Roland Barthes – Yazı ve Yorum

Bir yazar ya da bir araştırmacı olarak Roland Barthes’ın yerini belirlemek ilk bakışta oldukça zor gibi görünür. Etkinlik alanı nedir? Eleştiri mi? Yazınbilim mi? Dilbilim mi? Göstergebilim mi? Toplumbilim mi? Felsefe mi? Yoksa Roland Barthes yapısalcı düşüncenin öncülerinden biridir de, getirdiği ya da tanıtüğı kuramları örneklendirmek için mi bu alanların hepsinde az çok at oynatır? Barthes yazarlık serüveninin başından sonuna değin hep aynı tutumu sürdürmüş olsaydı, soruların yanıtlanması bir ölçüde kolaylaşırdı. Ama sürekli arayan bir yazarın aynı tutumu sürdürmesi beklenemez: sırasıyla Marx’ın, Sartre’ın, Brecht’in, göstergebilimin gölgesinde yazdığını, en sonunda da “açıkta”, yani her türlü öncüden, her türlü ömekçeden, her türlü dizgeden bağımsız bir biçimde yazmaya başladığını kendisi söyler. Bu da, ister islemez, bir başka soru doğurur usumuzda: etkinlik alanlarını birbiri ardından gölgesine girdiği örnekçeler mi belirlemiştir? Bunun sonucu olarak birbirinden bağımsız birtakım Barlhes’lar (örneğin bir eleştirmen Barthes, bir göstergebilimci Barthes, bir toplumbilimci Barthes, vb.) mı vardır? Görünüşler ne olursa olsun, Barthes’ı yakından tanıyanların bu sorulara verebilecekleri bir tek yanıt vardır: hayır. Çünkü, yakından bakıldığı zaman, Roland Barthes’ın sözünü ettiği etkilenmelcr pek de belirleyici değildir. Ömeğin Marx’ın etkisi hem oldukça dolaylı kalır, hem de Yazının Sıfır Derecesi ve Çağdaş Söylenler gibi birkaç ilk yapıtı aşmaz; Brecht’in etkisi daha dolaysız görünür, ama gene birkaç ilk yapıtla sınırlıdır; Sartre’ın etkisi daha çok bir tutuma, yazın karşısında bir yaklaşım biçimine indirgenmiş gibi görünür; üstelik Barthes, daha ilk kitabında, Sartre’dan esinlenerek ele aldığı sorunları ondan çok daha ilerilere götürür. Göstergebilimin “gölgc”sinc gelince, bu gölge daha çok Barthes’ın kendi gölgesidir: Roland Barthes da başkaları gibi Saussure’den, Hjelmslev’den, Jakobson’dan, Grcimas’tan esinlenerek göstergebilimin kurulmasına kuramsal ve uygu- 8 YAZI VE YORUM layımsal katkılarda bulunmaya çalışır, ama oluşturduğu göstergebilim sonuçta kendi göstergebilim idir, yani kendine özgü bir göstergebilimdir; bunun için de, örneğin Greimas göstergebiliminin tersine, hemen hiç izleyicisi yoktur. Kısacası, ister “gölgede” yazsın, ister “açıkta”, ilk yapıttan son yapıta, Roland Barthcs’ın her şeyden önce Roland Barthes olarak belirlenmesini sağlayan bir şeyler vardır. Bu özellik bilinçli bir özgünlük çabasının ürünü değildir kuşkusuz, ama bütün etkilerden daha derin ve daha sürekli bir tutkunun; öncelikle bir “yazar” olma tutkusunun bu işte önemli bir payı bulunduğu ileri sürülebilir. Barthes’ın yaptığı “yazar” ve “yazman” ayrımı bilinir: yazman, “dünyanın çift-anlamlılığına son vermek”, dolayısıyla “dönüşsüz bir açıklama” ya da “yadsınmaz bir bilgi” sunmak savında olan kişidir; amacını gerçekleştirmek için de dili bir “araç” olarak kullanır. Yazarsa, tersine, dili bir “amaç” olarak benimseyerek sözünü “işler”; bir başka deyişle, “dünyanın niçin ini kesinlikle bir nasıl yazmatı’da eriten kişidir”, en kesin biçimde konuştuğu zaman bile, bir “çift-anlamlılığı” başlatır. Çağımızın yarattığı ve ilk ikisinin “kırma”sı olarak niteleyebileceğimiz bir üçüncü tür de vardır: hem yazarın, hem yazmanın belirli özelliklerini taşıyan ve aydınlar çevresinde yer alan “yazman-yazar”. Hiç değilse belirli yapıtlarında, diyelim ki Système de la mode’da (Moda Dizgesi), Roland Barthes’ın da bu üçüncü türe girdiği düşünülebilir, ama kendisi bu konumu yadsır her zaman, bir yazar olmak islediğini, dolayısıyla temel sorununun hep nasıl yazmalı olarak kaldığını kesinler. Bunun için de kendini her şeyden önce bir “denemeci” olarak niteler.


Böylcce, bütün yapıtları birer “deneme” olarak nitelenince, yazarlık serüveninde ilk bakışla çok derin gibi görünen kimi değişimler (ömeğin “Analyse structurale des récits” (Anlatıların Yapısal Çözümlemesi) ya da “Eléments de sémiologie” (Göstergebilim İlkeleri) ile SIZ arasındaki uzaklık) bir ölçüde önemini yitirir. Hiç kuşkusuz, 5/Z’in yayımlanmasından sonra, Roland Barthes’ın “göstergebilime ihaneti”nden sözedilmiş, böylece bir tutumdan tam karşıtına atladığı ileri sürülmüştür, ama, biraz yakından bakılacak olursa, değişim o denli derin değildir: uzaklaştığı göstergebilimin büyük ölçüde kendine özgü bir göstergebilim olması bir yana, Roland Barthes’ın değişmeyen tek ilkesi görelliktir: ona göre, eleştirmenin SUNUŞ 9 görevi “doğru ilkeler adına doğru konuşmak” değildir, ele alınan yapıtta bizden öncekilerin gözden kaçırmış oldukları birtakım “saklı”, “derin” özellikleri bulup ortaya çıkarmak da değildir (“kendimizden öncekilerden daha mı kafalıyız?” diye sorar), bu yapıtı “elden geldiğince eksiksiz bir biçimde kendi dilimizle örtmek.”, yani belirli bir gecikmeyle ve bu gecikmenin tam hakkını vererek, yapıtı kendi dilimizle yeniden söylemektir. Roland Barthes bunu yapar her zaman: Michelet’yi, Racine’i, Sade’ı yeniden söyler. Bu yüzden olacak, o sırada izlediği yöntem ne olursa olsun, eleştirileri (ya da incelemeleri) birer çözümlemeden çok, birer “betimleme” görünüşü sunar. Örneğin “L’Homme racinien” (Racine’de İnsan) hiç kuşkusuz belirli bir çözümlemenin, belirli bir yorumun ürünüdür, ama her şeyden önce hayranlık verici bir betimleme olarak algılanır. Öte yandan, eleştiri ele aldığımız yapıtı “kendi dilimizle örtmek” biçiminde tanımlanınca, her eleştirinin oluşturduğu söyleme “kendi kendisi konusunda içkin bir söylem” kattığını, dolayısıyla her eleştirmenin dolaylı bir biçimde bile olsa kendi kendisi konusunda da bilgi verdiği, her eleştirmenin kendi öznelliğini yansıttığı söylenebilir. Roland Barlhes’ın son yapıtlarına doğru geldikçe saptadığımız temel değişim bu öznelliğin gittikçe daha belirgin, gittikçe daha bilinçli bir biçimde öne çıkarılmasıdır: ilk yapıtlarda bir tutum, bir düşünsellik, bir duyarlık, daha doğrusu bu tulumun, bu düşünselliğin bu duyarlığın izi olarak bulduğumuz yazar yavaş yavaş bir “kişi” olarak çıkar karşımıza, oldukça dolaysız bir biçimde, tekil birinci kişi olarak, kendinden yola çıkarak konuşur. Böylece Roland Barthes”d dek gelir. Hiç kuşkusuz, Roland Barthes ne Roland Barlhes’ın kendi kendisi üzerine bir çözümlemesidir, ne de bir anılar toplamı. Fotoğraflar çevresinde verilen kısa bilgileri (bunların da çoğu birer yorum, birer gözlem niteliğindedir) bir yana bırakırsak, Le Plaisir du texte’te (Metnin Hazzı) olduğu gibi burada da belirli bir düzene göre sıralanmış kısa gözlemler ya da, kendi deyimiyle, “parçalar” söz konusudur, ancak birkaç yerde, birkaç “parça”da doğrudan kendinden konuşur. Ama tulum değişikliği açıktır: “Eleştiri nedir?” adlı yazısında, eleştirmenle yazarı karşılaştırırken, eleştirinin konusunun “dünya değil, bir söylem, bir başkasının söylemi” olduğunu söylüyor, romancının ya da ozanın nesnelerden ve olgulardan sözetmek durumunda olduğunu belirttikten son­ 10 YAZI VE YORUM ra, “Dünya vardır ve yazar konuşur: işte yazın”, diyordu: kendisinin yaptığı da arlık budur, yani artık bir başkasının söyleminden sözetmek değil, bir başkasının söylemini kendi söylemiyle örtmek de değil, doğrudan doğruya dünyadan, nesnelerden ve olgulardan sözetmekıir, doğrudan doğruya bir yazar, bir “yazın” adamı olarak konuşmaktır (“açıkta” yazmanın bir anlamı da budur belki). Bu tutumun kimi belirlilerini Roland Barthes’ın daha önceki birtakım yazılarında da bulabiliriz belki, ama L’Empire des signes’de (Göstergeler İmparatorluğu) çok kesin bir biçimde ortaya çıkar: anlattığı Japonya’yı düşsel bir ülke olarak nilelese de, bir “yazı” olarak algılasa da, burada bir gezgin değil, bir “okur” olduğunu söylese de bir başkasının söylemi üzerine değil, düşsel ya da gerçek bir dünyanın nesneleri ve olguları üzerine konuşan bir öznedir. Le Plaisir du texte de benzer bir tutumun ürünüdür: bir metin ya da birtakım metinler üzerine bir söylem değil, öncelikle metinlerin algılanışı, metinlerin tadı üzerine bir söylemdir; metinlerle özne arasındaki bağıntıyı, yani dünyanın bir olgusunu ele alır. Aynı şeyler üç aşağı beş yukarı Fragments d’un discours amoureux (Bir Aşk Söyleminden Parçalar) ile La Chambre claire (Aydınlık Oda) için de söylenebilir.

Birincisinde, başkalarının söylemi ya da söylemleri üzerine bir söylem oluşturmak değil, başkalarının söylemlerinden (daha doğrusu söylem kırıntılarından) yola çıkarak yaşamımızın bir olgusu (aşk) üzerine bir söylem geliştirmek söz konusudur; söylem geliştirilirken de “söylem öznesi” genellikle “edim öznesi”yle birleşir. İkincisinin konusu, gene dünyamızın bir olgusudur: “fotoğraf’. Ama, biraz daha yakından bakılınca, La Chambre claire’in fotoğraftan çok daha önemli bir konusu olduğu görülür: öznenin fotoğrafa duyduğu ilginin, fotoğraf olgusunu anlama ve açıklama yolunda harcanan çabanın öyküsü. Üstelik, örneğin yazarın annesinin fotoğraflarından, daha doğrusu annesini en iyi yansıtan fotoğraftan sözettiği sayfalarda görüldüğü gibi, bu öykü yer yer öyle ayrıntılı ve öyle içten bir görünüşe bürünür ki, arayış nerdeyse yaşamla, arayış söylemi nerdeyse romanla özdeşleşir. Ben, kendi payıma, yalnızca La Chambre claire’i okurken değil, Barthes’ın başka kitaplarını, hatta en kurularını (diyelim ki Sade, Fourier, Loyola’yy, diyelim ki Système de la mode’u) okurken bile, gerçek kimliğini bilmeyen ya da bilmezlikten gelen gücül bir “romancı”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir