyordu ve yoğunlaşıp yüzeye çıkmış tuz kristalleri, toprağı beyaz bir serpintiyle bezemişti. Kuzeyde, uzakta, hastalığın lekelediği kırmızı kayalar yükseliyordu. Afet işaretleri, gittikçe yayılan kara likenler. Lan, afet sınırını izleyerek doğuya doğru ilerliyordu. Hala Saldaea’daydı, karısının onu Sınırboyları’na götürme sözünü kıl payı tutarak bıraktığı yerde. Bu yol çok uzun zamandır onu bekliyordu. Yirmi sene önce, Moiraine’i izlemeyi kabul ederek bu yoldan dönmüştü, ama geri döneceğini hep bilmişti. Atalarının adını, belindeki kılıcı ve başındaki hadoriyi taşıması, bu anlama geliyordu. Kuzey Saldaea’nın bu kayalık bölgesi Proska Düzlükleri olarak biliniyordu. At sürmek için zorlu bir yerdi; tek bir bitki yetişmiyordu. Kuzeyden esen rüzgar, yanında pis bir koku getiriyordu. İçinde cesetler yüzen derin, sıcak bir bataklığın kokusu. Gökyüzünde karanlık ve kasvetli bir fırtına kopuyordu. Ne kadın, diye düşündü Lan, başını iki yana sallayarak.


Nynaeve bir Aes Sedai gibi düşünüp konuşmayı ne kadar da çabuk öğrenmişti. Ölüme gitmek Lan’i üzmüyordu, ama Nynaeve’in onun için korktuğunu bilmek… işte bu canını yakıyordu. Hem de çok. Günlerdir tek bir kişi bile görmemişti. Güneyde Saldaealıların kaleleri vardı, ama buradaki arazi Trollocların saldırılarını güçleştiren derelerle bölünmüştü; onlar Maradon yakınlarına saldırmayı tercih ediyorlardı. Ama bu, gevşemek için sebep değildi. Afet’in bu kadar yakınında gevşemek olmazdı. Bir tepeye baktı; bir gözetçi yerleştirmek için iyi bir yerdi. Herhangi bir hareketlenme ihtimaline karşı orayı göz altına aldı. Birinin oraya saklanıp pusu kurmuş olması ihtimaline karşı bir çukurun çevresinden dolandı. Elini yayından ayırmadı. Biraz daha doğuya gittikten sonra Saldaea’ya girecek ve iyi yolları kullanarak Kandor’u geçecekti. Sonra… Yakındaki yamaçtan taşlar yuvarlandı. Lan, Mandarb’ın eyerine bağlanmış sadaktan dikkatle bir ok çekti. Ses nereden gelmişti? Sağdan, diye karar verdi.

Güneyden. Oradaki tepeden; tepenin arkasından biri yaklaşıyordu. Lan, Mandarb’ı durdurmadı. Nal seslerinin değişmesi yaklaşanı uyarabilirdi. Geyik yavrusu derisinden yapılmış eldivenlerinin içinde, parmaklarındaki teri hissederek, sessizce yayını kaldırdı. Oku taktı ve kirişi yanağına kadar çekti. Ok, kaz tüyü ve reçine kokuyordu. Bir şekil güneydeki tepeyi dolandı. Adam donakaldı; uzun yeleli bir yük atı peşinden tepeyi dolandı ve yürümeye devam etti. Ancak boynundaki ip gerilince durdu. Adamın üzerinde bağcıklı taba rengi bir gömlek ve tozlu bir pantolon vardı. Belinde bir kılıç asılıydı, kolları kalın ve güçlüydü, ama tehditkar görünmüyordu. Aslında, biraz tanıdık geliyordu. “Lord Mandragoran!” dedi adam öne atılıp atını da peşinden sürükleyerek. “Sonunda seni buldum.

Kremer Yolu’ndan gideceğini düşünmüştüm!” Lan yayını indirdi ve Mandarb’ı durdurdu. “Seni tanıyor muyum?” “Erzak getirdim, Lordum!” Adamın siyah saçları vardı ve derisi güneşten esmerleşmişti. Muhtemelen Sınırboylulardan biri. Hevesle yaklaşmaya devam etti ve kalın parmaklı eliyle, aşırı yüklenmiş atının ipini çekiştirdi “Yeterince erzakın olmayacağını düşündüm. Çadır -hem de, ne olur ne olmaz diye dört tane- ve su da var. Atlar için yem. Ve…” “Sen kimsin?” diye bağırdı Lan. “Ve kim olduğumu nereden biliyorsun?” Adam aniden durdu. “Ben Bulen, Lordum. Kandor’dan?” Kandor… Lan fasulye sırığına benzeyen genç ulağı hatırladı. Şaşkınlık içinde, benzerliği fark etti. “Bulen? Ama bu yirmi sene önceydi, adam!” “Biliyorum, Lord Mandragoran. Ama sarayda Altın Turna bayrağının açıldığı haberi yayılınca, ne yapmam gerektiğini anladım. Kılıç kullanmayı iyi öğrendim, Lordum. Seninle at sürmek için geldim ve…” “Yola çıktığım Aesdaishar’dan bile duyuldu mu?” “Evet, Lordum.

El’Nynaeve bize geldi, anlarsın. Ne yaptığını bize anlattı. Diğerleri de toplanıyor, ama ilk ben geldim. Erzaka ihtiyacın olacağını biliyordum.” Kavrulası kadın, diye düşündü Lan. Üstelik Lan’e, onunla at sürmek isteyenleri kabul edeceğine dair yemin ettirmişti! Eh, o gerçekle oyun oynayabiliyorsa, Lan da yapabilirdi. Lan, onunla at sürmek isteyenleri kabul edeceğini söylemişti. Bu adam atlı değildi. Dolayısıyla Lan onu reddedebilirdi. Anlamsız bir ayrım, ama Aes Sedailerle yirmi sene geçirmek, ona insanın ağzından çıkan sözlere dikkat etmesi gerektiği konusunda birkaç şey öğretmişti. “Aesdaishar’a geri dön,” dedi Lan. “Onlara söyle, karım yanılıyor, ben Altın Turna’yı açmadım.” “Ama…” “Sana ihtiyacım yok, evlat. Git hadi.” Lan Mandarb’ı topukladı ve yolda duran adamın yanından geçti.

Birkaç dakika için, onun emrine itaat edeceğini sandı, ama ettiği yemine uymaktan kaçınmak vicdanını yaralıyordu. “Babam Malkierliydi,” dedi Bulen arkasından. Lan yoluna devam etti. “Öldüğünde ben beş yaşındaydım,” diye seslendi Bulen. “Kandorlu bir kadınla evlenmişti. İkisi de haydutların saldırısında öldü. Onlar hakkında pek bir şey hatırlamıyorum. Yalnızca babamın bana söylediği bir şeyi hatırlıyorum: Bir gün Altın Turna için savaşacağımızı söylemişti. Ondan geriye bir tek bu kaldı.” Lan kendini dönüp geriye bakmaktan alıkoyamadı, ama Mandarb yürümeye devam etti. Bulen ince bir deri şeridi kaldırdı: Gölge’yle savaşmaya yemin etmiş Malkierlilerin başlarına taktıkları hadori. “Babam için hadoriyi takardım,” diye seslendi Bulen, daha da yüksek sesle. “Ama takıp takamayacağımı sorabileceğim kimse yok. Gelenek böyle, değil mi? Birinin bana onu takma hakkı vermesi gerekiyor. Eh, hayatımın sonuna kadar Gölge’yle savaşırım.

” Başını eğip hadoriye baktı, sonra başını kaldırdı ve bağırdı, “Karanlığın karşısına dikilirim, al’Lan Mandragoran! Bana bunu yapamayacağımı söyleyebilir misin?” “Yeniden Doğan Ejder’e git,” diye seslendi Lan ona. “Ya da kraliçenin ordusuna katıl. İkisi de seni kabul eder.” “Ya sen? Ta Yedi Kule’ye kadar erzaksız mı gideceksin?” “Yolda yiyecek bulurum.” “Kusura bakma, Lordum, ama bugünlerde çevrenin nasıl olduğunu gördün mü? Afet güneye doğru gittikçe yayılıyor. Eskiden bereketli olan topraklarda bile hiçbir şey yetişmiyor. Av hayvanı az.” Lan duraksadı. Mandarb’ı dizginledi. “Onca sene önce,” diye seslendi Bulen, ona doğru yürüyerek ve yük atını da peşinden çekerek, “kim olduğunu bilmiyordum; yalnızca senin için değerli birini kaybettiğini biliyordum, bizden birini. Seneler boyunca, sana daha iyi hizmet etmediğim için kendime kızdım. Bir gün senin yanında duracağıma dair yemin ettim.” Gelip Lan’in yanında durdu. “Sana soruyorum, çünkü babam yok. Hadori takıp yanında savaşabilir miyim, al’Lan Mandragoran? Kralım?” Lan duygularını yatıştırarak yavaşça nefes verdi.

Nynaeve, seni bir daha gördüğümde… Ama onu bir daha görmeyecekti. Bu konuda düşünmemeye çalıştı. Bir yemin etmişti. Aes Sedailer verdikleri sözleri tutmamanın bir yolunu bulurlardı, ama bu Lan’e aynısını yapma hakkını veriyor muydu? Hayır. Şerefi, bir erkeğin her şeyiydi. Bulen’i reddedemezdi. “Kimliklerimizi açıklamadan yolculuk edeceğiz,” dedi Lan. “Altın Turna’yı açmayacağız. Kimseye kim olduğumu söylemeyeceksin.” “Peki, Lordum,” dedi Bulen. “O zaman, o hadoriyi gururla takabilirsin,” dedi Lan. “Eski adetleri sürdüren pek az kişi var. Ve evet, bana katılabilirsin.” Lan Mandarb’ı dürtükleyerek harekete geçirdi ve Bulen de yaya olarak takip etti. Ve bir kişi, iki oldu.

Perrin çekicini kor kızıl demir çubuğa indirdi. Kıvılcımlar, ateş böcekleri gibi havaya saçıldı. Yüzü boncuk boncuk terlemişti. Bazıları metale çarpan metalin sesini sinir bozucu bulurdu. Perrin değil. Bu ses yatıştırıcıydı. Çekici kaldırdı ve yine vurdu. Kıvılcımlar. Deri yeleğinden ve önlüğünden seken, uçan ışık kıymıkları. Her darbeyle odanın duvarları -sağlam, meşinyaprak ağacından duvarlar- metale çarpan metal tangırtılarına uyarak bulanıyordu. Perrin düş görüyordu, ama kurt düşünde değildi. Bunu biliyordu, ama nasıl bildiğini bilmiyordu. Pencereler karanlıktı; sağında yanan koyu kırmızı ateşin ışığından başka ışık yoktu. Közlerin içinde iki demir çubuk ısınıyor, örsteki sıralarını bekliyorlardı. Perrin çekici yine indirdi.

Huzur buydu. Yuvası burasıydı. Önemli bir şey yapıyordu. Çok önemli bir şey. Daha büyük bir şeyin parçası. Bir şey yaratmanın ilk adımı, parçalarının ne olacağına karar vermekti. Luhhan Usta bunu Perrin’e demirhanedeki ilk gününde öğretmişti. Sapın demire nasıl gireceğine karar vermeden kürek yapamazdınız. İki yaprağın çubuk üzerinde nasıl hareket edeceğini bilmeden menteşe yapamazdınız. Parçalarını bilmeden çivi bile yapamazdınız: kafa, gövde ve uç. Parçaları anla, Perrin. Odanın köşesinde bir kurt yatıyordu. İri ve yaşlıydı, kürkü soluk gri ırmak taşlarının rengindeydi ve bir ömür boyu verdiği savaşların ve çıktığı avların yara izlerini taşıyordu. Kurt başını pençelerine dayamış, Perrin’i izlemekteydi. Bu doğaldı.

Elbette köşede bir kurt vardı. Neden olmayacaktı ki? Çekirge’ydi o. Perrin demirhanenin derin, kavurucu sıcağından, kollarından akan terin verdiği histen, ateşin kokusundan zevk alarak çalıştı. Demir parçasını biçimlendirdi; yüreğinin her atışı için bir darbe. Metal asla soğumuyordu, dövülebilir sarı-kızıl sıcaklığını koruyordu. Ne yapıyorum? Perrin maşayla sıcak demir parçasını kaldırdı. Hava demirin çevresinde çarpıldı. Kaldır, indir, kaldır, indir, dedi Çekirge, imgeler ve kokularla iletişim kurarak. Kelebeklere doğru sıçrayan bir enik gibi. Çekirge metal biçimlendirmeyi anlamsız buluyordu ve insanların bu tür şeyler yapması ona gülünç geliyordu. Bir kurt için, bir şey neyse oydu. Neden onu bir başka şeye dönüştürme zahmetine girecektiniz ki? Perrin demir parçasını kenara koydu. Demir hemen soğudu, sarıdan turuncuya, kızıla ve sonra donuk siyaha dönüştü. Perrin onu döverek, belki iki yumruk büyüklüğünde, biçimsiz bir yumruya dönüştürmüştü. Luhhan Usta olsa, bu kadar özensiz bir işten utanç duyardı.

Perrin, ustası dönmeden, ne yapması gerektiğini bir an önce öğrenmeliydi. Hayır. Bu yanlıştı. Düş sarsıldı ve duvarlar puslandı. Ben çırak değilim. Perrin kalın eldivenli elini başına kaldırdı. Artık İki Nehir’de değilim. Ben bir erkeğim, evli bir erkek. Perin biçimsiz demir parçasını maşayla kaldırdı ve örse koydu. Demir ısınarak canlandı. Hala her şey yanlış. Perrin çekicini indirdi. Her şey hemen düzelmeli! Ama düzelmedi. Bir şekilde, daha kötüleşti gibi. Demiri dövmeye devam etti.

Kamptaki adamların onun hakkında söylediklerinden nefret ediyordu. Perrin hastalanmıştı ve Berelain ona bakmıştı. Hepsi buydu. Ama o söylentiler hala devam ediyordu. Çekici tekrar tekrar indirdi. Kıvılcımlar, sıçrayan sular gibi havaya uçtu, tek bir demir parçasından gelemeyecek kadar çok kıvılcım. Son bir darbe indirdi, sonra nefeslendi. Yumru değişmemişti. Perrin hırladı ve maşayı kaptı, yumruyu kenara kaldırdı ve kömürlerin içinden yeni bir çubuk aldı. Bu parçayı bitirmek zorundaydı. Bu çok önemliydi. Ama ne yapıyordu? Dövmeye başladı. Faile ile biraz zaman geçirmem, durumu anlamam, aramıza girmiş tuhaflığı ortadan kaldırmam lazım. Ama zaman yok! Çevresindeki o Işık-körü aptallar kendi başlarının çaresine bakamıyorlardı. İki Nehir’de daha önce kimsenin bir lorda ihtiyacı olmamıştı.

Bir süre çalıştı, sonra ikinci demir parçasını kaldırdı. Demir soğudu ve önkolu uzunluğunda, yassı, biçimsiz bir şey olduğu ortaya çıktı. Bir özensiz iş daha. Perrin onu kenara koydu. Eğer mutsuzsan, dedi Çekirge, onu al ve git. Sen sürüye önderlik etmek istemiyorsan, bir başkası edecektir. Kurdun mesajı, açık çayırlarda koşma, burnuna sürtünen tahıllı bitkiler imgeleri şeklinde geldi. Açık bir gökyüzü, serin bir esinti, macera heyecanı ve açlığı. Yeni yağmurun, yabani otların kokusu. Perrin maşasıyla, közlerin içindeki son demir çubuğa uzandı. Çubuk uzak, tehlikeli bir sarıyla yanıyordu. “Gidemem.” Çubuğu kurda doğru tuttu. “Bu, kurt olmaya boyun eğmek anlamına gelir. Kendimi kaybetmek anlamına gelir.

Bunu yapmayacağım.” Hemen hemen erimiş çeliği aralarında tuttu ve Çekirge ona baktı, sarı ışık benekleri kurdun gözlerinden yansıdı. Bu düş çok tuhaftı. Geçmişte, Perrin’in sıradan düşleri ve kurt düşleri ayrı olurdu. Şimdi birbirine karışmış olmalarının anlamı neydi? Perin korkuyordu. İçindeki kurtla hassas bir anlaşmaya varmıştı. Kurtlara çok yakın olmak tehlikeliydi, ama bu onun, Faile’yi ararken onlara başvurmasını engellememişti. Faile için her şeyi yapardı. Perrin bunu yaparken neredeyse aklını yitiriyordu, Çekirge’yi öldürmeye bile çalışmıştı. Perrin kendine sandığı kadar hakim değildi. İçindeki kurt hala kontrolü ele geçirebiliyordu. Çekirge dilini dışarı sarkıtarak esnedi. Tatlı bir eğlenti kokusu saçıyordu. “Bu komik değil.” Perrin son çubuğu üzerinde çalışmadan kenara bıraktı.

Çubuk soğudu ve ince bir dikdörtgen şeklini aldı, bir menteşenin başlangıcına çok benziyordu. Sorunlar eğlenceli değildir, Genç Boğa, diye onayladı Çekirge. Ama sen aynı duvara tırmanıp duruyorsun. Gel. Koşalım. Kurtlar anı yaşardı; geçmişi hatırlamalarına ve tuhaf bir gelecek sezgisine sahip olmalarına rağmen, ikisi hakkında da endişelenmezlerdi. İnsanların endişelendiği gibi değil. Kurtlar serbestçe koşar, rüzgarları kovalarlardı. Onlara katılmak, acıyı, üzüntüyü ve kızgınlığı görmezden gelmek olurdu. Özgür olmak… O özgürlük Perrin’e pahalıya mal olurdu. Faile’yi kaybederdi, kendi benliğini kaybederdi. Kurt olmak istemiyordu. İnsan olmak istiyordu. “Bana olanları geriye çevirmenin bir yolu var mı?” Geriye çevirmek mi? Çekirge başını yana eğdi. Geriye gitmek kurtların adeti değildi.

“Ben…” Perrin açıklamaya çalıştı. “Ben kurtların beni duyamayacağı kadar uzağa koşabilir miyim?” Çekirge’nin kafası karışmış gibiydi. Hayır. “Kafası karışmış” sözü, Çekirge’den gelen acılı hissi aktarmaya yetmezdi. Hiçlik, çürük et kokusu, acı içinde uluyan kurtlar. Kurtlardan yalıtılmak, Çekirge’nin kavrayabildiği bir şey değildi. Perrin’in zihni bulandı. Neden demir dövmeyi bırakmıştı? Bitirmesi gerekiyordu. Luhhan Efendi hayal kırıklığına uğrayacaktı! Bu yumrular korkunçtu. Onları saklamalıydı. Başka bir şey üretmeli, becerikli olduğunu göstermeliydi. Demir dövebilirdi. Dövebilir miydi? Yanından bir tıslama geldi. Perrin döndü ve ocağın yanındaki su fıçılarından birinin kaynamakta olduğunu görerek şaşırdı. Elbette, diye düşündü.

Bitirdiğim ilk parçalar. Onları oraya atmıştım. Perrin aniden endişelenerek maşayı kaptı ve çalkalanan suya uzandı, yüzü buhar bulutlarının içinde kaldı. Dipte bir şey buldu ve onu maşayla tutarak çıkardı: bir parça kor beyaz metal. Parıltı soldu. Yumru aslında sırtına kılıç bağlanmış uzun, ince bir adam biçiminde küçük, çelik bir bibloydu. Şeklin her hattı ayrıntıyla betimlenmişti, gömleğindeki kırışıklar, minik kılıcın kabzasına dolanmış deri şeritler. Ama yüzü çarpılmıştı, ağzı çarpık bir çığlıkla açılmıştı. Aram, diye düşündü Perrin. Adı Aram’dı. Perrin, Luhhan Usta’ya bunu gösteremezdi! Neden böyle bir biblo yapmıştı ki? Şeklin ağzı daha da açıldı ve ses çıkarmadan haykırdı. Perrin bağırarak maşadaki bibloyu bıraktı ve geriye sıçradı. Biblo ahşap zemine düştü ve kırıldı. Neden o adamı bu kadar sık düşünüyorsun? Çekirge çenelerini kocaman bir kurt esnemesiyle açarak, dilini kıvırarak esnedi. Genç bir eniğin sürü önderine meydan okuması doğal.

O aptaldı ve sen onu yendin. “Hayır,” diye fısıldadı Perrin. “İnsanlar için olağan değil. Dostlar arasında değil.” Demirhane duvarı aniden eriyip gitti ve dumana dönüştü. Bunun olması olağan geliyordu. Dışarıda, Perrin açık, aydınlık bir sokak gördü. Kırık pencereli dükkanlarla dolu bir şehir. “Malden,” dedi Perrin. Kendisinin puslu, saydam bir imgesi dışarıda duruyordu. İmgenin ceketi yoktu; çıplak kolları kaslıydı. Sakalı kısaydı, ama bu onun daha yaşlı, daha haşin görünmesine sebep oluyordu. Perrin gerçekten de bu kadar heybetli miydi? Yarım ay şeklinde, insan başı kadar büyük, ışıldayan bir balta taşıyan tıknaz, sağlam yapılı, altın gözleri parlarmış gibi görünen bir adam. O baltada yanlış bir şeyler vardı. Perrin demirhaneden dışarı çıktı ve kendisinin gölge versiyonunun içinden geçti.

Bunu yaparken o imgeye dönüştü. Balta ellerinde ağırdı. İş kıyafetleri yok oldu ve yerini savaşçı donanımı aldı. Koşmaya başladı. Evet, bu gerçekten Malden’di. Sokaklarda Aieller vardı. Bu savaşı yaşamıştı, ama bu sefer çok daha sakindi. Öncekinde, savaşın ve Faile’yi aramanın heyecanı içinde kendini kaybetmişti. Sokakta durdu. “Bu yanlış. Malden’e çekicimle gitmiştim. Baltayı atmıştım.” Boynuz ya da toynak, Genç Boğa, avlanmak için hangisini kullandığın fark eder mi? Çekirge yanında, güneşin aydınlattığı sokakta oturuyordu. “Evet. Fark eder.

Benim için fark eder.” Ama onları aynı şekilde kullanıyorsun. İki Shaido Aiel’i köşeyi döndü. Solda bir şeye bakıyorlardı, Perrin’in göremediği bir şeye. Onlara saldırmak üzere koşmaya başladı. Bir tanesinin çenesini yardı, sonra baltasının kazığını diğerinin göğsüne sapladı. Zalim, korkunç bir saldırıydı ve üçü de kendilerini yerde buldu. İkinci Shaido’yu öldürmek için Perrin’in kazığı tekrar tekrar saplaması gerekti. Perrin ayağa kalktı. Bu iki Aiel’i öldürdüğünü hatırlıyordu, ama bunu çekiç ve bıçakla yapmıştı. Onların ölümlerine üzülmemişti. Bazen bir insanın savaşması gerekirdi, o kadar. Ölüm korkunçtu, ama bu bazen gerekli olduğu gerçeğini değiştirmiyordu. Aslında, Aiellerle savaşmak harika olmuştu. Ava çıkmış kurt gibi hissetmişti.

Perrin savaşırken bir başkası oluyordu. Ve bu tehlikeliydi. Sokağın köşesinde bekleyen Çekirge’ye suçlayan gözlerle baktı. “Neden bu düşü görmeme sebep oluyorsun?” Sebep mi oluyorum? diye sordu Çekirge. Bu benim düşüm değil, Genç Boğa. Çenelerimi boynuna geçirip, seni düşünmeye mi zorluyorum? Perrin’in baltasından kan akıyordu. Ardından olacakları biliyordu. Döndü. Arkasında, gözlerinde cinayetle, Aram yaklaşıyordu. Eski Tenekeci’nin yüzünün yarısı kanla kaplıydı ve kan çenesinden damlıyor, kırmızı çizgili ceketini lekeliyordu. Aram kılıcını Perrin’in boynuna savurdu, çelik hışırdayarak havayı yardı. Perrin geriledi. Delikanlıyla bir kez daha savaşmayı reddetti. Gölgeli versiyonu ondan ayrıldı ve gerçek Perrin’i demirci giysileri içinde bıraktı. Gölge, Aram’la vuruştu.

Haberci bana açıkladı… Sen gerçekten de Gölgedölü’sün… Lady Faile’yi senden kurtarmam lazım… Gölge Perrin aniden kurda dönüştü. Bir Gölgekardeş’inki kadar karanlık bir kürkle sıçradı ve Aram’ın boğazını parçaladı. “Hayır! O şekilde olmadı!” Bu bir düş, dedi Çekirge. “Ama onu ben öldürmedim,” diye itiraz etti Perrin. “Bir Aiel okuyla vuruldu, tam o beni…” Tam Aram onu öldürmeden önce. Boynuz, toynak ya da diş, dedi Çekirge ve döndü, sallana sallana binalardan birine doğru gitti. Binanın duvarı yok oldu ve içeride Luhhan Usta’nın demirhanesi göründü. Fark eder mi? Ölü ölüdür. İki bacaklılar öldükten sonra buraya gelmez, genellikle gelmez. Nereye gittiklerini bilmiyorum. Perrin Aram’ın cesedine baktı. “O aptal kılıcı eline aldığı anda bıraktırmalıydım. Onu ailesine geri göndermeliydim.” Bir enik dişlerini hak etmez mi? diye sordu Çekirge, içten bir şaşkınlıkla. Neden onları sökesin ki? “İnsanlara özgü bir şey,” dedi Perrin.

İki bacaklılara, insanlara özgü şeyler. Senin için her zaman insanlara özgü bir şey oluyor. Kurtlara özgü şeyler ne olacak? “Ben kurt değilim.” Çekirge demirhaneye girdi ve Perrin onu gönülsüzce takip etti. Fıçı hala kaynıyordu. Duvar yeniden belirdi ve Perrin’in üzerinde yine deri yelek ile önlük vardı ve maşası elindeydi. Fıçıya yaklaştı ve bir biblo daha çıkardı. Bu, Tod al’Caar biçimindeydi. Biblo soğurken, Perrin yüzünün Aram’ınki gibi çarpılmış olmadığını gördü, ama şeklin alt yarısı biçimlendirilmemişti, hala metalden bir yumru halindeydi. Perrin onu yere koyduktan sonra biblo hafifçe kırmızımsı bir renkte parlamaya devam etti. Perrin maşayı yine suya soktu ve önce Jori Congar’ın, sonra Azi al’Thone’un biblolarını çıkardı. Perrin fıçının başına dönmeye ve biblo ardına biblo çıkarmaya devam etti. Düşlerde hep olduğu gibi, onları çıkarmak kısa bir an sürüyordu, ama ona saatler alıyormuş gibi geliyordu. İşini bitirdiği zaman, yerde ona dönük dizilmiş yüzlerce biblo vardı. İzliyorlardı.

Her çelik biblo, demirci çekicini hissetmeyi beklermiş gibi, içsel bir ateşle parlıyordu. Ama buna benzer biblolar çekiçle dövülmezdi; onlar kalıba dökülürlerdi. “Bunun anlamı ne?” Perrin bir tabureye oturdu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir