Roland Barthes – Göstergeler İmparatorluğu

Düşsel bir halk tasadamak istersem, ona uydurma bir ad verebilirim, onu açıktan açığa romansı bir nesne olarak ele alabilir, düşlemimde hiçbir gerçek ülkeye gölge düşürmeyecek biçimde, yeni bir Garabagne ülkesi* kurabilirim (ama yazının göstergelerinde bu düşlemin kendisine gölge düşürmüş olurum o zaman). Bir de, hiçbir biçimde en ufak gerçeği gösterme ya da çözümleme savında bulunmadan (Batı söyleminin büyük ediınieridir bunlar), dünyada bir yerlerde (orada) birtakım çizgiler (yazısal ve dilsel sözcük) saprayabilir ve bilinçli olarak, bu çizgilerle bir dizge oluşturabilirim. İşte bu dizgeye Japonya diyeceğim. Öyleyse Doğu ile Batı tarihsel, felsefesel, ekinsel, siyasal açıdan birbirlerine yaklaştırılmaya ya da birbirleriyle karşıtiaştınlmaya çalışılacak birer “gerçek” olarak ele alınamaz burada. Bir Doğu özüne aşkla baktığım yok, Doğu beni ilgilendirmiyor, yalnızca bir çizgi birikimi sunuyor bana, bu birikimin eyleme geçirilmesi, bulguianmış oyunu, bizimkinden tümüyle kopuk, işitilmedik bir simgesel dizge düşüncesini “okşamamı” sağlıyor. Doğu’nun ele alınışında amaçlanabilecek olan şey, (gözümüze çok çekici de görünseler) başka simgeler değil, bir başka doğaötesi, bir başka bilgelik de değil; simgesel dizgelerin özelliğinde bir fark, bir değişim, bir devrim olanağı. Bir gün kendi karanlıklığımızın tarihini yazmak, kendi özseverliğimizin (narcissisme) yoğunluğunu ortaya çıkarmak, yüzyıllar içinde bazı bazı işitebildiğimiz birkaç farklılık çağrısını, ister istemez bunları izlemiş ” Masal Ülkesi. (ç. n.) ll M U, boşluk 12 olan ve Doğu’ya ilişkin bilgisizliğimizi bildik diller (Voltaire’in, Revue Asiatique’in, Loti’nin ya da Air France’ın Doğu’su) yardımıyla yumuşatmaya yönelen düşüngüsel düzeltmeleri elden geçirmek gerekir. Bugün Doğu’dan öğreneceğimiz binlerce şey var kuşkusuz: geniş mi geniş bir bilgilenme çalışması zorunlu, ileride de zorunlu olacak (gecikmesi ancak düşüngüsel bir örtmeciliğin sonucu olabilir); ama şurada burada uçsuz bucaksız gölge kuşakları (anamalcı Japonya, Amerikan ekininin benimsenmesi, teknik gelişme) bırakmaya boyun eğilirken, incecik bir ışık çizgisinin de başka simgeleri değil, simgeselin çatlama çizgisinin ta kendisini araması gerek. Bu çatlak, ekinsel ürünler düzeyinde beliremez: burada sunulan şey Japon sanatının, Japon kentçiliğinin, Japon mutfağının malı değil (en azından böyle olmaması umulmakta). Yazar hiçbir zaman, hiçbir anlamda, Japonya’nın fotoğrafını çekmedi. Daha çok bunun tersi olmalı: Japonya onu sayısız ışıltılarla benekledi; daha da iyisi: Japonya onu yazı konumuna getirdi. Bu durum da kişinin kimi sarsılmalarının, eski okumaların tersine dönüşünün, nesne hiçbir zaman anlamlı, çekici olmaktan çıkmadan, anlamın bir sarsılışının, yeri doldurulamayacak bir boşluk noktasına gelinceye dek parçalanıp tükenişinin gerçekleştiği durumun ta kendisi.


Gerçekte, yazı da, kendi yordamınca, bir satoridir: satori (Zen’de olay) bilgiyi, özneyi sarsan az ya da çok güçlü (hiç de görkemli olmayan) bir yer sarsıntısıdır: bir söz boşluğu gerçekleştirir. Yazıyı oluşturan da bir söz boşluğudur; Zen’in her türlü anlamdan bağışık bir durumda, bahçeleri, devinileri, evleri, demetleri, yüzleri, şiddeti yazmakta kullandığı çizgiler buradan yola çıkar. 13 Yağmur, Tohum Serp Ö . K ‘ me ru, umaş, Metin. Yazı. ıs Bilinmeyen Dil Düş: yabancı (yaban) bir dili tanımak, gene de anlamamak: onda farkı ayrımsamak, ama dilin yüzeysel toplumsallığının, iletişimin ya da bayağılığın bu farkı hiçbir zaman kapatmaması; açıklıkta yeni bir dile yansımış olarak, bizimkinin olanaksıziıkiarını tanımak; tasarlanamazın dizgesel düzenini öğrenmek; başka düzenlemelerin, başka sözdizimlerin etkisi altında kendi “gerçeğimizi” bozmak; sözeelernde öznenin işitilmedik konumlarını bulgulamak, ilingesinin yerini değiştirmek; tek sözcükle, çevrilemezin içine inmek, hiçbir zaman yumuşatamadan sarsıntısını duymak, içimizde tüm Batı sarsılıncaya ve baba dilinin, bize babalarımızdan gelen ve bizleri de birer baba ve tarihin “doğa”ya dönüştürdüğü bir kültürün sahipleri yapan dilin hakları yerinden oynayıncaya dek. Aristoteles felsefesinin başlıca kavramlarını bir bakıma Yunan dilinin başlıca eklemlenimlerinin zorunlu kıldığını biliyoruz. Bunun tersine, çok uzak bir dilin bize ışıltılada esinleyebileceği indirgenmez farklılıkların bir görüsüne ulaşmak ne rahatlatıcı bir şey olur. Sapir ya da Whorf ‘un Chinook, Nootka, Hopi dillerine, Cranet’nin Çineeye ilişkin bir bölümü, bir dostun Japoncaya ilişkin bir sözü, romansının ta kendisinin kapısını açar, ancak birkaç çağdaş metin bir fikir verebilir bu konuda (ama hiçbir roman veremez), böylece sözümüzün (sahipleri olduğumuz sözün) önceden sezmemize de, bulgulamamıza da hiçbir zaman, hiçbir biçimde olanak vermeyeceği bir görünümü görmemizi sağlar. 16 Böylece, Japoncada, işlevsel sonekierin çokluğu ve “sonasığınık”ların* karmaşıklığı, öznenin sözeelernde önlemlerle, baştan almalarla, gecikme ve üstelemelerle ilerlemesini içerir, bunların son oylumu da (o zaman basit bir sözcük çizgisinden sözedilemez artık) özneyi tümcelerimizi dışarıdan ve yukarıdan yönlendirdiği varsayılan şu dolu çekirdeğe değil, sözden boşalmış bir kocaman kılıfa dönüştürür, böylece bize bir öznellik fazlalığı gibi görünen şey (Japoncanın saptamaları değil, izlenimleri ilettiği söylenir) daha çok bir sulandırma biçimi, öznenin sonunda bir boşluk olup çıkıncaya dek bölünmüş, ufalmış, ufalanmış bir dil içinde kan yitirmesidir. Ya da şu: pek çok dil gibi Japonca da caniıyı (insan ve/ya da hayvan) cansızdan ayırır, özellikle de olmak eylemleri düzeyinde; (bir varmış bir yokmuş türünden) bir öyküye sokulan düşsel kişiler cansız belirtisini alır; bizim tüm sanatımız roman kişilerinin “canlılığını”, “gerçekliğini” kesiniemek için soluk tüketirken, japoncanın yapısı bu varlıkları iiriin niteliklerine, öncelikle göndergesel şaşırtmacadan: canlı nesne şaşırtmacasından gösterge niteliğine getirir ya da bu nitelikte tutar. Ya da, daha kesin bir biçimde, dilimizin tasariamaclığını tasadamak söz konusu olduğuna göre, örneğin bilen özneden ve bilinen nesneden yoksun bir bilme ediınİ gibi, aynı zamanda hem öznesiz, hem yüklemsiz, gene de geçişli bir eylemi nasıl tasar!ayabi!iriz? Oysa Çiniilerio chan’ının ve Japonların zem’inin kökeni olan lndu dhyanası karşısında bizden istenen imgelem budur. Hiç kuşkusuz, bu dhyana kavramı işin içine özneyi ve tanrıyı katmadan diişiiniimle çevrilemez: kovun, geri gelirler, dilimizin üstüne binmişlerdir. Bu olaylar ve daha birçokları, hiçbir zaman ona karşı çıkmakta kullanmaya kalktığımız (araçsal bağıntı) dilin sınırlarını düşünmeden toplumumuza karşı çıkmak istemenin ne denli gülünç olduğunu gösterir bize: kurdu rahatça ağzının içine yerleşerek yok etmek isternektir bu. Şaşırtıcı bir dilbilgisinin bu alıştırmaları en azından sözümüzün içerdiği düşüngüye kuşkuyla bakmamıza yardımcı olur.

• Sonasığınık (Fransızca enclitique), dilde vurgudan yoksun olan öğe. (ç. n.) 17 Sözsüz Bilinmeyen bir dilin uğultulu kitlesi çok hoş bir koruma oluşturur, yabancıyı (ülkenin ona düşman olmaması koşuluyla) ana dilin tüm sapmalarını: konuşan kişinin bölgesel ve toplumsal kökenini, ekin, akıl, beğeni düzeyini, içinde kendi kendini kişi olarak kurduğu ve sizden onaylamanızı istediği imgeyi kulaklarında durduran bir sesli zarla sarar. Bu nedenle, yabancı ülkede ne kadar rahattır insan! Budalalığa, bayağılığa, gurura, kibar çevre düşkünlüğüne, ulusallığa, normalliğe karşı korunurum burada. Her şeye karşın soluğunu, havalanmasını, tek sözcükle tüm anlamsallığını kavradığım “bilinmeyen” dil, ben yer değiştirdikçe, çevremde hafif bir baş dönmesi oluşturur, yalnız benim için gerçekleşen, yapay boşluğuna sürükler beni: her türlü dolu anlamdan sıyrılmış durumda, “ara yerde” yaşarım. Orada dil sorununu nasıl çö”zdünüz? Söyleomeyen anlamıyla: Bu yaşamsal iletişim gereksinimini nasıl karşılıyordunuz? Daha doğrusu, yaşam içindeki sorunun kapsadığı düşüngüsel kesinleme: iletişim yalnız söz içinde gerçekleşebilir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir